Senin yer aldığın bir zemin, bir de karşında olanların bulunduğu zemin var. Bu tür karşı duruşlar, siyasette, sporda, sanatta, bilimde her türlü alanda ortaya çıkabilir. Doğaldır da böylesi durumlar. Siyasi alanda cephe kavramı, şimdilerde pek muteber olmadığı için şu zamanlarda kibarca farklı siyasi zeminler gibi kavramlar türetmek zorunda kalınabiliyor.
Toplumların tarihsel süreç içerisinde belirli eşiklerde cepheleşmeye gittikleri görülmüştür. Bu sizin var olan cepheleşme gerçeğini, başka kavramlarla ifade etmenizle telafi olmaz. Ne cepheleşme gerçekliğini görmezden gelmek, ne de bu durumdan şikâyet edip, sızlanmak siyasettir; hele hele devrimci siyaset hiç değildir. Türkiye’nin bugününde, yakın tarihinden başlayarak siyasetin, dolayısıyla toplumun cepheleşmesi, diğer bir deyimle kutuplaşması giderek şiddetlenmiştir. Bu cepheleşme kültürel ve yaşam tarzları, etnik fay hatları üzerinden şekillendi, halen de şekillenmeye devam ediyor.
Türkiye kapitalizminin emekçileri sömürüsünün giderek derinleşmesine, yoksulluğun, işsizliğin artmasına karşı, cepheleşmenin bu niteliksel özelliği, bütün bunların üzerine bir örtü işlevi görüyor. Kitlelerin sosyal bilinci dumura uğruyor. İslâmcı muhafazakâr işçiyle, İslâmcı muhafazakâr patron siyasi cepheleşmede birlikte oluyor. Laik işçiyle, laik patron da aynı. Türkiye’de kimlik politikasını esas hattı yaparak yükselen AKP bu yöntemle güç konsolidasyonunu sürdürdü, sürdürmeye de devam ediyor.
Erdoğan-AKP’nin kimlik politikalarını derinleştirerek, yarattığı tahakkümü yıkmanın yolu karşı-kimlik politikalarıyla başarıya ulaşamaz. Devrimci siyaset, elbette sistem tarafından ezilen her kimliğin demokratik taleplerini programına ve eylemine katmalı, ancak Türk, Kürt, Sünni, Alevi, Hıristiyan, hangi kimlikten olursa olsun emekçilerin kapitalist sömürü düzenine karşı mücadelelerini birleştirmelidir. Aslında bu gerçek Erdoğan-AKP’nin on altı yıllık iktidarı boyunca yapılan seçimlerde alınan sonuçlarla gün gibi ortadadır. AKP’nin, önce Sünni sonra Sünni-Türk kimliği politikasına karşı CHP’nin “Mustafa Kemal’in Askerleriyiz’ söylemiyle yürüttüğü, laiklik kimliği üzerinden tarzı siyaseti her seferinde yenilgiye uğradı.
Türkiye 24 Haziran seçimlerine böyle bir sosyo-politik atmosferle gidiyor. Türk usulü bir başkanlık sistemi ile hükümeti kuracak olanın yüzde 51 oy desteği sağlaması gerekiyor. Erdoğan AKP-MHP ve BBP ittifakıyla seçimlere girerken, CHP-İyi Parti- Saadet Partisi ve Demokrat Parti ittifak kurdular.
HDP’nin muhalefet ittifakına çağrılmaması hem HDP’nin kimi sözcülerinden hem de HDP çevresinden kimi kalemler tarafından bazen eleştiri, bazen şikâyet tarzı sesler çıkmasına sebep oldu. Bu sesler, siyasetin kendi gücüyle varlığını yaratabileceği gerçeğini ıskalayarak karşında olanın kapıyı aralaması beklentisi içinde olanları işaret ediyor. Bu tür eğilimin en dramatik örneğini medyanın Erdoğan tarafından abluka altına alındığı ortamda muhalefete imkân tanıyan ArtıTV’nin 4 Mayıs Cuma günü saat 21’de yayınlanan siyasi açık oturumunda gördük.
Celal Başlangıç, Ragıp Duran, Koray Düzgören, Armağan Kargılı ve Ergun Babahan’ın katıldığı bu programda siyasi gelişmeleri değerlendirdi dostlarımız. Ne mi söylediler?
HDP’nin ittifaka alınmamasından şikâyet ettiler.
CHP’nin Muharrem İnce’yi aday göstermesinin, cumhurbaşkanlığını Erdoğan’ın kazanmasını kesinleştirdiğini.
Kılıçdaroğlu’nun rakibini ortadan kaldırmak için Muharrem İnce’yi cumhurbaşkanı adayı gösterdiğini.
Kürt halkının, Muharrem İnce ikinci tura kalırsa ona o vermeyeceğini.
Erdoğan’ın birinci turda seçimi kazanacağını, kazanmazsa ikinci tur seçimini iptal edeceğini.
Erdoğan’ın ikinci tur seçimini iptal ederek diktatörlüğünü ilan edeceğini.
Koro halinde âdeta şeamet tellallığı yaparak programı sona erdirdiler. Anlaşılan o ki, onlara göre yurtdışından Türkiye’nin geleceği, sadece distopya penceresinden izah edilebilir haldedir. Söylemedikleri tek şey, inandıkları ve inandırmak istedikleri felaket senaryosunun aktörü olan Erdoğan’ın bu hamleleri karşısında nasıl bir siyasi mücadele verilmesi gerektiği, nasıl bir taktik izlenebileceğiydi. Bu dostların bir televizyonda fikirlerini ifade etmeleri elbette hakları. Bu isimlerin bir bölümü geçmişte ana-akım medyada yer aldılar, köşe yazılarıyla da kanaat önderliği misyonunu üstlendiler.
Şimdi, Erdoğan’ın medyada adım adım gerçekleştirdiği tasfiye sonucu iyice daralmış muhalif medyada yer buluyorlar. Bu medyayı izleyenlerde muhalif kitleler. Bu rolleriyle de muhalif kitlenin karar oluşturmasına etkide bulunuyorlar. Bu bakımdan da sol cenahta potansiyel olarak varlığını sürdüren bu eğilimlerin yaygınlaşmasına yol açacak bu tür dostların sözlerini dikkate almak, eleştiri süzgecine tabi kılmak gerekiyor.
Söz konusu dostların, geleceğe dair distopik analizlerinin gerçeğiyle karşılaşma ihtimali mümkündür. Bu uğursuz ihtimal gerçekleştiğinde, bunu önceden tahmin etmiş olmanın itibar kazandıracağı düşünülürse, büyük bir yanılgıya düşülmüş olur.
Siyasi mücadelenin önündeki sürecin tahminiyle yetinmek değildir yapılması gereken. Yapılması gereken toplumu yıkıma götürecek tehlikelere karşı mücadele yöntemi üzerine odaklanmaktır. 24 Haziran seçimleri bize şunu söylüyor: Ya Erdoğan’ın tek adam rejimiyle diktatörlüğe yol almasının önü açılacak, ya da bu seçimlerde Erdoğan yenilgiye uğratılarak diktatörlüğün önü kesilecek.
HDP’nin de, sosyalistlerin de odaklanması gereken siyasi hat, emekçileri, tüm ezilenleri, tüm muhalefeti Erdoğan rejimini sona erdirmek üzere seferber etmektir. OHAL rejimi sayesinde işçilerin grevlerini yasakladığıyla övünen, Kürt halkının kitle eylemlerinde “kadın da olsa çocuk da olsa” sözlerini sarf eden Erdoğan rejiminin yenilgiye uğratılması, emekçiler ve tüm ezilenler için başlı başına demokratik kazanım olacaktır.
Evet, 16 Nisan referandumunda yapılan hile, yine tekrarlanmaya kalkılabilir. Bunu önlemenin tek yolu elbette kitle eylemleridir. Evet, başkanlık seçimi ikinci tura kaldığında Erdoğan karşısında olan aday, emekçiler ve ezilenlerin taleplerini karşılayacak siyasi programdan da yoksun olabilir. Bu durumda dahi Erdoğan rejimini yenilgiye uğratmak için Erdoğan’ın karşısındaki adaya oy verilmelidir. Neden böyle bir siyasi taktik uygulanması gerektiğini de tarihsel bir örnekle perçinleyeyim.
1917 Ağustos Rusya’da Sosyalist Devrimci Kerenski iktidarı sürüyor. Kerenski askerî darbe yaparak işçi-asker sovyetlerini dağıtmak, Bolşevikleri ezmek niyetinde. Başkumandan General Kornilov Kerenski’yle mutabık 28 Ağustos’ta darbe yapmak için orduyu Petrograd’a yönlendirirken, Kerenski Kornilov’un kendisini de devireceğini anlayarak, darbeye karşı çıkıyor. Bunun üzerine Lenin bu iki karşı devrimci odağın da Bolşevik partiyi ezmeyi amaçladığının bilinmesine karşın, “Önce Kornilov” tespitiyle bütün partilere ortak eylem çağrısı yaptı. Böylece Kornilov yenilgiye uğratıldı.
Kuşkusuz tarihsel örnekler yaşananla bütünüyle örtüşmez. Ancak somut şartlar üzerinden geliştirilen siyasi taktikler, günün başat ihtiyacını karşılamalıdır. Günümüz koşulları şimdi “Önce Erdoğan” demeyi gerektiriyor…