Türkiye’de seçimler uzun bir süredir yurttaşı olduğumuz cumhuriyetin geleceğini önümüze yanıtlanması gereken bir soru olarak koyan bir plebisite dönüşmüş durumda. AKP ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından oylatılmaya çalışılan şey her defasında ne kadar farklı olursa olsun, bizler her seçimi Alexis de Tocqueville’in kendi zamanının Fransa’sı için bir benzerini sorduğu tek bir sorunun cevabını aramak için yapıyoruz aslında: Barışçı bir cumhuriyete mi yoksa savaşçı bir cumhuriyete mi, adil bir cumhuriyete mi yoksa adaletsiz bir cumhuriyete mi, baskıcı bir cumhuriyete mi yoksa özgür bir cumhuriyete mi sahip olacağız? Daha da önemlisi, AKP tarafından dayatılan rejim dönüşümü, seçenekleri cumhuriyetin iki hali ile de sınırlı olmaktan çıkararak, meseleyi kaderi memleket ile bağlı olanlar için daha da çetrefilli hale getiriyor. Bu bağlamda karşı karşıya olduğumuz sorular ve yanıtları çok daha zorlaşıyor. Nisan 2017 Anayasa Referandumu sonrası seçim adaletinin son derece sorunlu hale geldiği bir durumda, meselenin artık cumhuriyetin yeniden kuruluşuyla ve rejimin topyekûn dönüşümüyle ilgili bir sorun haline geldiği gerçeği ile yüzleşmeden ve sadece mevcut baskıcı ve tektipleştirici uygulamaları reddederek, artık ne kadar yol alabiliriz? İktidarı elde etmede eşit şans ilkesini teminat altına alan kurallara yapılan müdahaleler sonucu seçim adaletinin her defasında daha da fazla bozulması, iktidarın demokratik yoldan el değiştirmesi ve bunu teminat altına almayı hedefleyen bir sivil siyasetin üretilmesi açısından ne gibi sonuçlara sahip? Seçimler yoluyla iktidarın el değiştireceğine olan inancın ve güvenin, bizzat AKP tarafından sürekli zedelendiği bir durumda, sadece seçimlere odaklanmanın demokratik bir muhalefeti örgütlemek adına artık bir anlamı var mı? Eğer varsa, muhalif toplumsal enerjiyi seçim sürecinde hangi yönde kanalize etmek, ne tür ittifakları bu süreçte inşa etmek ve hangi ilkeleri canlandırmak için çabalamalıyız? Eğer yoksa, bu ülkede demokrasiyi inşa etmeyi amaç edinenler olarak, etkili bir demokratik muhalefeti örgütlemek için, anlık seçimlerin ötesinde uzun vadede nasıl bir siyasal strateji izlemeliyiz?
Bu sorulara demokratik siyasetin önünü açacak tarzda yanıtlar bulabilmek için, yukarıda belirttiğimizi gibi seçim meselesinin Türkiye’de yönetici parti tarafından artık bir rejim meselesi haline dönüştürüldüğü gerçeğini kabul etmemiz ve seçimleri daha geniş bir demokratikleşme meselesinin parçası olarak ele almamız gerekiyor. Bir başka deyişle, iktidar partisi tarafından sürekli değiştirilen koşullar altında seçimin siyasal anlamının ne olduğu üzerine düşünmemiz gerektiği kadar, süregelen biçimiyle muhalefet etmenin anlamının ve sonuçlarının ne olacağı üzerine de kafa yormak ve karşı karşıya olduğumuz seçeneklerin hakkını verebilecek bir muhalefet için adım adım hazırlanmak durumundayız. Oysa iktidar, muhalefeti kısa süreli karşılaşmalardan zaferler elde etme psikolojisi içine hapsederek, toplumda demokratik bir siyasal düzene dair tüm umutları bu tarz anlara odaklanmaya zorlayarak ve Nisan 2017 Anayasa Referandum’unda olduğu gibi, bu tür zamanlarda siyasal alanı belirleyen kurumsal çerçeveye kendi çıkarına olacak şekilde müdahale ederek, muhalefetin bütün enerjisini soğuruyor ve bu tür bir stratejinin geliştirilmesinin önüne geçiyor.
Bu stratejinin her seferinde başarılı olmasını sağlayan şey ise, sadece AKP’nin muhalefet karşısında izlediği hegemonik stratejilerden kaynaklanmıyor. Muhalefetin, bizzat karşı karşıya olduğumuz siyasal sorunun, yani Türkiye’de yaşanmakta olan rejim değişimi ve bu dönüşümü tersine çevirmek için kapsamlı bir demokratik cumhuriyet projesinin üretilmesi gerektiği gerçeğinin ruhuna uygun bir siyasal yaklaşıma, örgütlenme stratejisine ve demokrasi kavrayışına sahip olmaması, onu iktidarın her seferinde birkaç adım gerisine düşüyor. Bu nedenle Türkiye’de siyasal iktidarın demokratik yönde dönüşümü sorununu, muhalefetin demokratik temelde yeniden örgütlenmesi meselesinden ayrı düşünmek mümkün değil. Muhalefetin süregelen bütün başarısızlığına rağmen bizleri umutlu kılan yegâne etken ise, Gezi Direnişi, 7 Haziran seçimleri, son anayasa referandumu ve yaklaşmakta olan seçim sürecinde iktidar tarafından sürekli bastırılmaya çalışılsa da tekrar tekrar ortaya çıkan, parlamento-dışı kuvvetli bir “dipten gelen” dalganın, mevcut otoriterlikten kurtulmak isteyen kitlesel bir arzunun ve bu yönde kendiliğinden harekete geçen kitlesel bir tepkinin oluşu. Fakat bu kitlesel tepki, bir demokratik projeyle buluşamadığı ve kurumsal bir yenilenme yaratamadığı müddetçe, kısa soluklu kalarak her yükseliş döneminin ardından sönümleniyor ve her seferinde daha da koyu bir karamsarlık biçimde bizlere geri dönüyor.
Bu nedenle, muhalefetin seçim süreçlerini aşacak bir biçimde uzun erimli bir demokratik eylem planına sahip olması, dipten gelen bu dalgayı parti siyasetiyle buluşturacak bir örgütlenme tarzını ve iktidarın bu muhalif enerjiyi seçim süreçleri sonrasında pasifleştirmeye, yabancılaştırmaya ve sindirmeye yönelik siyasal-psikolojik hamlelerini boşa çıkaracak sürekli bir siyasal mobilizasyon stratejisini hayata geçirmesi ve bu dalganın enerjisini canlı tutacak sivil itaatsizlik ve kitlesel protesto gibi yeni siyasal enstrümanları acilen geliştirmesi gerekiyor. Fakat bunun yollarını bulabilmek için, baskının ağırlığıyla biçimlenmiş, otoriter sistemin taşıyıcısı olan AKP’den çabucak kurtulma isteği üzerine kurulu ve dolayısıyla da geçmişi yeniden restore etme dışında bir vaadi bulunmayan muhalefet etme tarzıyla da mümkün mertebe mesafelenmek gerekiyor. Özellikle ana muhalefet partisi CHP, bu tarz bir strateji izlemek yerine her defasında kolaycılığı tercih ederek, mevcut güçlü ama uzun soluklu olmayan kitlesel umut ve arzuyu, seçimlerin iktidar ile hesaplaşma anlarında mümkün mertebe alevlendirmeyi, sonrasında ise sönümlenmeye terk etmeyi tercih ediyor. Aslında ana muhalefet, basitçe kalabalıkların bir başına kendisi dışında bir alternatif üretemeyeceği ve mevcut muhalefet etme tarzını sürdürürse, er ya da geç başarılı olacağı düşüncesine sahip gibi. Oysa her iki fikir de özellikle Gezi’de ve 7 Haziran 2015 seçimlerinde gördüğümüz gibi son derece hatalı.
Hatalar hiç kuşkusuz bu yanlış varsayımlarla da sınırlı değil. Muhalif partiler arasında kurulan son seçim ittifakından Türkiye’nin en can alıcı sorununun çözümünde kilit parti olan ve göz ardı edilemeyecek bir demokratik tabanı barındıran HDP’nin dışlanması, muhalefet partileri tarafından yaklaşan seçimde izlenecek stratejinin sadece Erdoğan’a rakip olabilecek doğru adayın seçimiyle ilgili bir soruna dönüştürülmesi, siyaseten etkili olacak bir programın henüz ortaya konulamamış olması ve muhalif partilerin seçimlerde başarılı olma ya da başarısız olma ihtimaline yönelik bir hazırlık yapmıyor oldukları izlenimi vermeleri son derece düşündürücü. Etkili bir muhalefeti adım adım ve sabırla örgütlemek için gerekli olan kamusal aklı beraber inşa etmek adına hem nasıl bir demokratik Türkiye tahayyülüne sahip olduğumuzu hem bu seçimlerin sonucunda bizi neyi beklediğini hem de rejimini dönüşümü sürecinde mevcut seçimlerin sonuçlarının oynayacağı rolü ortaya koyacak bir siyasal kavrayışa sahip olmalıyız. Oysa Türkiye’de iktidara karşı yürütülen siyasal mücadeleye, yeni rejimin kurucu rasyonalitesini ortaya koyan bir siyasal kavrayış ne yazık ki eşlik etmiyor. Bu siyasal kavrayış eksikliği gelecek seçimlerin yeni rejimin inşasında oynayacağı rolü ve seçimlerin olası sonuçlarının, toplumun kaybeden kesimlerini demokrasi mücadelesi için güçlendirecek yeni mücadele alanlarının açılması sürecindeki etkisini görmemize de engel oluyor. Muhalif siyasal mücadele kendisini otoriter siyasetin işleyiş tarzını ortaya koyacak ve demokratik bir siyasetin önünü açacak bir siyasal kavrayışla donatamadığı müddetçe de kısa süreli ve aceleci umutların, özellikle internet kampanyalarında cisimleşen, umutlanmak adına çok değerli olsa da kısa soluklu kalan coşkulu anların peşinden sürüklenmek kaçınılmazlaşıyor. Oysa, üzerimizdeki baskı ne kadar çok olursa olsun, uzun vadeli bir muhalif strateji oluşturmaya en çok ihtiyaç duyduğumuz andayız. Bu nedenle hepimizin muhalefet etme biçimini yeniden gözden geçirerek, iktidarın devamlılığını her defasında seçimler ve baskı yoluyla garanti altına almasına ilişkin sorunun önemli bir kısmının bu kısa vadeli düşünme ve eyleme tarzımızda yattığını kabul etmesi ve demokrasi talep edenleri iktidar karşısında güçlendirerek, aralarında bir ortaklık yaratacak siyasal kavrayışı artık beraber üretmeye koyulması gerekiyor. Ancak bu şekilde bugüne kadar bir sorun olan muhalefeti, artık çözümün kendisi haline getirebilir ve bu rejim değişiminin önüne geçecek kapsamlı bir cumhuriyet/demokrasi projesi geliştirebiliriz.