Tarihî bir krizin ortasında hem iktidar hem de muhalefet gelecekten umutlu.
Türkiye’de toplumsal ve siyasal muhalefetin önemli bir bölümü son aylarda, özellikle ekonomi ve sağlık alanlarında deneyimlenen iki büyük krizin iç içe geçmesiyle birlikte, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ve partisi AKP’nin yapılacak ilk seçimde iktidardan düşeceğine neredeyse kesin gözüyle bakmaya başladı. Erdoğan’ın ve AKP’nin destekçileri ise iktidarın somut olarak 6 Kasım’da başlattığı U-dönüşünü, âdeta bir “diriliş” hamlesi olarak görüp sevinçle karşıladılar. Muhalefet çevrelerine göre; ekonomi ve pandemi yönetimindeki büyük başarısızlıkların yanı sıra, dış siyasetteki açmazların ve devletteki kurumsal yozlaşmanın da baş sorumlusu olan Erdoğan’ın diriliş ve kurtuluş ihtimali kalmamıştır; Erdoğan iktidardan düşmeye yazgılıdır. İktidar çevrelerine göre Erdoğan ve AKP, içinden geçilen bu çok katmanlı krizi ekonomide ve dış siyasette istikamet değiştirerek ve bazı hukuksal ve kurumsal reformlar yaparak aşacak güçtedir; zaten mevcut iktidarın kayda değer bir alternatifi de yoktur. Velhasıl, hem muhalefetin hem de iktidarın kendilerinden emin ve gelecekten umutlu göründüğü tuhaf bir siyasal-iktisadi kriz konjonktüründen geçiyoruz.
Siyasal iktisatçı Ümit Akçay, Gazete Duvar’daki 24 Kasım 2020 tarihli yazısında gerek muhalefette gerekse iktidarda gözlemlenen bu iyimserliğin temelsiz olduğunu vurgulayarak kanımca yerinde bir müdahalede bulundu. Akçay’a göre, Türkiye’nin 1989’da uygulamaya başladığı “bağımlı finansallaşma modeli” özellikle son yıllarda sürekli tıkanma eğilimleri göstererek günümüzde esaslı bir “birikim modeli krizi”ne dönüşmüştür. Daha da kötüsü, bu birikim rejimi krizi, 2013’ten bu yana bir “devlet krizi”yle de üst üste binmiştir. Bu durum, netameli bir yapısal krizin varlığına işaret etmektedir.[1] Dolayısıyla, böyle tarihî ölçekteki bir yapısal krizden çıkış, hiç kolay değildir. Bu aşamada, iktidar çevrelerinin iyimser olmaları için kayda değer bir siyasal-iktisadi neden yoktur.
Bana öyle geliyor ki Akçay’ın muhalefetteki iyimserliği temelsiz bulduğuna değindiği bağlam, daha da önemli:
İktidarın ekonomik sorunlar nedeniyle kendiliğinden sonlanacağı ve muhalefetin muhalefet yapmasına bile gerek kalmadan otoriter rejimden demokratik parlamenter sisteme dönülebileceği düşüncesi, 6 Kasım sonrası süreçte yeniden canlandı. Muhalefet çevrelerinde yaygın olan bu kolaycı açıklamalar, 6 Kasım sonrası gelişmelerden hareketle iktidar koalisyonunun sonlandığı, hatta rejimin kendiliğinden ve çoktan dağılmakta olduğunu dahi savunabiliyorlar. Bu temelsiz iyimserliğin içerdiği pek çok sorun var ancak belki de en önemlisi, muhalefeti pasifleştirme, etkisizleştirme yönünde işlev görmesi.
Akçay, Erdoğan’ın ve AKP’nin önümüzdeki birkaç yıl boyunca zorlu bir dayanıklılık testine maruz kalacağını vurgulayarak yazısını şöyle sonlandırıyor: “Bu son dayanıklılık testinde muhalefetin pozisyonu, önceki dönemlere göre çok daha önemli olacak. Zira bu sefer hatalı stratejiler, yeni rejimin tahkimatı ile sonuçlanabilir.”
Ben bu yazıda, her ne kadar zor olsa da Erdoğan’ın önündeki bu dayanıklılık testini de geçip mevcut rejimi tahkim ederek, yapılacak ilk seçimde iktidarda kalmayı başarabilme olasılığının ilk bakışta göründüğünden daha yüksek olduğunu anlatmaya ve dolayısıyla Erdoğan’ın kurtuluşunun olmadığını düşünerek rehavete kapılabilecek muhalefet kesimlerini dostça uyarmaya çalışacağım. Bunun için, muhalefetteki iyimserliğin temel kaynağına odaklanmakta yarar görüyorum. Muhalefetin bakış açısını ana hatlarıyla şöyle açımlamak sanırım mümkün: Dış siyasette ve pandemi sürecinde yaşanan bariz başarısızlıklar ile demokratik kurumların ve piyasa rasyonalitesine dayanan politikaların büyük ölçüde bertaraf edilmiş olması, içinden geçilmekte olan ekonomik krizi daha da derinleştirecek ve uzatacak; ekonomik açıdan büyük sıkıntılar ve yoksunluklar çeken geniş seçmen kitleleri bu tarihî ekonomik krizin baş sorumlusunun kim olduğunun bilincine vararak ilk seçimde Erdoğan’ı iktidardan düşürecek. Bu görüşe göre, bu denli kapsamlı ve sunturlu bir ekonomik krizden iktidarın bir seçim başarısıyla çıkması imkânsız.
Kurumlar ve yabancı sermaye
Bu bakış açısının toplumsal ve siyasal muhalefet kesimlerinde oldukça yaygın olduğunu; görsel, yazılı ve sosyal medya ile çeşitli internet kanallarını takip eden herkes fark etmiş olmalıdır. Dünya görüşünün muhafazakâr, milliyetçi, liberal, sosyal demokrat, sosyalizan veya sosyalist olmasından bağımsız olarak, birçok Erdoğan muhalifinin bu bakış açısına dayanan bir öngörüde ortaklaştıklarını hemen her gün televizyonlarda, gazetelerde, Twitter’da, Facebook’ta ve internet yayınlarında gözlemlemek mümkün. Bu ilginç oydaşmanın tezahürlerine eş dost çevrelerinde de rastlanabiliyor.
Geniş bir yelpazeye yayılan bu ortak muhalif bakış açısının arka planında, özellikle son yirmi yıldır “genel” kabul gören bir siyasal-iktisadi yaklaşımın bulunduğunu öne süreceğim. Bahsettiğim bu yaklaşım; “iyi-doğru-güzel” kurumların iktisadi gelişmenin ve uzun-dönemli ekonomik büyümenin en temel koşulu olduğunu teorik ve ampirik çalışmalar yoluyla göstermiş bulunan “iyi yönetişim” (good governance) literatürüne tekabül ediyor.[2] 1989-1991 sürecinde Sovyet sisteminin dağılması ve Soğuk Savaş’ın bitmesiyle birlikte sistematik olarak ortaya çıkan bu literatür, özellikle son yirmi yıldır yüksek profilli iktisatçıların yaptıkları katkıların ivmesiyle gelişti.[3] Bu süreçte, kurumlar ile kalkınma arasındaki ilişkinin kavramsallaştırılması ve anlaşılması bağlamında belirgin bazı “asgari müşterekler” ortaya çıktı.
Akademik literatürdeki bu asgari müşterekler bellidir. Tam da bu noktada bu literatürün temel bulgularının “popüler” mecralara yansıtılırken bazı ciddi “anlam kaymaları” oluşabildiğini vurgulamak gerekiyor. Bunu, üç örnekle açıklamaya çalışayım.
- Bu literatürde -beğensek de beğenmesek de- kurumsal gelişmenin kalkınma süreçlerinde yadsınamaz bir önemi olduğu gösterilmiştir. Fakat literatürdeki bu başat bulgu popüler mecralara taşınırken; kurumların âdeta bir “sihirli değnek” gibi görüldüğü ve salt kurumsal reformlar yaparak iktisadi gelişme ve büyümede “mucizevi” sonuçlar alınabileceğinin iddia veya ima edildiği bir “anlam kayması” ortaya çıkabiliyor. Bu anlam kayması tersten okunduğunda ise, kurumsal yozlaşma ve gerileme deneyimleyen ülkelerde -kısa/orta/uzun dönem ayrımı yapılmaksızın ve küresel finansal koşullara bakılmaksızın- derin ve uzun bir siyasal-iktisadi çöküşün çabucak ortaya çıkmasının kaçınılmaz olduğu yönünde bir yanılsama belirebiliyor.
- Bu literatüre göre, sürdürülebilir ve kaliteli bir ekonomik büyüme patikasına sıçrayabilmek için uzun-dönemde en etkili faktör, iyi-doğru-güzel kurumlar inşa etmektir. Fakat bu konu da popüler mecralarda vurgulanırken; arzu edilen olumlu etkilerin kısa dönemde de görülebilse bile orta ve uzun vadede kalıcı olmayabileceğinin ve aslında hakiki kurumsal gelişmenin özünde uzun dönemli bir süreç gerektirdiğinin es geçildiği bir “anlam kayması” görülebiliyor. Kurumsal gelişme yoluna bir kez girildi mi, bunun kolay kolay geri döndürülemeyeceğini ima eden bu yanılsamanın tersinden okunması; kurumsal bozulma bir kez başladı mı, bunun artık geri çevrilemeyeceği gibi bir başka yanılsamaya yol açabiliyor.
- Ekonomik gelişme olanaklarını genişletme ve ekonomik büyüme hızını artırma potansiyeli olan yabancı sermayenin, kurumlarının kalitesi yüksek olan demokratik rejimlere (kurumlarının kalitesi düşük olan otoriter veya otokratik rejimlerden) daha çok ve daha kolay aktığı da ilintili bir başka literatürün temel konusudur. Fakat bu saptama da popüler mecralarda tartışılırken; sermayenin otoriter veya otokratik ülkelere hiç uğramayarak bunları kesinkes cezalandırdığına, yabancı yatırımların demokratik gelişmeyi öncelediğine ve gözettiğine hükmedilen bir “anlam kayması” meydana gelebiliyor. Bu anlam kaymasının bir uzantısı olarak da yabancı sermayenin (kârlılık ölçütünden ziyade) kurumların kalitesine odaklanarak antidemokratik rejimlerin küresel ölçekte yaygınlaşmasını ve güçlenmesini önleyen demokratik bir aktör olduğuna ilişkin bir yanılsama ortaya çıkabiliyor.
Literatür bulguları ile popüler mecralar arasında gözlemlenen anlam kaymalarına ve bunların yol açtığı yanılsamalara dair örnekleri çoğaltmak mümkün, ama bu yazının amacı bakımından bu kadarına değinmiş olmak yeterli. Bu noktada, bahsi geçen anlam kaymalarını ve yanılsamaları, Türkiye’deki muhalefet bağlamında ele almak yararlı olacaktır.
Muhalefetin “hüsnükuruntuları” ve siyasal-iktisadi olasılıklar
Türkiye’de muhalefet, Erdoğan’ın ve AKP’nin yapılacak ilk seçimde iktidardan düşeceğine neredeyse kesin gözüyle bakmaya başladı. Neden? Erdoğan’ın yapılacak ilk seçimde, üst üste binmiş krizleri “gereğince” aşamayıp iktidardan düşmesi elbette olasıdır; ama bunu bir olasılık olarak ele almak yerine, buna neredeyse kaçınılmaz bir kesinlik atfetmek, sosyal-bilimsel düşünce sistemiyle bağdaşmayan bir “hüsnükuruntu” (wishful thinking) izlenimi uyandırıyor. Dahası, bu hüsnükuruntu, bana öyle geliyor ki muhalefetin yukarıda değindiğim anlam kaymalarına ve yanılsamalara maruz kalmasından kaynaklanıyor ve dolayısıyla Erdoğan’ın kurtulmasının imkânsız olduğuna dair “teleolojik” bir çıkarsamaya dönüşüyor. Özünde bir “tek adam” rejimi olan “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi”nin yol açtığı kurumsal gerileme ve otokratik çerçevenin -mevcut kriz konjonktüründe- gerek çok ihtiyaç duyulan yabancı sermaye girişlerini kesinkes caydıracağına, gerekse ekonomik krizi daha da derinleştirip uzatacağına dair bir “kesin inanç” muhalefet çevrelerine hâkim oluyor. Fakat bu, literatürde karşılığı pek de olmayan bir inanç. Çünkü literatürün hiçbir yerinde, kötü kurumlarla donatılmış otokratik rejimlerin çabucak sonlanacağına dair bir bulgu yok. Buradaki “çabucak” vurgusunu seçimin en geç Haziran 2023’te yapılacağını hatırlayarak okuyalım.[4]
Seçime doğru uzanan bu iki buçuk yıllık “kısa dönem”; mevcut rejimin dağılıp çökmesi için yeterli bir süre olmayabilir. Neden? AKP’nin üye sayısı 10 milyonun üzerinde iken en yakın rakibi CHP’nin üye sayısı 1,25 milyon civarında. AKP’nin üye sayısı; CHP, MHP, İYİ Parti, Saadet Partisi ve HDP’nin toplam üye sayısının dört katından fazla. Erdoğan rejiminin dayanağı, sıkça gündeme getirilen yandaş sermayedarlara tanınan ayrıcalıklarla tesis edilen “ahbap-çavuş” kapitalizminden (crony capitalism) ibaret değil. Erdoğan rejimi, aynı zamanda, sadece “seçmen” kategorisiyle tanımlanamayacak ve geniş toplum kesimlerini kapsayan bir “çıkar ağı”na da dayanıyor. Bu geniş çaplı “toplumsal” örgütlenme, son yıllarda “popülist-otoriter” olarak tanımlanan rejimin kolayca dağılıp çökmesini engelleyecek en önemli faktörlerden biri olarak karşımıza çıkıyor. Gelir ve servet dağıtımı mekanizmalarının, ekonomik büyümeden pay verme tercihlerinin ve ekonomik krizden korunma önlemlerinin hem ahbap-çavuş sermayedarlara, hem de parti üyeliği bünyesinde cisimleşen “toplumsal” çıkar ağına öncelik vererek belirlendiği bir siyasal-iktisadi rejim bu. On sekiz yılda türlü türlü badireler atlatarak tesis edilen ve parti-devlet bütünleşmesi, parti-sermaye bütünleşmesi, parti-çıkar ağı bütünleşmesi gibi iç içe geçmiş kurumsal özellikleri haiz bu rejimin dağılıp çökmesi zannedildiği kadar kolay olmayabilir. Mevcut “tek adam” düzeni, “iyi-doğru-güzel” kurumlar yerine, “kötü-yanlış-çirkin” ama siyaseten, iktisaden ve toplumsal olarak çok güçlü kurumlarla donatılmış durumdadır. Dolayısıyla, Erdoğan’ın ekonomik krizden çıkış için kotarması gereken iş ne kadar zorsa, kurduğu rejimin dağılıp çökmesinin de o kadar zor olduğunu kabul ederek muhalefet etmeye başlamak gerekiyor.
Öte yandan, seçime doğru uzanan bu iki buçuk yıllık “kısa dönem”; ekonomik krizin “gereğince” aşılıp ekonomik büyümenin ivme kazanması için, pekâlâ, yeterli bir süre olabilir. Neden? Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi içinde, hakiki “kurumsal reformlar” yapmasını beklemek, sanırım, safdillik olur. Ama “politika” alanında belirgin biçimde istikamet değiştirmeye çalışacağı gayet açık. İstikamet değişikliğinin en görünür olacağı alanlar, dış politika ve ekonomi politikası. Politika alanındaki bu U-dönüşüne Erdoğan’ın “reform” kisvesi giydirmeye çalışması da gayet doğal. Ülke tarihinin gördüğü en pragmatik siyasetçilerden birinden bahsediyoruz. Ekonomide tarihsel düzeyde bir krizin eşiğine gelindiği ve Joe Biden’ın ABD başkanı olacağı bir konjonktürde, Erdoğan’ın politika alanında U-dönüşü yapmaktan başka çaresi yok. Bu, bir mecburiyet. Yapmazsa iktidardan düşme olasılığı çok yüksek. Denerse ve bir ölçüde başarılı olursa iktidardan düşmeyebilir. Peki, hakiki reform yapmayıp sadece politika alanında istikamet değiştirmesi, yabancı sermayenin bir dahaki seçime kadar Türkiye'ye kayda değer miktarda akmasını tekrar sağlayabilir mi? Bu, Erdoğan’ın düşen oy oranını tekrar iktidar olacak kadar artırabilir mi? Tabii ki sağlayabilir. Tabii ki artırabilir. Tarihsel olarak, yabancı sermaye kurumsal yozlaşma deneyimleyen ülkelere de akmakta beis görmemiştir. Yeter ki işin başındaki otokrat, sermayeye gerekli güvenceleri versin, kolaylıkları sağlasın. Türkiye örneğinde de yabancı sermaye, mevcut tek adam düzenine, yani Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne rağmen, önümüzdeki iki buçuk yıllık “seçim sath-ı maili”nde kendisine belirli güvenceler ve kâr imkânları sağlandığı ölçüde -hakiki demokrasi ve hukuk reformları yapılıp yapılmadığına pek bakmaksızın- Türkiye’ye akabilir. Erdoğan yabancı sermayenin Türkiye’ye akması için gerekli adımları atmaya başladı bile.
Tam da bu noktada, muhalefete dostça bir uyarı olarak kaleme aldığım bu yazının sonuna yaklaşırken, özellikle iki güncel çalışmaya kısaca dikkat çekmekte yarar görüyorum. Birincisi, Türkiye’deki seçim sonuçlarını ve kurumsal gerilemeyi irdeleyen ilginç ve yetkin analizleriyle de dikkat çeken İsveçli iktisatçı Erik Meyersson’ın Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası’nın (EBRD) otokratik ülkelere ve hükümetlere yatırım yapmakta beis görmediğini gözler önüne seren, 24 Kasım 2020 tarihinde kendi blogunda yayımladığı araştırma yazısı. Meyersson bu araştırmasında Mısır, Kazakistan, Türkmenistan, Özbekistan, Türkiye, Macaristan ve Polonya gibi otokratik/otoriter rejimlerin hüküm sürdüğü ülkelere EBRD’nin kayda değer miktarlarda sermaye aktararak yatırım projelerini sürdürdüğünü ve özellikle 2013’ten bu yana EBRD’nin otokratik ülkelerdeki yatırımlarının demokratik ülkelerdeki yatırımlarından çok daha hızlı arttığını gösteriyor. Meyersson, EBRD’nin kendi demokrasi dostu ilkeleriyle çelişen ve “şirket güdü”süne (business drive) dayanan bu yaklaşımının ise, jeopolitik çıkarlara öncelik veriyor olmasıyla açıklanabileceğini düşünüyor. İkincisi, Princeton Üniversitesi’nden siyaset bilimi uzmanı Faisal Z. Ahmed’in 2019 sonunda yayımlanan The Perils of International Capital başlıklı kitabı.[5] Ahmed bu kitabında uluslararası sermaye akımlarının yalnızca ekonomik gelişmeye katkıda bulunmadığını, aynı zamanda otokratik/otoriter rejimlerin ömrünü uzatan etkiler yapabileceğini de hem teorik hem de ampirik bir çerçeve geliştirerek gösteriyor. Bu bakımdan, bu kitap, finansal küreselleşmenin ve yabancı sermaye akımlarının demokratik gelişmeyi aksatma ve otokratik rejimleri pekiştirme potansiyeline dikkat çekerek önemli uyarılarda bulunuyor.[6]
Piyasaya ve sermayeye, ahlâki ve insani birtakım özellikler atfetmek, muhalefetin özenle uzak durması gereken bir yanılsamadır. ABD’nin ve Avrupa Birliği’nin Erdoğan’dan hiç hazzetmediklerine dayanarak Erdoğan’ın politikadaki U-dönüşü gayretine artık katiyen prim vermeyeceklerini ileri sürmek ise Realpolitik ile bağdaşmaz. Sermaye, birikerek ve transfer edilerek var olur. Birikmek ve transfer edilmek için de başat koşulu, kendisine güvenlik ve kâr imkânı sağlanmasıdır. Kalıcı kurumsal reform yapılmış yerlere daha çok ve daha kolay akar, evet. Ama kalıcı kurumsal reform yapılmamış yerlere de akar, gerekli güvence ve kâr imkânı sağlanırsa.
[1] Akçay’ın bu yaklaşımı esasen bu yakınlarda yayımlanmış akademik bir makalesine dayanıyor: Akçay, Ümit (2020). “Authoritarian consolidation dynamics in Turkey”, Contemporary Politics, DOI: 10.1080/13569775.2020.1845920.
[2] “İyi yönetişim” literatürünün, özellikle sol bir perspektiften bakıldığında, eleştiriye açık pek çok yönünün, birçok zayıf noktasının ve kusurunun olduğunu düşünüyorum. Ama bunları ele almak ancak başka bir yazının konusu olabilir. Dolayısıyla, bu yazının amacı ve kapsamı doğrultusunda, Türkiye’deki toplumsal ve siyasal muhalefetin üzerinde etkili olduğunu düşündüğüm bu literatürün temel bulgularına “nötr” bir anlatıyla değinmekle yetineceğim. Öte yandan, böyle nötr bir anlatıda bile bu literatürün “popüler” mecralarda ciddi bazı yanılsamalara yol açmaya yatkın bir yapısı olduğu görülecektir.
[3] Bu literatüre önemli katkılar yapmış olan iktisatçılar arasında, zaman zaman Türkiye ekonomisinin ve siyasetinin durumuna değinen yazıları ve demeçleriyle de gündeme gelen, ABD’de yerleşik iki Türkiyeli akademisyen de var: Massachusetts Institute of Technology (MIT) profesörlerinden Daron Acemoğlu ve Harvard Üniversitesi profesörlerinden Dani Rodrik.
[4] Bu noktada, muhalefet içinde bu vahim koşullarda “erken seçim”in kaçınılmaz olduğunu ve Erdoğan’ın ekonomik krizin ortasında gafil avlanarak erken seçim hezimetiyle iktidardan düşeceğini ima eden bir cenah olduğuna da değinmek gerekiyor. Ekonomik kriz aşılmadan erken bir seçime gidildiği takdirde Erdoğan’ın düşmesi hakikaten yüksek bir ihtimaldir. Fakat Erdoğan ekonomik kriz aşılmadan erken seçime gitmeye asla yanaşmayacağına göre, bu nasıl olacak? Seçimin zamanından önce yenilenmesi için ya Cumhurbaşkanı’nın ya da TBMM’nin o yönde karar alması gerekiyor. Başka bir deyişle, ekonomik kriz aşılmadan (yani Erdoğan’ın rızası olmadan) erken seçime gidilebilmesi için tek yol, Meclis oylamasında milletvekili üye tam sayısının (600) beşte üç çoğunluğuyla, yani 360 oyla erken seçim kararı alınması. Peki, bu mümkün mü? Belki mümkündür, ama Devlet Bahçeli’nin herhangi bir nedenle MHP’yi Cumhur İttifakı’ndan çektiği bir senaryoda bile çok ama çok zor. Çünkü mevcut durumda, AKP’nin milletvekili sayısı 289 iken AKP dışındaki milletvekillerinin sayısı 295. Yani, Meclis’te Erdoğan’ın rızası olmadan erken seçim kararı alınabilmesi için, AKP dışındaki tüm 295 milletvekilinin yanı sıra AKP’den de en az 65 milletvekilinin birden evet oyu vermesi ve böylece 360 rakamına ulaşılması gerekiyor. AKP’nin 65 milletvekili birden fire vermesi, sanırım, oldukça düşük bir ihtimale tekabül ediyor. Sonuç olarak, “erken seçimci” muhalif cenahın, aslında, erken seçim kararının görece daha kolay alınabildiği eski parlamenter rejimin parametreleriyle düşündüklerini ve dolayısıyla yeni sistemde erken seçim kararı almanın eskiye göre çok daha zor olduğunu gözden kaçırdıklarını saptamamız gerekiyor. Öte yandan, Erdoğan (Haziran 2023’ten önce) ekonomik krizden çıkıldığını ve yaptırdığı anketlerde hızla yükseldiğini gördüğü elverişli bir konjonktür yakalayacak olursa, elbette erken seçim kararını kendisi alabilir
[5] Ahmed, Faisal Z. (2019). The Perils of International Capital, Cambridge University Press, UK & NY, USA.
[6] Aslında, literatürde kısa veya uzun vadeli sermaye akımları ile demokratik gelişme arasında somut bir bağıntı bulunmadığını, hatta bazı durumlarda negatif bir etkinin saptandığını gösteren; yabancı sermayenin otokratik rejimlere akmakta beis görmediği durumları inceleyen çokça çalışma var. İlgili okuyucunun dikkatine sunmak üzere sadece birkaç güncel örnek vermek gerekirse, şu makalelere bakılmasının yararlı olacağı söylenebilir: Bastiaens, Ida (2016). “The Politics of Foreign Direct Investment in Authoritarian Regimes”, International Interactions, 42:1, 140-171; Escribà-Folch, Abel (2017). “Foreign direct investment and the risk of regime transition in autocracies”, Democratization, 24:1, 61-80; Mathur, Aparna ve Singh, Kartikeya (2013). “Foreign direct investment, corruption and democracy”, Applied Economics, 45:8, 991-1002; Moon, Chungshik (2019). “Political institutions and FDI inflows in autocratic countries”, Democratization, 26:7, 1256-1277; Pond, Amy (2018). “Financial Liberalization: Stable Democracies and Constrained Democracies”, Comparative Political Studies, 51:1, 105-135; Yang, Benhua (2007). “Autocracy, Democracy, and FDI Inflows to the Developing Countries”, International Economic Journal, 21:3, 419-439.