Kimi kitapların yazarından bağımsızlaşıp, ister istemez kopup, bağımsız bir organizmaymış gibi yaşadığı olur. Ama kitap, koptuğu düzeyde yazarına bir o kadar da bağlanır gibi gözükür. Öyle ki, yazılan şeyi hem yazarından ayıramaz olunur, hem de nasıl olup da yazılabildiğine, biri tarafından yazılmış olduğuna şaşılıp kalınır. Bu, kitabın büyüsünden, şeyleri ele alış biçiminden, anlaşılamayacak, ancak hissedilebilecek garip yabancı dilinden ileri gelir. Bir kitabın verdiği haz, çoğu zaman içeriğinden bağımsız olarak, yalnızca onu okumanın verdiği hazdır. Evet, okumanın bir hazzı vardır. Okuma ediminin, okuyor olma halinin hazzıdır bu. Ve bu haz, okunan metin içinde kaybolmanın verdiği haz kadar, yazarın da kendi metninde kayboluşunun, bu sayede de metnini düşler bir hale getirişinin, bu hali okur için de muhafaza edebilişinin, yani metnin bünyesinde bulundurduğu tüm düşlerin, hülyaların da bir bütünüdür.
Bu şekilde işleyen bir yazma-okuma birlikteliği, yazmanın okumaya, okumanın ise yazmaya dönüştüğü, çift taraflı bir dinamiği açığa çıkartır. Bilindiği üzere, uzun ve yoğun okumalar, insanı yazmaya aç bırakır. Yazmak, okumadan sonra veya önce gelmez; okumayla eşzamanlı bir birlikteliktir. Her metin, ister istemez, katmanlıdır. Bazen, yazılan şeyin altında İlyada, bazen Macbeth, bazen Karanlık Thomas, bazense Bir Bebek Evi devinir. Kelimeler her yeri kaplar. Bir yetkeye, bir tür melekeye dönüşürler. Öyle anlar da gelir ki, yüzeye çıkarlar, birer alıntı olarak belirirler. Alıntılandığında, söz konusu olan bir şeyi tekrar sunmak değil, ama onunla entegre hale gelmektir. Bir şebeke kurmaktır. Bu, ilk önce okurken kurulur, yazıldığında ise ağın ufku açığa çıkar. Ama kelimeler bir işe de yarar ki, o da düşlemektir. İmgeler ile değil, ama kelimelerle ve, daha da doğrusu, kelimelerde düşlemektir bu. Kelimeleri, düşün bir uğrağı haline getirmektir. Düş kurdurduğu kadar, düş de kuran bir eser yaratmaktır. Dili, bir düş makinesine çevirmektir. Ya da, daha basit ifadesiyle, bir şair olmaktır. Gaston Bachelard’ın Mekânın Poetikası’nda dediği gibi: Dil, düş görür.
Nerval’in Sylvie’si, bir kitaptan önce, bir düştür. Bir düş-kitaptır. Bir nevi, zamanın-mekânın her tarafına yayılmış, parça parça biriken, toplanıp dağılan düşlerden oluşur. En yalın manasıyla kelimelerden çok, kelimelerin düş gücünden oluşmuştur. Bu, artık bir kitabı anlamlarından önce işleyişleriyle değerlendireceğimiz, özümseyeceğimiz noktadır. Bir metnin, şiire öykündüğü andır. İlhan Berk, çok değerli metni Poetika’da, “Artık düğümü atmanın sırasıdır: Şiir bir şey anlatmaz demek, anlamı yoktur, anlamsızdır demek değildir. Anlamla yola çıkmaz demektir,” der. Düşünüldüğünde, anlam dahi duyumların birikmesi ve kümelenmesinden oluşur. Saf bir anlamdan söz edilebilir mi? Roland Barthes’ın Metnin Hazzı’na dönelim: Anlamlılık nedir? Anlamın duyular aracılığıyla üretilmişliğidir. Barthes’la Berk’in uyuştuğu, kaynaştığı, birleştiği yer, tüm bu anlam ve duyu kelimelerini bünyesinde toplayan form, aslen şiirdir. Ve şiir, düşlere dayanan, düşlemeye sevk eden, düşten oluşan ve düşü doğurandır. Tam da bu nedenle, şiirin ve düşün herhangi bir mutlak formu olamaz. Bu nedenledir ki şiir, diğer türlere göre her zaman fazlasıyla ayrıksı kalmıştır. Öyle ki, herhangi bir türün ayrıksı bir parçasına dahi çoğu zaman şiirsel denilegelmiştir. Nerval’e dönersek, bu ayrıksılığın bambaşka bir tezahürüne rastlarız, ki Nerval’in bunu en güzel şekilde gösteren metni de Sylvie’dir.
Nerval, Sylvie’de düşleri yalnızca kurmak ile kalmaz, onları durmaksızın şimdiye çağırır. Sylvie’de, “Yatağa girdim ama rahat edemedim. Yarı uykulu yarı uyanık bütün bir gençliğimi yaşadım anılarımda. Zihnin henüz düşün garip bileşimlerine karşı direndiği bu hal, yaşamın uzun bir döneminin en belirgin kesitlerini birkaç dakika içinde birbiri üstüne yığılmış bir halde görmemizi mümkün kılar,” der. Âşık olduğu Sylvie’nin düşünü kurar, ama aynı zamanda da Adrienne’e ve Aurélia’ya âşıktır. Ya da denebilir ki, yalnızca âşıktır.
Nerval, Sylvie’de aşkın neredeyse nesnesiz ya da nesneler-arası bir halini yaşar. Buna esrime ve vecd gibi kelimeler ile bir karşılık bulmaya çalışsam da, yine de metni karşıladığını düşünmüyorum. Çünkü Nerval’in âşıklığı, bir aşkınlığı, aşkınlık halini belirtmiyor, onu zaman-mekândan koparıp ertelemiyor; tam aksine aşkı bir akış haline getiriyor; bir uyarılmadan diğerine sıçrıyor: “Tatlıydı gece; ve yalnız Sylvie’yi düşünüyordum; ama manastırı görünce birden aklıma gelmişti: Adrienne’in bulunduğu manastır bu muydu yoksa?” Ama bazı anlar da geliyor ki, bu anıların varlığından şüpheye düşülüyor; düşlere dalınıyor. Nerval yazıyor: "Bu ayrıntıları yinelerken şimdi kendi kendime sorup duruyorum, gerçek miydi bütün bunlar, yoksa ben düş mü görmüştüm?” Veya diyor ki: “Bu anı belki de bir saplantı!” Nerval, aşkın düşler ile bağını tekrar kuruyor Sylvie’de. Belki de metin bu nedenle böylesine buruk ve naif.
Bu eksende düşleme, Sylvie’de öyle bir noktaya geliyor ki, artık bir düş olmaktan çıkıp düşlemenin doldurduğu mekânların düşü haline geliyor; düşler düşleri arzuluyor. Yine Sylvie’den alıntılıyorum: “Yalnızlık ve düş dolu o yerleri yeniden görmek arzusu doğar içimde bazen. Doğalmış gibi görünen bir dönemin kaçak izlerini hüzünle duyarım yüreğimde.” Böylelikle, artık Nerval’e özgü bir düş yoğunluğundan, düşlerle dolu mekânlardan, düşün düşlendiği anlardan söz edilebilir. Bu uğurda Nerval, tüm metnini bir düş makinesine çevirir.
“Bir düş ya da daha açık ifadesiyle düşleme, olduğu gibi dişildir,” der Jung’un da etkisiyle Bachelard. Hiçbir pratik düzleme oturtulamaz. Herhangi bir pratik işlevi yoktur. Hiçbir anlam imal etmez. Tek kelimeyle, hafiftir. Ama bir şeye dişil demek, onun kadında her daim bulunduğu anlamına da gelmez; bir kadın, eril de olabilir. Bu noktada, şeyler cinsiyetsizleşmekten çok, cinsiyetler-arası bir hal alır. Dişil olan, hayatın sonsuz veçhelerini oluşturur, eril olan ise bir diğer sonsuzluğu yoğurur. Öyle ki, bu birçok nitel noktada da tezahür eder; keskin ve oval, katı ve akışkan, hafif ve ağır, direkt ve dolaylı gibi birçok ikilik, ruhta bir birlik oluşturmaya, birbirleri arasında, sonsuz bir döngüde, düzensiz bir devinim kazanmaya başlar.
Bu meseleyi tartışan okuduğum en göz alıcı iki metin, Bachelard’ın Düşlemenin Poetikası’yla Virginia Woolf’un Kendine Ait Bir Oda’sıydı. Her iki metin de, iki büyük androjen zihin tarafından yazılmış gibidir. Ve eğer mümkünse, onların arasına Nerval’i de alacağım.
Nerval, Sylvie’de, “Şu ya da bu tümceleri yüreğin diliyle değil de öylesine söylediğimizi kadınlar bilir mi acep? Sanmam, seçtikleri erkekler onları çok kolay kandırıyor. Sevda denen oyunu çok güzel oynuyorlar! Kimi kadınların aldatılmayı seve seve kabullendiğini bildiğim halde hiçbir zaman o tür bir erkek olmadım. Zaten çocukluk aşkında kutsal bir şeyler vardır hep…” dediğinde, yalnızca bir erkek olarak konuşmaz. Sylvie’den söz ettiği noktada, Sylvie’de olur. Şöyle der: “Onda yaşadığımı duyumsuyordum ve yalnız benim için yaşıyordu o.” Sylvie’de aşk, iki ruhun birliği değil, ama bir ruhun diğerinde çözünmesiymiş gibi gözükür. Ama bu fikir bile çok fazla dayanmaz. Aurélia’yla bir konuşmanın ardından her şey tekrar şüpheye düşer: “Uzun süredir duyduğum o garip coşkular, o düşler, o gözyaşları, umutsuzluklar, o sevgiler… bütün bunlar aşk değildi demek? Peki aşk nerede o zaman?” Nerval’inki, dediğim gibi, birine âşık olmaktansa, bir âşık olma halidir; bir aşkı diğerinde, bir diğerini ise ötekinde arar; ve, şaşılmayacağı gibi, hiçbirine de kavuşamaz.
Tüm bu yapı, belki de ancak metnin sonunda, Sylvie’nin Adrienne’in öldüğünü söylemesi ile yıkılır. Bir âşığı ölmüş (Adrienne), diğeri evlenmiş (Sylvie), bir diğeri ise bir başkasını sevmektedir (Aurélia). Ama evlenmiş olsa da, en saf aşk, yine de Sylvie’ninki olarak kalır. Bunu anlamak da çok zor değil, metnin adı dahi Sylvie’dir. Aslında her şey, metnin başında da ifade edildiği gibi, onda yaşanır. Aurélia, kendisine duyulan sevgiyi haklı olarak sorgular; Adrienne, bir manastıra gider ve uzaklaşır; Sylvie’yse hâlâ oradadır, hatta evlense dahi oradadır. Her ne kadar Sylvie’de, “Her şeyde yalnızlık ve hüzün var!” gibi bir cümlenin geçeceği anlar gelse de, Nerval’in metni hüzünlü olmaktan çok, buruktur. Sylvie, bir bakıma, hüzün kadar, belki de ondan katbekat daha fazla, sevinci, esrimeyi ve şenliği barındırır. Her şey bir düş haline geldiğinde, hüzünlü olanların da bir ağırlığı kalmaz. Sylvie’nin sonlarına doğru Nerval şöyle yazar: “İşte, yaşamın sabahında bizleri büyüleyip yolumuzu şaşırtan ham hayaller. Fazla düzene koymadan şöyle bir gösterdim, ama nice kalpler anlayacaktır beni. Hayaller, bir meyvenin kabukları gibi, birbiri ardına düşer, ve meyve insanın deneyimidir.”
Tüm kabuklar soyulduğunda, ortaya çıkan şey yalnızca Sylvie’dir.
Görsel: Paris, La Place du Palais-Royal, carte postale.