Uğur Nazlıcan’ın Bir Dükkânı Beklemek'inde Yabancılaşma ve İnsana Duyulan Güvensizlik

İnsanın nesnelerle kurduğu ilişki onda aynı zamanda psikolojik ve sosyokültürel anlamda pek çok değişim yaratmıştır. Eşyanın evrimi buna paralel insanın da evrimi demektir. Dolayısıyla insanın evrimini eşyanın evriminden bağımsız düşünmek onu eksik değerlendirmek olur. Fakat sanayi toplumunun ortaya çıkmasıyla eşyanın insan üzerindeki etkisi diğer dönemlere göre daha farklı olmuştur. Her çağda metayı yaratan insan olmasına rağmen, zaman ilerledikçe insan adım adım ürettiğine, yani emeğine yabancılaşmış, en sonunda da yarattığı nesnenin kölesine dönüşmüştür. Pek tabii ki bütün insanların eşyanın “kölesine” dönüştüğünü ve dahası kendisine yabancılaştığını söylemek yanıltıcı olur, zira sanayi toplumunda oluşan sınıfsal ayrışma ezen ezilen paradoksunu doğurmuş küçük bir azınlığı hem eşyanın hem de insanın “efendisi” kılmıştır. Bu dönemde ortaya çıkan yönetici sınıf daha çok üretim araçları yardımıyla yarattığı nesneler üzerinden tahakkümünü sürdürmüştür.  

Uğur Nazlıcan Bir Dükkânı Beklemek isimli hikâye kitabında, nesnelerin tahakkümü altına giren insanların zamanla kendisine yabancılaşması inceleniyor. Tabii ki kitabın ana izleği tam anlamıyla bu değil. Zira kitapta insanın kendisine yabancılaştıktan sonra içinde bulunduğu durumdan kurtulmak istememesi ve en sonunda bu durumdan kaçmak istemeyen insanın güvensizliği sorgulanıyor. Kitabın “Yağmurda Bir Kapı Açmak” isimli öyküsünde nesnelerin insan yaşamı üzerindeki etkisini hikâyedeki ayna metaforundan okuruz. Bütün kitabın çatısının bu hikâye olduğunu söylemek yanlış olmaz herhalde. Hikâyenin kahramanı sürekli farklı insanlara dönüşen Şerif Ali denen biridir. Şerif Ali sürekli aynaya bakar, aynada beliren kendisi dışındaki siluetleri ve kulağına çalan sesleri paylaşır okurla. Aynaya her baktığında bazen bir çırak, bazen çay demleyen ocakçı, bazen kahvehaneye gelen bir müşteri, bazen kahvehane sahibi, bazen de kendisini görür. Burada aynanın bu şekilde kullanımı tesadüfi değildir, bu kullanım biçimiyle insanın, neredeyse bir eşyaya dönüşen hallerini anlatan bir metafor olarak kullanıldığını görüyoruz. Şerif Ali’nin gözünden aynaya bakarken gördükleri ve sonrasında kahvehanenin anlatılma biçimi insanın yaşadığı yabancılaşmanın özeti gibi âdeta:

“Şerif Ali karşısındaki aynanın içinde arkasındaki aynayı görüyordu; iç içe geçmiş, derinleşerek çoğalan onlarca, yüzlerce aynaya dönüşen tek bir ayna; iç içe geçmiş, derinleşerek çoğalan onlarca, yüzlerce Şerif Ali. Baktığı aynadaki Şerif Ali, aynaya bakan Şerif Ali’nin hemen hemen aynısıydı. Diğer görüntüler aynada derinleştikçe, Şerif Ali de, kendinden başka bir şeye benzeyerek meçhul bir istikbale doğru derinleşiyordu; ilk yansımada üstündeki suların hepsini bırakıyor, siyah paltosu kuruyor, sonra kırmızı şeritli ceplerindeki sarı çay markalarının ve siyah kahve markalarının şıkırdadığı mavi bir önlük giyiyor, bıyığı ince ince terliyor, ilk sigarası yakıyor, pis pis öksürüyordu.”[1]

Burada bir nesne üzerinden kendi yansımasına bakan Şerif Ali’nin aynada gördüğü kişiyle, olduğu kişinin aynı olmadığı görülür. Nesnenin hükmettiği birisinin gerçeği çıplak bir şekilde görmesini beklemek doğru olmaz. Dolayısıyla Şerif Ali’nin kendisini aynada tanıyamamasını bu minvalde okumak gerekir. Çünkü ayna üzerinden nesne kutsanır ve en sonunda insanın yabancılaşması yüzüne yansıtılır. Aynanın insanın üretim nesnesi olduğu düşünüldüğünde, yazarın nesneyi bir metafor olarak düşünmesi anlam kazanır. Kırık bir aynanın eşyayı parçalayıp yansıtması doğaldır, fakat burada söz konusu olan benliği parçalanmış bir insanın sağlam bir aynadaki metaforik yansımasıdır. Bu durumda insanın olduğundan farklı görünmesi doğaldır. Şerif Ali’nin aynaya bakarken kendi sureti yerine başka siluetler görmesi, anlatıcının günümüz insanının kendisine yabancılaşmasının ve dahası güvenilmez olduğunu ifade etmesinin de bir biçimidir aynı zamanda. Aynanın insan üzerindeki yabancılaştırıcı etkisi aynı zamanda insanın değişiminin ve ona duyulan güvensizliğin de nedeni olur hikâyede. Sabine Melchior-Bonnet’in Aynanın Tarihi isimli eserinde aynaya dair, “İnsanın açık seçik ve kendisine sadık bir görüntüsünü elde edebilmesi için yüzyıllar gerekti,”[2] tespitinde bulunur. Bonnet’in ayna ile ilgili söylediği “insanın kendisine sadık görüntüsü” çok şey anlatır. Bu ifade aynı zamanda insanın kendisini/siluetini bir nesne üzerinden tanıması anlamına da gelir. Bu noktada Bir Dükkânı Beklemek de insanın sadakatsizliğinin, kendisine yabancılaşmasının, dahası güvenilmezliğinin ayna üzerinden anlatılması olarak anlam kazanır. Çünkü insan sadakatini yitirmiş, ürettiği şeye yabancılaşmış, dahası güvenilmez olup çıkmıştır. Belki de insana duyulan bu güvensizlik nedeniyle, neredeyse kitabın her hikâyesinde hayvanlar konuşur. Bunun altında insanın insana ve pek tabii ki insanın kendi doğasına olan uzaklığı yatar. Bir köpeğin insana, insandan daha yakın oluşu doğa yasasının kabul edebileceği bir şey değildir oysa. Ama günümüz insanı evinde beslediği hayvanlarla daha mesut bir yaşam sürer. Hayvanın insana sadakati insanın insana (kendisine) sadakatinden daha önemli artık. “Köpek ile Kar” isimli hikâyede insanın bakışından ziyade bir köpeğin bakışına ihtiyaç duyulmasının nedeni bu olsa gerek. Çünkü kitapta nesnenin tahakkümüne aldığı, yabancılaştırdığı insanın güvenilmezliğidir anlatılan. Köpeğin bakışına duyulan saf güven bu noktada anlam kazanır. Köpeğin gözünden bir sokak ve bir adam şöyle anlatılır:

“Duvarın dibine sinmiştim saatlerdir. Başımı, ileri doğru uzattığım ön ayaklarımın üstüne koymuş, karşı kaldırımda karla kaplanmakta olan lacivert arabayı izliyordum. Sağ kalçamda tüylerimin döküldüğü, kıpkırmızı çıplak bir yaranın göründüğü yer ince ince titriyordu. Sokağın diğer ucundan bana doğru yaklaşmakta olan uzun, zarif karaltıyı fark edince birden ön ayaklarımın üstünde doğruldum, kulaklarımı belli belirsiz diktim. Karaltı, hiç acele etmeden, siyah paltosunun yakalarını kaldırmış uzun, zarif bir adama dönüştü.”[3]

Bu pasaja dikkat edilirse köpeğin bakış açısından bir insanın ve bir sokağın tasviri vardır. Paragrafın hemen devamında bu sefer aynı insanı kendi bakış açısından okuruz. Anlatıcının güvensizliğinin nedeni o vakit anlaşılır, çünkü adamın gözünden anlatılanlar köpeğin gördüklerinden farklıdır. Tam da burada akla “Yağmurda Bir Kapı Açmak” hikâyesindeki Şerif Ali’nin anlattıkları gelir. Anlatıcının hikâyedeki ayna metaforunu niçin kullandığı o vakit anlaşılır. Buradaki yabancılaşmanın ve sonrasında oluşan güvensizliğin nedeni, tıpkı ayna metaforundaki gibi insanın bozulan, değişen, dahası adım adım yok olan dünyasıdır.

“Kafamı ileri doğru uzatıp çenemi dizlerimin üstüne koydum, durmadan yağan karın, az önce önümden geçip sokağın içine doğru yürüyen köpeğin kar üstünde bıraktığı kan lekelerini yavaş yavaş kapamasını izlemeye devam ettim. Bir süre sonra yerde kan lekelerinin olmadığını fark ettim; az önceki izler karda mıydı, aklımda mıydı, zamanın geride kalan bir parçasında mıydı, bir türlü hatırlayamıyordum.”[4]

Köpek nesnel düşünürken adam nesnelliğini yitirmiştir. Adamın köpeğin arkasından bakarken yerde gördüğü kan lekelerinin gerçek olup olmadığını bir türlü anlayamaz. Şaşkınlıkla, “az önceki izler karda mıydı, aklımda mıydı, zamanın geride kalan bir parçasında mıydı, bir türlü hatırlayamıyordum,” der. Belleğinin oyun oynadığı insan kendisine yabancılaşmış, nesnelliğini kaybetmiş ve hayal dünyası gerçekliğini ele geçirmiştir. Burada iki farklı bakış açısı olduğuna dair bir yorum yapılabilir, ama söz konusu olan iki farklı türün bakış açısının karşılaştırılmasıdır. Anlatıcının buna ihtiyaç duymasının nedeni kendisine yabancılaşan insanın nasıl baktığını göstermektir. Bu durum aynı zamanda insanın hem yazgısı hem de umutsuzluğudur. Zira anlatılanlar bir köpeğin nesnel bakış açısına ihtiyaç duyacak kadar kendinden uzaklaşmış insanın dramıdır aynı zamanda. Hikâyenin devamında, köpeğin temas ettiği herkesi aynı düşünsel arka plan üzerinden okuruz. Dahası köpeğin kadrajına giren kişilerin de dönüp kendilerini ve gördüklerini tıpkı Şerif Ali gibi parçalanmış bir şekilde anlatması bu bakımdan dikkate değerdir. Köpeğin nesnel bir “görme biçimi” vardır, o her şeyi yalnızca siyah ve beyaz görür. Dolayısıyla görme biçiminin sınırları nettir bu anlamda. İnsan gibi değildir. “Köpek ve Kar”daki köpek metaforu tam da bu noktada önem kazanır. Köpeğin bakış açısının kullanılması, insanın kendisine yabancılaşması kadar, neleri yitirdiğini göstermesi bakımından metindeki rolü de o derece önemlidir.

Deryus Shayegan Yaralı Bilinç isimli kitabının “Aynı Zamanda Bir Başlangıç da Olan Sona Ertelenmişlik” altbaşlığıyla kaleme aldığı denemesinde, sanayi sonrası oluşan kentlerdeki insanın trajedisinden bahseder. İnsanın karşılaştığı yeni nesneler üzerinden acizliğini anlatır.

“Zamanın değiştiğini, dünyanın dönüşüme uğradığını, tarihin durmadan yeni üretim biçimlerini, yeni toplumsal ilişkileri biçimlendirdiğini bilirim, ama bu tarihin içeriği benim yokluğumda oluşmuştur: yaratılışında yer almadığım gibi bu tarihin sonuçlarından da sorumlu değilim. Bütün bildiğim, bu yeni dünyanın amansız bir mantığının olduğu, bana hazır bir yapıyı dayattığı ve benim bunun seyrini değiştirmeyi de, tam şu anda bulunduğumuz yere varmak için onun aldığı yolu geri geri gidebilmeyi de beceremediğidir.”[5]

Shayegan’ın bahsettiği üretim biçimlerinden kaynaklı yabancılaşma, insanın paradigmasının değişimi kadar nesnelerin insan hayatı üzerindeki etkisidir aynı zamanda. Bir Dükkânı Beklemek’in hikâye karakterleri Shayegan’ın anlattığı insanlara çok benzer. Filozof sözlerinin sonunda, insanın değişiminin (kurtuluşunun) artık mümkün olmadığına dair umutsuzluğunu dile getirir. Nesnelerin kölesi olmuş bir insanın kendisine yaptığı kötülük kaçışı olmayan bir şeydir ona göre. Bir Dükkânı Beklemek’te de bu kaçışın neden mümkün olmadığı görülür. Belki de o nedenle bu absürt durum, bu kaçışı olmayan mesele bir köpeğin gözünden aktarılır. Çünkü köpeğin dünyasının sınırı gördüklerinden fazlası değildir. İnsan da en fazla yaşadığı tutsaklıktan bu kadar uzaklaşabilir. Köpekle insan arasındaki bu ilişki düşünsel açıdan bu anlamda oldukça başarılıdır. “Bizi Bir Dağlar Başında Bir Kahvehanede” öyküsünde bu kaçışın neden mümkün olmadığı çarpıcı bir şekilde şu sözlerle anlatılır:

“Dalgındı Uğur, biraz daha yaklaşınca çay bardağının içine düştü, usulca dibe çöktü. Bir çay kaşığı bardağa girip Uğur’u karıştırdı, biraz çaya karışan Uğur, biraz da, hafifçe köpürüp çayın yüzeyine çıktı. Çay kaşığı, köpükleri çayın yüzeyinden alıp tık tık çay tabağına aktardı. Bardağı eline alıp kendisiyle karışık bir şeyler içen Uğur, yavaş yavaş bardaktan bedenine akmaya başladı. Çayı bitirdi, tabaktaki köpüklere baktı. Biraz daha eksilmişti.”[6]

Tam bir “delilik” hali anlatılanlar. Aynaya bakarken kendisini paramparça gören Şerif Ali’nin gördüklerine ne kadar da benziyor Uğur’un yaşadıkları. Bu öyküde de benzer bir yabancılaşma söz konusudur. Burada nesneye yüklenen anlam, insanın yokluğu anlamına gelir. Çünkü nesnelerin insan yaşamındaki rolü insanın kendi yaşamındaki rolünden daha fazladır artık. Uğur’un içinde bulunduğu sıkışmışlıktan ne kadar uzağa kaçabileceği, yani kendi özüne ne kadar dönebileceği çayın içerisinde eriyen şeker metaforuyla anlatılır. İnsanın bu tutsaklıktan kaçışı, tıpkı “Köpek ve Kar” hikâyesindeki köpeğin gördüğü sınırlar kadardır.

Kitaptaki her hikâye için benzer bir hat bulmak mümkün, ama özellikle kitabın “Kısmet”, “Bir Kahvehaneyi Kayaya Oymuşlar”, “Yağmur Altında Kendi Gölgenin Peşinden”, “Merhaleler Cemi” ve “Bir Cambazın Fotoğrafı” öyküleri bu minvalde dikkatle okunacak metinler.

İnsanlar son iki yüz yıldır kentli bir karmaşanın içine nesnelerin yabancılaştıran etkisi nedeniyle hapsolmuş durumda ve bundan kurtuluşu da yok gibi. Nesneyi insandan daha kıymetli bir şeye dönüştüren bu yabancılaşma, insan için kurtuluşu olmayan bir hapishaneye dönüşmüş durumunda. Şerif Ali’nin aynada kendisi dışında gördükleri, insanın nesnelerin dünyasında nasıl kaybolduğunu anlatıyor sanki. Nesnelerin yönettiği hayatların hayvanların gözünden anlatılması şaşırtıcı değil bu nedenle. Hatta eşyaya dönüşen yaşamlarının bir hayvanın gözünden anlatılması tam da bu noktada anlam kazanıyor. İnsanı ürettiği nesneler üzerinden kendisine yabancılaştıran, dahası ona “hükmeden”, ezen bir güruhun olduğu aşikâr. Buna ses etmeyen, verdiğiyle yetinen, ürkek, korkak, konformist, mülkiyetçi ve bir tür tüketim nesnesine indirgenmiş insanın köleliği pek tabii ki ona duyulan güveni de yok ediyor.

Geriye sadece şöyle bir soru kalıyor: Sahi, insan güvenilmez bir varlık mıdır?



[1] Uğur Nazlıcan, Bir Dükkânı Beklemek, 1. baskı, YKY, İstanbul, s. 29.

[2] Sabine Melchior-Bonnet, Aynanın Tarihi, çev. İsmail Yerguz, Dost, Ankara, s. 24.

[3] Uğur Nazlıcan, a.g.e., s. 9.

[4] A.g.e.,  s. 9.

[5] Deryush Shayegan, Yaralı Bilinç: Geleneksel Toplumlarda Kültürel Şizofreni, çev. Haldun Bayrı, Metis, İstanbul, s. 13.

[6] Uğur Nazlıcan, a.g.e., s. 43.