İşçi Partisi’nin yıllık kongresi geçen hafta Liverpool’da gerçekleşti. Vakit daha uygun olmazdı. Birkaç ayı aşkın büyük bir kalabalık Brexit’i tersine çevirebilecek bir Halkoyu (“People’s Vote”) yapılmasını talep ediyor; sebepleri referandum sırasında AB’den ayrılmayı savunanların açıkça yalan söylemiş olmaları -kampanya sırasında üzerinde “Aylık 350 milyon pound’u AB’ye gönderiyoruz o parayı sağlık hizmetlerimize yatıralım” yazan otobüsler her yerde dolaşıyordu örneğin, bunun ve daha birçoğunun[1] “gerçek” olmadığı Brexit günü yaklaşırken ortaya çıkınca AB’den ayrılma yönünde oy kullanmış birçok insan fikirlerini değiştirdiklerini, hükümetin yaptığı veya yapacağı son anlaşmanın da halkoyuna sunulması gerektiğini savunmaya başladılar.
Fikrini değiştirenlerin sayısı az değil çünkü Muhafazakâr Parti’nin Brexit planları tekerlekleri bir bir patlak veren ağır bir kamyon gibi ilerliyor. Theresa May’in sürdürdüğü pazarlıkların bir neticesi olan Chequers planı AB tarafından kabul edilemez olarak nitelendirildi ve kibarca suya düştü. Muhafazakâr Parti’nin AB’ye kararlı bir biçimde karşı çıkan kanadının bundan faydalanıp May’in liderliğini sorgulamaya açmak ve Dışişleri eski Bakanı Boris Johnson’ı partinin başına getirmek gibi bir planları olduğuna dair konuşmalar yapıldı. Muhafazakâr Parti içerisindeki AB karşıtlarının May’in Chequers planını parlamentoda veto edeceklerini söylüyorlar. İşçi Partisi de Brexit’i ölçmek için sundukları “altı test”e[2] uymazsa veto edeceklerini söylüyor; bu testlerin içeriği -bir tanesi örneğin ortak pazarda kalmayı öngörüyor- göz önüne alınırsa mevcut hükümetin sunacağı her türlü teklifi reddedecekleri anlamı çıkabilir. Bu durum birkaç aydır konuşulan “no deal Brexit” senaryosunu yeniden alevlendirdi: pazarlıklarda herhangi bir sonuca varamadan paldır güldür AB’den çıkmak. Bu “felaket senaryosu”nun tetikleyebileceği ekonomik sonuçlar göz bebeklerini büyüten türden: Britanya’nın Dünya Ticaret Merkezi’nin koyduğu kurallara göre AB ülkeleriyle ticaret yapması; serbest dolaşım hakkının sekteye uğraması, bunun sonucunda bir ayağı bir AB ülkesinde bir ayağı İngiltere’de olan şirketlerin devasa zarar etmeleri. Siyasi sonuçları daha yakıcı. “Odadaki fil” İrlanda sınırı. AB’yle sınırların nasıl çizileceği konusunda bir anlaşmaya varılamaması İrlanda Cumhuriyeti ve Kuzey İrlanda arasında “Troubles” dönemini andıran türden bir sınır karmaşası yaratabilir. Bu karmaşayı çözmek içinse İrlanda’nın bir referandumla birleşmesi kararı akla yatkın duruyor; her on yılda bir hortlayan İskoç bağımsızlığının bu vesileyle tekrar gündeme gelmesi de kaçınılmaz gibi; kısaca, doğru kararlar alınmazsa, Birleşik Krallık’ın parçalanışı dahi gündemde.
Kongreye gidilirken büyük “mesele” doğal olarak, Brexit’ti. Fakat ne Brexit ne de Halkoyu’na dair somut bir karar çıktı. İşçi Partisi milletvekillerinin %90’ı, bir Halkoyu olması gerektiğini ve oy pusulasında “AB’de kalma” seçeneğinin bulunması gerektiğini söylüyorlar. Partinin lider kanadı Corbyn ve gölge Ekonomi Bakanı McDonnell ise bu konuda çekimserler. Hükümetin Brexit konusunda attığı hemen hemen her adımı eleştiriyorlar, fakat AB’de kalmaktansa “bırakın pazarlıkları biz yapalım” demeyi seçiyorlar. Halkoyu değil, genel seçim istiyorlar. Yine de, İşçi Partisi bir bütün olarak bu konuda kesin karar vermişe benzemiyor. McDonnell Halkoyu olursa, referandum sonucuna saygı duymak adına, AB’de kalma seçeneğinin olmaması gerektiğini söyledi; böyle bir Halkoyu’nun herhangi bir mantığı olamaz; çünkü İşçi Partisi’nin halihazırda reddettiği planı referanduma götürmeyi teklif etmesi anlamsız; AB’de kalma seçeneği olmadığı için de kendi tabanının tepkisi kaçınılmaz; bundan ötürü gölge Brexit Bakanı Keir Starmer bir gün ertesinde AB’de kalmanın da bir seçenek olacağı referandumun gündemde olduğunu belirtti. McDonnell da Starmer’ın dediğini sonrasında yineledi. Herkesi memnun etmeyi tasarlayan bu plan şu şekilde: Hükümetin parlamentoya getireceği planı altı teste tabi tut, uymuyorsa veto et, genel seçim iste, o da olmazsa Halkoyu’nda diret.
Bu kararsızlığın kaynağı İşçi Partisi seçmenin bir kısmının da AB’den ayrılma yönünde oy kullanmış olması. Özellikle işçi sınıfının daha yoğunluklu olduğu bölgeler bu yönde oy kullandı. Dolayısıyla bazı vekiller ve partinin üst tabakasındaki isimler Brexit’i tersine çevirebilecek bir Halkoyu’na destek verirlerse “halka ihanet” edebileceklerini düşünüyorlar. Corbyn ve McDonnell da 2016 referandumunun sonucuna saygı duyduklarını söylüyorlar. Bir “kaybet-kaybet” hali bu. Brexit’i desteklerlerse felakete imza atmış olacaklar: Pazarlıkların şu aşamasında “iyi Brexit” diye bir şeyin olmadığı açık; Brexit her haliyle Britanya için içler acısı bir senaryo ve nostajik bir milliyetçilikle ekonomik korumacılığın korkunç bir bileşimine maruz kalmamış herkes bu fikrin yıkıcı potansiyelini görüyor. Fakat karşı çıktıkları zaman, yüksek katılımlı bir halkoyunu reddetmiş olacaklar -“Westminster elitleri halka ihanet etti” manşetleri uzaktan bile okunabiliyor. Böyle bir adım doğrudan UKIP gibi “elit düşmanlığı üzerine kurulmuş elit partiler”in -UKIP lideri Nigel Farage Dulwich College mezunu örneğin, Boris Johnson da gururlu bir Etonlu- elinde çok kolay bir silaha dönüşebilir. Fakat bu tür korkular -“aşırı sağın eline silah vermek”- siyaseti belirlediğinde zaten kaybetmişsiniz demektir. Kuzeyde bir demir-çelik işçisi İşçi Partisi yerine Britanya Bağımsızlık Partisi’ne oy vermeyi seçiyorsa bu başarısızlıktır. Aynı işçi pratikte kendisi için daha kötü sonuçları olmasına rağmen AB’den ayrılma yönünde oy kullanıyorsa bu da bir başarısızlıktır. Bu tür başarısızlıkların gölgesinde yürüyüp bir daha başarısız olmak yerine, karşı tarafın haksız olduğunu göstermeye çalışmak her haliyle siyaset denen şeyin pratiğine daha uygun gibi.
İşçi Partisi, kongrede Halkoyu’nu yalnızca bir ihtimal olarak kabul etti; gelecek aylarda bu durum değişebilir. Demokrasi bir “oldu bitti” değil sonuçta. Halkoyu adına ülke çapında yapılabilecek demokratik gösteriler, Londra’da ekim ayının sonlarına doğru büyük bir yürüyüş bekleniyor, Halkoyu’nun “anti-demokratik” olduğu laflarını pek tabii ağızlara geri sokabilir.
Kongrenin büyük sorusu Brexit olsa da, kongrede Brexit’ten büyük sorunlar da konuşuldu. McDonnell İşçi Partisi hükümet olursa getirilecek bir tasarıdan söz etti; buna göre, büyük şirketlerin gelirlerinin %10’u işçilere ait bir fona verilecek.[3] Başka bir öneri de evsizliği çözmek için getirilmesi tasarlanan “ikinci ev vergisi”; iki veya daha fazla ev sahibi olan insanlardan alınacak ekstra verginin evsizliğe bir çözüm olmasını öngörüyor. Bu tür öneriler Corbyn’in kapanış konuşmasında Brexit’ten daha büyük yer kapladı. Bu konuşma birçok açıdan kritikti. Medyada -BBC, The Times, Channel 4 vb.- Corbyn’in nitelikleri üzerine son zamanlarda çok şey söylendi. Antisemitist olduğu, İran devlet kanalından para almış olması gibi bir sürü tartışma sürdü. Bu konuşmanın ardından çoğunda Corbyn’in konuşmasının “başbakanvari” olduğu söylendi. İşçi Partisi lideri, parti içinde ve dışında uzun mücadeleler sonunda gerçekten lider gibi konuştu.
Hatırlamakta fayda var: İşçi Partisi, Avrupa’nın en yüksek üye sayısına sahip partisi. Bu üyelerin yüksek çoğunluğu da Corbyn’e destek olmak için partiye katılan genç bir kuşak. İki-üç yılın sonunda İşçi Partisi, Tony Blair’in temsil ettiğinden çok farklı bir yerde; daha solda tabii, fakat solda olmasını isteyen insanlar da çoğunlukta. Corbyn’in konuşması partinin bu yeni çehresini benimsedi. Kongrenin sonunda, İşçi Partisi, Brexit’ten çok “Brexit’i yaratan koşullar”la mücadele etme sözü verdi.
[1] Bu otobüslerin bir diğerinde de “Türkiye (79 milyon nüfus) AB’ye katılıyor” yazıyordu.
[2] Altı testin içeriği için bkz. https://www.bbc.co.uk/news/uk-politics-39398049
[3] Bu öneriyi “işçiler şirketlere %10 ortak olacak” gibi okuyanlar oldu. Öyle olamayacak kadar karışık bir öneri aslında, iyi bir izahı için bkz. https://www.theguardian.com/business/nils-pratley-on-finance/2018/sep/24/john-mcdonnell-is-not-offering-workers-real-share-ownership