Acı Verici ve Anlamsız: Brexit

“Bir Avrupa Birleşik Devletleri, veya adı her neyse, kurmamız gerekli”

Winston Churchill, 1946

2016’da yapılan referandum Avrupa Birliği’nden ayrılma yönünde sonuçlandığında Birleşik Krallığın savaş-sonrası dönemde Suez krizi dışında eşi olmayan bir siyasi krize doğru ilerleyeceğini kimse tahmin etmiyordu. Böyle durumlar için Britanya’da kullanılan, nedense Amerika’da pek popüler olmayan, bir deyiş var: losing the plot. Herhalde en yakın Türkçe karşılığı “keçileri kaçırmak”. Bir zamanlar pragmatikliği ve pratik detaylara verdiği önemle bilinen Britanya, 2016 referandumundan beri bu yönde III. George’ün deliliği andıran adımlarla ilerliyor. Brexit 2019 Mart’ına yaklaşılan her gün ülkeyi biraz daha kutuplaştırıyor ve Birleşik Krallık uluslararası sahnede biraz daha saygınlığını yitiriyor. Brexit’in hangi koşullarda gerçekleşeceğine dair bir anlaşmaya Theresa May ve AB müzakerecisi Michel Barnier arasında varıldı. Fakat bu anlaşma parlamentoda çoğunluğu elde edebilecek bir konumda değil. Muhafazakâr Parti Avrupa Birliği nefretiyle dolmuş olanlar, hükümeti destekleyenler ve ikinci bir referandum isteyenler arasında bir iç savaşa sürüklenmiş durumda. Corbyn ve İşçi Partisi, Brexit demokratik bir referandumun sonucu olduğu için, “bırakın biz yapalım” demeyi seçiyorlar; fakat Brexit, nasıl Muhafazakâr Parti’yi parçaladıysa, İşçi Partisi’ni de parçalayabilecek bir girdap, onlar da adım adım ikinci bir referandumu desteklemeye doğru kayıyorlar. Bu belirsizlik sürerken Brexit’in sebeplerine bakmak, Birleşik Krallığın içinde bulunduğu durumu biraz daha anlamamıza yardımcı olabilir. 

Brexit, Brexit mi demek?

Brexit temel olarak Birleşik Krallığın değil, Muhafazakâr Parti’nin bir iç çatışmasıydı.[1] 2015 seçim manifestosuna referandum vaadini David Cameron, partisindeki bu grubu susturabilmek için ani bir kararla, parti konferasında tartışmadan koymuştu. Cameron, müthiş bir bencillikle, bu referandumu kolayca kazanabileceğini ve partisinin sağ kanadını safdışı bırakabileceğini düşünüyordu. 2010’da on üç yıllık Labour hükümetini, koalisyonla da olsa, indirmiş, İskoçya referandumunda istediği sonucu elde etmiş ve 2015’te çoğunluk hükümeti kurabilmişti. Bir başka referandumu kazanmak ne kadar zor olabilirdi ki? Hesapladığı, 2010’da hazineden sorumlu George Osborne’la beraber uyguladığı kemer sıkma politikaları sonucunda İngiltere’nin post-endüstriyel bölgelerinde büyük bir kırılma ve hayal kırıklığı yaşanmış, fakirlik artmış ve Londra, büyük bir finans merkezi olarak daha da büyüse de, yeniden evsizlerin evi olmaya başlamıştı. Bu hoşnutsuzluktan faydalanmak için tek bir slogan yeterli oldu: “Kontrolü tekrar ele alalım.” (Take back control) İnsanların hayatların da “kötü” olan her şeyin sebebi AB haline gelmişti Ayrılma kampanyasında.

Bir proje olarak Brexit Muhafazakâr Parti’nin sağ kanadının uzun süredir gündemiydi. Kendilerini Thatcher’ın mirasçısı olarak gören bu siyasetçiler Avrupa Birliği’nden ayrılmayı devlete karşı serbest pazarın bir zaferi olarak görüyorlar -AB, onların zihninde bir tür “mega-devlet”. Hayallerindeki Birleşik Krallık dünyaya daha açık, AB düzenlemelerine, İnsan Hakları mahkemesine bağlı olmadan daha fazla ülkeyle serbest ticaret antlaşması yapabilmek üzerinden şekilleniyor. Var olan Thatchercı vizyon, mevcut hoşnutsuzlukla birleşince olumlu sonuç verdi. Tek bir sorun vardı: Brexit’in ne olduğuna dair kimsenin bir fikri yoktu.

İskoçya referandumundan önce İskoçya Ulusal Partisi dokuz yüz sayfalık bir taslak plan hazırlamıştı. Eksiklikleri, artıları, bağımsız bir İskoçya’nın neye benzeyeceği üzerine tartışmalar yapılmıştı.    Brexit için kampanya yapanlar arasında Brexit-sonrası Birleşik Krallığın neye benzeyeceğini anlatmaklaysa kimse uğraşmamıştı. Herkesin bildiği vaatler vardı: “350 milyon poundu her hafta AB’ye vereceğimize sağlık hizmetlerine yatıralım” (Boris Johnson), “dünyanın en kolay anlaşması olacak” (Liam Fox), “1 trilyon kazançlı çıkacağız” (Jacob Rees-Mogg). Fakat kâğıt üzerine Birleşik Krallığın neye benzeyeceği konusunda bir fikir birliği yoktu. Bu yokluğun üzerine de gidilmedi çünkü Cameron bunu kazanabileceğinden emindi. BBC gibi medya kuruluşları burada bir ikileme girdi, çünkü öbür taraf açıkça yalan söylüyordu. İki taraftan biri yalan veya gerçekliği test edilemeyecek bir şey söylüyorsa ikisine eşit süre mi verilmeli? Tarafsızlık adına BBC bunu yapmayı tercih etti.  Ayrılma yanlısı taraf (Vote Leave) vahşice hayalleri beslerken, Nigel Farage ve UKIP yürüttüğü ve Rusya’yla iş bağları gündemden düşmeyen Aaron Banks’in 1 milyon pound bağış yaptığı resmi-olmayan ayrılma kampanyası (Leave.EU) olabilecek en kötü hisleri körüklüyordu: Göçmenlere saldırdılar, AB’nin “faşist bir Alman imparatorluğu” olduğu söylediler ve  içi boş bir Britanya milliyetçiliğini yeniden gündeme getirdiler. Cameron ve Cameron’ın “spin doctor”ı Craig Oliver’ın yürüttüğü kalmak yönündeki kampanyaysa bütünüyle ekonomik teknokrasi üzerine kurulmuştu: “AB’de kalmak ekonomik açıdan bizim için daha iyi.” Bu sığ bakış açısı karşısında “Kontrolü ele alalım”ın başarılı olmasında şaşılacak bir şey olduğu da söylenemez.

İşçi Partisi’nin kalmak yönündeki kampanyası ise unutulmaya yüz tutacak türdendi. Ne Jeremy Corbyn’in söylediklerinin herhangi bir etkisi oldu, ne de İşçi Partisi kendi işçi tabanını AB’de kalmanın iyi bir fikir olduğuna ikna edebildi. 70’lerdeki ilk AB referandumu olduğunda İşçi Partisi lideri Tony Benn buna karşıydı -Corbyn de o referendumda ayrılmayı desteklemişti. Benn’in siyasi varisi Corbyn, Benn’in neredeyse bütün siyasi çizgilerini takip ederken AB konusunda gösterdiği ilgisizlikle tabanı ikna etmeyi başaramadı -AB’den ayrılma sonrasında daha “sosyalist” yasalar geçirilebileceğini de düşünenler vardı. Örneğin geçen eylüldeki İşçi Partisi konferansında AB’yi “neoliberal” olduğundan ötürü protesto edenlerin sayısı çoktu. Bunların çoğu da metropolitan değil, Liverpool, Manchester gibi yerlerde yaşayan, İşçi Partisi’nin geleneksel tabanı. “Sol Brexit” tehlikeli bir hayal. Bu yazıyı yazarken İşçi Partisi’nin resmi politikası da bu şekilde. “Bırakın Brexit’i biz yapalım, işçileri ve işleri koruyacak bir anlaşma yaparız.” Bu fikir, AB’den solcu gerekçelerle ayrılmak, 70’lerden beri yaygın. E. P. Thompson, örneğin, bu yönde yazılar yazmıştı.[2] Fakat dünyada yükselen otokrasiler ve azalan demokrasiler karşısında bunu savunmak yeldeğirmenlerine savaş açmaktan da farksız. Corbyn, partisi kalma yanlısı olduğu için, resmen bu çizgide değil. Fakat bu “gelenek”ten geliyor ve AB’de kalmak için yeteri kadar mücadele etmemiş, hatta kalmak için doğru düzgün, “sol” bir sebep ortaya koyamamış olmasının da ardında bana kalırsa 70’ler solundaki bu fikirlerin yaygınlığı yer alıyor. İşçi Partisi bu yüzden Brexit tartışmalarında neredeyse tamamen dışarıda kaldı; esasında, Eton, Oxford ve sonra Muhafazakâr Parti’de birlikte olmuş Cameron ve Johnson arasında bir çatışma oldu bu.

Hangi egemenlik, hangi kontrol?

Brexit’e oy verenlerin haritasında baktığımızda oldukça bariz bir detay göze çarpıyor. İskoçya ve Kuzey İrlanda kalmak, Galler ve Londra-dışında İngiltere çıkmak istiyor -güncel anketler Galler’de de ibrenin kalmak yönünde değiştiğini gösteriyor. Londra, İngiltere’nin, neredeyse dünyanın, en çok göçmen alan ve en çok göçmenin yaşadığı şehri. Bu yüzden Londra’da yaşayan insanlara “göçmenler geliyor” tehdidi korkutucu gelmiyor. Göçmen oranı %1 olan Wigan gibi yerlerde ise ayrılma yanlılarının oranı %70’e çıkıyor. Neden peki? Bu yerler epey bir süredir Londra’nın gölgesinde yaşadıklarını, büyük şehrin bütün zenginliği elinde tuttuğunu düşünüyorlar. Burası doğru fakat AB yalnızca bir öcü mü? Neden AB’nin Birleşik Krallığın egemenliğini elinden aldığını düşünüyorlar? Siyasetçiler için serbest ticaret yeterli bir sebep, fakat sıradan insanlar için de öyle mi? Örneğin Londra’da ayrılma yönünde oy kullanmış biriyle konuşurken bana “Birleşik Krallık yasa yapamıyor, yeteri kadar temsil edilmiyoruz” dedi, hangi yasayı yapmak isteyip de AB’nin buna karşı çıktığını sorduğumda bir cevap alamadım. Ama temsil, egemenlik, siyasetin temel problemleri ve bu tartışmada bir yer oynadıklarına şüphe yok. Neden Londra-dışında İngiltere’de yaşayan biri temsil edilmediğini düşünür ve neden İskoçya’da biri bunu düşünmez? İskoçya’nın post-endüstriyel, Glasgow veya Edinburgh olmayan şehirlerinde ayrılma taraftarları pek görünmüyor, İngiltere’nin tam tersi hatta, o zaman Londra-dışında İngiltere’deki bu temsil edilme arzusunun kökeni ne?

Bir olası cevap: İngiltere’nin parlamentosu yok. Kulağa biraz tuhaf geliyor, fakat House of Commons, İngiltere parlamentosu değil, Britanya parlamentosu. Birleşik Krallık’ın İngiltere dışında her üye ülkesinin bir parlamentosu var ve bu parlamentolar önemli bir işleve sahip. Örneğin İskoçya’da uzun süre İşçi Partisi vardı, son iki seçimdir SNP (İskoç Ulusal Partisi) yönetiyor. Bu parlamentolar o ülkelerde yaşayanların vergilerini de belirliyor. Dolayısıyla o ülkelerde yaşayanların “temsil edilmediklerini” düşünmek için herhangi bir sebep görünmüyor. Fakat İngiltere’de yaşayanların bir parlamentosu 1718’den, yani Avam Kamarası’nın İngiltere Parlamentosu olmayı bırakıp, İskoçya ve İrlanda’yla yeni kurulmuş Britanya’nın parlamentosu olmaya başlamasından beri yok. Egemenlik sorunu, dolayısıyla, oldukça gerçek fakat çözümü Brexit olmaktan da oldukça uzak.

Sorun şurada: AB, Birleşik Krallık’ın egemenliğine bir tehdit değil. Çünkü AB klasik egemenlikten çok regülasyon gibi yeni bir egemenlik teknolojisiyle işliyor. Britanya Parlamentosu AB regülasyonlarının %97’sini halihazırda kendi onaylandı. AB karşıtı söylem (Kontrolü ele alalım) eski bir egemenlik anlayışına atıfta bulunsa da, burada bir egemenlik kaybından bahsedilemez herhalde. 

Brexit’in “yükselen İngiliz milliyetçiliğinin” bir sonucu olduğunu söylemek, bu açıdan, hatalı ve kolaycı bir cevap. Anthony Barnett’in söylediği gibi, “İngiliz milliyetçiliğinin eksikliğinin” bir sonucu olduğu ise daha akla yatkın.[3] İskoçya, Kuzey İrlanda ve Galler, kendilerini Avrupa’nın bir parçası olarak görüyorlar çünkü bir milli kimlikleri var ve bu kimlik “Avrupalı” olmayı dışlamıyor. İngiltere Avrupa’nın bir parçası mı? Birleşik Krallık parçalanan kadar bunun farkına varılamayacak gibi görünse de, evet. Britanya, Avrupa’nın parçası mı? Kesinlikle hayır. Linda Colley, Britons kitabında “Britanya” kimliğinin nasıl oluştuğunu anlatır ve bu kimliğin hemen hemen tüm köşe taşları, Napolyon Savaşları, imparatorluk, çay, anti-Bolşevizm, anti-Nazizm vb. Avrupa’ya zıtlıkla tanımlanmışlardır. İngiliz milliyetçiliğinden boşalan yeri Britanya milliyetçiliği doldurduğunda Londra-dışında İngiltere’de yaşayanların kendilerini Avrupa’nın bir parçası olarak görmemelerine şaşırmamak gerekir. “Temsil edilemiyoruz”dan daha sahici bir siyasi söylem yoktur herhalde, fakat AB’den ayrılmak bu konuda neredeyse hiçbir şeyi değiştirmeyecek. Yeni bir İngiliz Parlamentosu kurulması belli çevrelerin az ama yoğunlukla yürüttüğü bir tartışma. Olası bir plan 70’lerde ortaya atılmıştı[4] -Lordlar Kamarasını iptal edip, Commons’ı Britanya parlamentosu olarak oraya taşımak ve Commons’ı İngiliz parlamentosu haline getirmek örneğin. Fakat yakın zamanda gerçekleşebilecek bir fikir gibi gözükmüyor bu. Dolayısıyla, elimizdeki soruna geri dönüyoruz…  


(Grafikler Oxford Üniversite’nin yaptığı araştırmadan, bkz. http://www.ox.ac.uk/news-and-events/oxford-and-brexit/brexit-analysis/mapping-brexit-vote)


İkinci bir referandum mu?

Tony Blair geçenlerde Birleşik Krallığın karşılaştığı iki senaryoyu “acı verici ve anlamsız” olarak tanımladı.[5] Anlamsız olan, Theresa May’in getirdiği anlaşma. Bu anlaşma AB’yle ilişkileri, mantıklı sebeplerden, oldukça yakın tutmaya çalışıyor. Birleşik Krallık birçok noktada, ticaret, siyaset gibi AB’yle yakın bir ilişki kurmaya devam ediyor ve regülasyonların da bir kısmını sürdürüyor. Bu “anlamsız” çünkü AB’yle yapılabilecek en iyi anlaşma zaten AB üyesi olmak. Burada Birleşik Krallık, AB kurallarına birçok yerde uymaya çalışırken o kuralları koyma hakkını kaybediyor. Bunun “vasal devleti” konumu olduğunu söyleyenler de var, abartılı olsa da, çok az doğruluk payı var. İyi yanları, AB ve Birleşik Krallık vatandaşları açısından en güvenli anlaşmanın bu olması. AB’den çıkılıyor, fakat güçlü bir ilişki kurulmaya da devam ediliyor. Acı verici olansa, anlaşmasız çıkma ihtimali ve Muhafazakâr Parti’nin Brexit radikalleri şu an bunda diretiyorlar. “Vasal devleti” konumunu reddedip “tam Brexit” istiyorlar. Buna karşı her anlaşmanın da “halkın iradesine” karşı geldiğini söylüyorlar. Bu senaryo gerçekleşmesi halinde ciddi sorunlar yaratabilecek türden, parlamentoda çoğunluğu da yok. Fakat Brexit radikalleri bunda ısrarlarını dindirmek bilmiyorlar.

Olası bir başka senaryo da ikinci referandum. İsteyeninin de, karşı çıkanın da güçlü argümanları var. Parlamento hiçbir anlaşma da çoğunluk bulamayıp çıkmaza girerse bu durumdan çıkmanın demokratik bir yolu olabilir. Fakat bu 2016’da çıkan bütün şeytanları tekrar yeryüzüne davet etmek demek. Birleşik Krallık referandumlara pek alışık değil ve 2016 referandumunun hâlâ acı verici bir kutuplaşmaya doğru etkileri hissediliyor. Bir de meşruiyet sorunu var. İkinci referandum ilkinin bir tekrarı olamaz. Farklı bir soru ve farklı bir yaklaşım gerekli. Bu soruna bir cevap bulunduğundaysa kaçınılmaz hale gelebilir. Bir argüman şu: 2016 referandumunda Brexit’in neye benzeyeceğini bilmiyorduk, şimdi elimizde somut bir anlaşma var bu anlaşma ve kalmak arasında bir oylama yapalım. Buradaki “bilmiyorduk” biraz problemli. Çünkü oy verenlerin çoğunu aptal yerine koyuyor. Halihazırda görmezden gelindikleri için AB’den ayrılma yönünde oy kullanmış insanlar, aynı soruyla bir daha karşılaşırlarsa hem bu fikirleri pekişir, hem de “siyasetçiler sizi hiç dinlemiyor” diyenleri haklı çıkarmış olurlar. Doğru cevabı verene kadar referandum yapmaktansa, egemenlik sorusuna bir cevap üreten türden olması gerekiyor ikinci referandumun.

İkinci referandum için yürütülen People’s Vote kampanyası bu süreçte ilham verici bir harekete dönüştü. İşçi Partisi’nin mevcut liderliğinden destek alamamak Blair hükümetinin önemli isimlerini, Alastair Campbell, Peter Mandelson gibi, Muhafazakâr Parti’nin ılımlı kanadıyla bir araya getirdi. Yeşiller, Liberal Demokratlar ve SNP’nin de katkı sağladığı oluşum bütün partilerin gerektiğinde farklarını bir yana koyup ortak bir sorunla mücadele etme ve Birleşik Krallık için en iyi olanı isteme arzusunu gösterdi. İkinci bir referandum olmasa bile bu kampanya ve hareket tıkanmış Westminster siyasetinde ferah bir nefes oldu.

Dalgalara hükmetmek?

Fintan O Toole yazdığı son kitabında Brexit’i Birleşik Krallığı son yüzyılda tanımlayan bir dizi olayın sonuna yerleştiriyor: Anglo-Rus Savaşı, Franklin’in Antarktika’da kayboluşu, Dunkirk vb. Bunların ortak özelliği “kahramanca yenilgi”ler olmaları.[6] Brexit de bunlardan biri olarak düşünülebilir mi? Bir açıdan evet, Birleşik Krallık buradan ciddi bir zarar alarak çıkacak, almaya başladı bile ve geri toplaması zor bir intiba kaybı yaşayacak. Ne adına sorusunun ise cevabı belirsiz. “Bağımsızlık” diyen de var. Yenilmek pahasına da olsa, kahramanca bir şey yapma arzusu. James Meek, London Review’da yazdığı bir yazıda Birleşik Krallığın iki kurucu miti olduğunu tartışıyor.[7] İlki ejderhayı yok eden St. George; canavar öldü, halk özgür. Brexit kesinlikle bu kategoriden. AB ejderhasını öldürüp bağımsızlık isteyen küçük halkın hikâyesi. İngiltere’nin sağ mitleri genelde St. George üzerine kuruludur; Napolyon’u alt eden Nelson, devleti yok eden Thatcher, Hitler’i deviren Churchill vb. Bir de solun özdeşleştiği Robin Hood miti var. Refah devletinden Ulusal Sağlık Hizmeti’ne zenginden alıp fakire veren eşitlikçi bir Birleşik Krallık miti. Bu ikinci mit sanki epeydir gölgede. Brexit’in açtığı ve Brexit’e yol açan problemlerle başa çıkmak da onu gölgeden çıkarmakta saklı veya iki miti de kapsayıp birleştirici rolü gören Kral Arthur mitinin diriltilmesinde.

Söz ve gerçeklik

Channel 4’un yapımcılığını üstlendiği bir Brexit draması The Uncivil War geçen hafta televizyonlarda gösterildi. Siyasi oyunlarıyla (This House, Labour of Love) bilinen James Graham’in kaleme aldığı ve Benedict Cumberbatch’in ayrılma kampanyasının eksantrik beyni Dominic Cummings’i oynadığı bu film Brexit’in ne olduğu oldukça iyi tartışıyor. Graham’e göre Brexit bir söz oyununa dönüşmüş, her gerçek sorunu tek bir sloganla çözme isteği ağır basmıştı. “Hayatınızdaki yanlış giden her şeyden Brüksel sorumlu” gibi bir yalanı bütün bir kampanyaya yaymıştı ayrılma taraftarları. Dominic Cummings siyasi biri değil, istediği şey daha çok “Berlin duvarının çöküşünden beri en büyük siyasi olayın mimarı” olmak. Entelektüel bir değeri olmayan içi boş bir anarşizanlık. Fakat bu içi boş, nefret dozu yüksek kampanya özellikle kararsızlarda belirleyici oldu. Dijital medyanın da işin içine girmesiyle karasızlara (ana akım partilerin hiçbirine oy vermeyen 3 milyon kadar kişiye) kolayca ulaşılabildi.  

Filmin en vurucu sahnesi bir odak grubunu merkeze alıyor. Kalma yönünde Craig Oliver’ın yürüttüğü kampanya belli sosyal tipleri (Kesin Kalma yönünde oy kullanan üniversite mezunları, haberini BBC’den alan Kalma yanlıları, Mail, Express gibi gazeteleri okuyup kararsız olanlar, kökten karşı olan yaşlı kesim, işçi kökenleri aşırı şüpheciler vb.) bir odaya toplayıp onlara fikirlerini soruyor. Haftalar ilerledikçe kararsızlar hayatlarında kötü giden her şeyin AB’den kaynaklandığını düşünmeye başlıyorlar. Rory Kinnear’ın oynadığı Oliver referandumdan bir gün önce kaybedeceklerini benimsiyor: “Onların kampanyası 20 yıl önce başladı, her damla öfke ve nefretle biraz daha büyüdü. Hangimiz yapma imkânımız olduğunda suçu AB’ye atmadık ki?”

Peki sözün gerçeklik olmadığı ortaya çıkınca ne olacak? Şu anki Brexit tartışmasının (hangi anlaşmayla çıkılmalı, anlaşma olmalı mı?) kökeni de burada. Ayrılma yönünde oy kullananlar Theresa May’in anlaşmasının Brexit olmadığını söylüyorlar; fakat onların istediği türden Brexit diye bir şey var mı ki? Bir referandumu kazanmak için ortaya atılmış her iddiayı gerçekleştirmeye çalışmak gerçekliği bükmeye benziyor. Gerçeklik de öyle kolay bükülmüyor. Bununla karşılaşınca insanlar daha da öfkeleniyorlar ve mevcut siyasi düzene olan inançları iyice kayboluyor. Siyasi teknokrasi ve ucuz popülizm arasında bir tercih yapmak herkes için kötü sonuçlar doğuran türden. Cameron ve Oliver’ın teknokratik dilinde yabancılaşmış hissediyorlar; Cummings ve Johnson’ın popülizminin onlara seslendiğini düşünüyorlar. Fakat o seslenme bir yere çağırmıyor, çağırdığı yer gerçek değil. İnsanların hayatları, işleri vb. için verilen bir mücadeleyi siyasi bir oyuna, bir kampanya slogan savaşına indirgemek alçakça bir tutum. Hemen hemen her demokratik seçimde bu yapılır fakat Birleşik Krallık’ın AB üyeliği gibi kritik bir konuyu bu düzeyde yürütmek herkes için acı verici bir süreç olmaya devam ediyor. 



[1] Bu sürecin detaylarını Cameron’ın medya direktörü Craig Oliver otobiyografisinde anlatıyor: Unleashing Demons: The Inside Story of Brexit (Londra: Hodder & Stoughton, 2016)

[2] Bu makalelerin en bilineni herhalde 25 Nisan 1975’de The Sunday Times’ta yayımlanan “Going into Europe”. Şuradan da erişilebilir: https://lexit-network.org/going-into-europe-an-essay-by-e-p-thompson

[3] Anthony Barnett, The Lure of Greatness: England’s Brexit and America’s Trump (Londra: Unbound, 2017)

[4] University College London’ın hazırladığı bir rapora şuradan erişilebilir: https://www.ucl.ac.uk/constitution-unit/research/parliament/options-english-parliament

[6] Fintan O Toole, Heroic Failure: Brexit and the Politics of Pain (Londra: Apollo, 2018)

[7] James Meek, “Brexit and the Myths of Englishness”, Vol. 40 No. 19, Ekim 2018, s. 17-20.