Çağımızı ve içinde yaşadığımız şimdiyi eleştirel bir soruşturmaya tabi tutmak onun temel kabulleri ile yüzleşmeye ve bu kabulleri açığa çıkarmaya bağlı. Kabul edileni, hesapsızca ve soru sorulmaksızın peşinde koşulanı bir cerrah titizliği ile parçalamak ve onun bütün parçalarını kendi kurguları ile birlikte ortaya çıkarmak eleştirel düşüncenin önemli ödevlerinden biri olsa gerek. Birçok konuda sahip olduğumuz sorgulanması bile düşünülmeyen doğrular tam da içinde yaşadığımız gerçekliğin antropolojik kurgularını bizlere veriyor. Şimdinin antropolojisi olarak adlandırabileceğimiz bu soruşturma, içinde yaşadığımız zamanı, mekânı ve bunlarla birlikte yaratılan kültürel kodları eleştirel bir soruşturmaya tabi tutmuş oluyor. Eleştirel soruşturma sadece eleştiren öznenin kendine nesne olarak inşa ettiği alanların eleştirisini değil, bizzat eleştiren öznenin de içinde inşa olunduğu eleştirel alanın da eleştirisini gerektirir. Özdüşünümsel eleştirellik olarak adlandırılabilecek böyle bir tavır eleştiri üretirken kendini bu eleştirelliğin ötesinde veya yok yerinde konumlandıran eleştiren öznenin toplumsal bütünlük içerisindeki yerini de görünür kılmaya çalışır. Böylece sadece ortak duyuya veya ortak kanıya yerleşmiş ve hakikat yanılsamasına yol açan inançların kurgu bozumu ve parçalanması değil, aynı zamanda eleştirel duyuya sirayet eden kanı ve inançların açığa çıkarılması da mümkün olur. Şimdinin antropolojisi bu anlamda zamanın beraberinde oluşturmuş olduğu eleştirel veya değil bütün doxaları[1], Kant’ın terminolojisi ile konuşacak olursak, eleştirinin o yüce mahkemesine çıkarmış olur.
Agamben bu hususu Çağdaşlık kavramını yeniden yorumlayarak ifade eder. Çağdaş olma hali içinde yaşanılan şimdinin kabullerinin ve eğilimlerinin içinde olmayı değil, aksine şimdinin kodlarından belli bir uzaklığı ve mesafeyi ifade eder.[2] Bu kodlar, kabuller ve eğilimler biz düşünen öznelerin dışında kurulan sosyalliğin ve siyasallığın parametleri olmak anlamında bir dışsallıkta veya mesafede oluşmazlar. Aksine düşünen özne ve onun sosyalleştiği kurumları da kapsayan genel bir iklimi oluştururlar.
Agamben üzerinden devam edecek olursak, yaşadığı zamanın çağdaşı olan veya olmaya çalışan düşünür içinde bulunduğu şimdiyi ve bu şimdinin gururlandığı bütün her şeyi bir hastalık, bir arıza ve malullük zamanı olarak tahayyül eder. Bu hal sayesindedir ki, şimdi kendini olması gereken değil, olabileceklerden biri olarak, bir kuruluş ve inşa süreci olarak sunar. Bu anlamda çağdaşlık Nietzsche’nin ifadesi ile bir kopukluk (disconnection), kopma, ayrılık ve kendini koparmışlık (out-of-jointness) durumudur.[3] Tam anlamıyla çağına ait olmak o çağın taleplerinden ve baskılarından uzaklaşmayı içerir. Burada hem bir aidiyet hem de bir kopukluk ve yersiz-yurtsuzluk söz konusudur. Eleştiri konusu olacak şimdi ancak bu aidiyet içerisinde eleştirinin konusu olabilir, fakat eleştiri ise kendini ancak bir uzaklaşma, kopma ve yabancılaşma ile ortaya çıkarır.
“Çağdaşlık kendi zamanıyla kurulan, ona hem tutunan hem de onunla arasına mesafe koyarak uzaklaşan, tekil (singular) bir ilişkidir öncelikle. Daha açıkçası, kopuş ve anakronizm yoluyla zamanla kurulan bir bağlanma ilişkisidir. İçinde yaşadığı dönem ile tam anlamıyla örtüşenler ve o döneme her anlamda bağlı kalanlar, açıkça içinde yaşadıkları dönemi görmeye muktedir olamayacakları için çağdaş olarak adlandırılamazlar ve içinde yaşadıkları döneme bakış atma kudretinden de yoksun olurlar.”[4]
Böyle bir eleştirel bakış imkânı Deleuze’ün diyagram ya da Agamben’in Altusser’den esinelenerek yeniden yorumladığı aygıt kavramlarını kullandığımızda kendini daha da görünür kılacaktır. Aygıt ve diyagram kavramları öznellik inşasını, bilgi üretimini ve toplumsal pratiği bir arada ele almamızı sağlarlar. Foucault’nun kullanmış olduğu panopticon kavramı da bu eksende düşünülebilir. Panopticon toplumsal denetimin, disiplinin ve kapatılmanın bilgisini, özneleşme sürecini ve pratiğini kendinde birleştiren bir yapılaşma halidir. Panopticon bütün bu özellikleri ile birlikte disiplin toplumunun diyagramını veya aygıtını oluşturur. Diyagram kavramı tek yönlü bir iktidar uygulanmasını ima etmez. Yani özneye dışsal bir iktidarın tahakküm etme şekli değildir. Aksine özne ile birlikte bir tahakküm üretme mekanizmasıdır. İktidar her zaman kendisini dikte etmez, özne zaten iktidarın kendisinden ne istediğini ve ne beklediğini bilir ve bu beklentiye uygun olarak özneleşir. Hapishanede mahkûm, akıl hastanesinde “deli”, işyerinde ise işçi olmasını öğrenir.
Böyle bir özneleşme hali için illa somut ve materyal kurumların içinde olmamız gerekmez. Esasen burada önemli olan da akıl hastanesi, hapishane veya fabrika gibi somut bir mekânsal tasarım içinde olmamız değildir. Bu mekânlarda özneleşme ve tabiiyet ilişkileri mekânın somutluğu ve aşılamaz olması ile kurulmaz. Bize ne olmamız veya nasıl olmamız gerektiğini söyleyen beton duvarlar veya taş binalar değildir. Bu yapılarda somutlaşan bilgi ve tahakküm ilişkisidir. Aynı ilişki kentsel mekân için de geçerlidir. Kentsel mekândaki somut uzamsal imgeler kendiliğinden bir şey söylemezler ve fakat onlara içerilmiş bilgi ve duygulanım yoluyla bizleri çağırır ve özneleştirirler. İçinde bulunduğumuz zaman, mekân ve sosyal ilişki biçimleri de beraberinde bizden belli öznellik biçimleri talep ederler. Sokağın, meydanın ve parkın bizden talep ettiği ayrı öznellik biçimleri bulunur. Metropolün ve taşranın öznellik talebi de bu eksende farklılık arz eder. Mekân gibi içinde bulunduğumuz sosyal ve siyasal zaman da kendine has bir öznellik talebi içinde üzerimizde iktidarının etkilerini hissettirir. Nasıl giyinmemiz, nasıl konuşmamız ve nasıl davranmamıza dair emir kipleri örtük olarak salık verilir. Neleri okuyacağımız, neleri düşüneceğimiz ve zihnimizi nasıl bir kalıp etrafında şekillendireceğimiz yine az çok sosyal ve politik zaman tarafından üretilir. Bize kalan bu çağrıya kulak vermek ve biri “hey sen” dediğinde dönüp ona bakarak talep edilen yerde hazır olduğumuzu işaret etmektir. İçinde bulunduğumuz zaman da tıpkı mekân gibi kendini doğrudan duygularımıza, zihnimize ve bedenimize sunan bir görüngü değildir. Zaman algımız çoğu zaman felsefenin veya fiziğin izah ettiği bir soyutluk düzleminde kendini görünür kılmaz. Gündelik hayatın ritmi, geçmiş, şimdi ve gelecek ile kurulan ideolojik bağlantı, hafıza, umut, hayal kırıklığı ve benzeri birçok öğenin somut konfigürasyonu sonucunda bir zaman deneyimine sahip oluruz.
Uzak ve yakın diyalektiği veya kendi cemaat-dünyamızın sınırlarına yolculuk
Modern öznellik daha çok mekânsal ve zamansal olarak uzakta olanı kurgusal veya inşa edilmiş yapısıyla algılamaya yatkındır. Modern öznelliğin kurucu parçalarından olan entelektüel öznellik bu mesafe sayesinde kendi zamanı ve mekânı ötesindeki “ötekiyi” bir ötekilik içinde inşa ederek zihnin algılanabilir bir nesnesi haline getirir. Bu anlamda modern öznenin eleştirelliği daha çok “öteki-cemaatlerin” zaman ve mekânını hedef alırken kendi cemaatini kutsallık ve sorgulanmazlık halesiyle örtmeye devam eder. Bu sorgulamama halinin ve kutsallık peçesinin sadece logos ile ilgili olduğunu düşünmek bizi yanıltabilir. En azından şu düşünümsellik dediğimiz kavram için eleştiri oklarını sıkça kendine çeviren yeni bir öznellikten, yani düşünümsel öznellikten de sıkça bahsediyoruz. Ve fakat diskura dayalı bu eleştirelliğe belli bir mesafe ile yaklaşmamız gerekir. Eleştiri konusu nesne kendini sadece bir bilme süreci ile ortaya koymaz, o esasında pratik-bilgi-duygulanım bütünlüğüdür. Lafzen eleştiri konusu edilen pratikte sorgusuz sualsiz kabul edilebilir ki çoğu durumda olan da zaten budur. Bu anlamıyla eleştirelliğin pratik ile olan ilişkisini daima zihnin ve bedenin bir yerlerinde tutmak icap eder.
Ötekinin zamanına ve mekânına gösterilen merak ve eleştirellik verili öznelliğin kendi zamanı ve mekânı söz konusu olduğu durumlarda gösterilmez veya bundan bilinçli veya bilinçsizce kaçınılır. Böyle bir soruşturma, en temelde işe koyulmuş öznenin kendini eleştirel sorgulamaya tabi tutacağı ve etrafında örülmüş olan kutsallık halesini dağıtacağı için pek de katlanılır görülmez. Ne de olsa hepimizin bir inanca ve bu inanç etrafında kümelenmiş rehberlere ihtiyacımız vardır! Kendi cemaatlerimizin sınırlarında gezmek, parçası olduğumuz şeyin içinde bir rahatsızlık yaratmak çoğu zaman istenir olmaz. Bu pek de anlaşılamayacak bir şey değildir, yer aldığımız cemaat veya cemaatler bir defa kendiliğimizin inşasını mümkün kılar, bize roller dağıtır ve geleceğe yönelik imkânlar sunar. Hem potansiyelimizi edindiğimiz hem de bu potansiyeli imkâna çevirdiğimiz yerlerdir buralar. Bu minvalde, şimdide ve belli bir cemaat-dünya içinde özneleşen öznelliğin kendi mekânı ve zamanına yönelik algıları tamamen bir hakikat yanılsaması etrafında kurulmuş bir inanç/bilgi ve pratik matrisi ile ifade olunur. Uzaktakinin kurgusallığını anlamakta gösterilen beceri yakında olan için gösterilmez. Oysa bazen uzakları daha iyi görebilmek en yakındakini görebilme ve ona bir bakış atma ile mümkün olabilir.
[1] Doxa kavramını daha ziyade Pierre Bourdieu’nün kullandığı anlamda kullanıyorum. Bourdieu’nün kavramsallaştırması içinde doxa belli bir entelektüel alanı hem kuran hem de onun bazı sorgulanmayan kabullerini içeren temelleri ifade eder. Bkz. Pierre Bourdieu, Pascalian Meditations, Stanford University Press, 1997, Stanford.
[2] Giorgio Agamben, What is Contemporary; What is An Apparatus and Other Essays, Standford University Press, 2009, Standford, s. 40.
[3] A.g.e.
[4] A.g.e.