Zamanın Yaratıkları

Lewis Carroll Alice serisinde (Harikalar Diyarı ve Aynanın İçinden) paradoksları bir araç olarak kullanır diyebiliriz ama paradoksları anlamsızlıktan, saçmalıktan ziyade, Kierkegaard’ın (1962: 46) söylediği gibi, embriyo halindeki düşüncenin ilk kıvılcımları, düşüncenin düşünemediği şeyleri keşfetme denemesi olarak kavramak koşuluyla. Paradokslar çözülmeyi bekleyen problemler olmaktan çok mevcut problemleri mevcut olmayan yollarla düşünmeyi sağlayan, cevaplanması gereken sorulardan ziyade mevcut soruları sorunsallaştıran bulmacalar olarak düşünülebilir Carroll’da. Belki de Carroll’ın çocuklardan ziyade anlam ve saçmalık arasında, aklın uykusunda ortaya çıkan en karanlık yaratıkların gezindiği, düş ile gerçeğin sınırındaki problemleri düşünebilmeleri için yetişkinlere yazdığını söylemek gerekir.

Paradoksların Carroll’da bir araç olarak kullanıldığını söyledik: en karanlık ve çözülemez gözüken felsefi sorunların yer aldığı o Mariana Çukuru’na inebilmeyi sağlayan, derinlere indikçe artan o baskıya direnebilen bir vasıta olarak paradokslar... Bu yazı da, Carroll’ın açtığı tünelde ilerleyerek, özel olarak zamanın derinliklerinde keşfettiği tuhaf yaratıklar arasında bir gezinti denemesi olacak.

***

Zaman teması ve zamanın çetrefilli doğası Carroll’ın her iki Alice macerasının da bütününü katediyor. Hatta zaman Alice’ten bile önce, bir matematikçi olarak Lewis Carroll’ın (gerçek adı Charles Lutwidge Dodgson) merakını çelmiş gibi görünüyor. Yazdığı şu notta veya Zenon’un Aşil ve Kaplumbağa örneğine yaptığı müdahalede (Kaplumbağa Aşil’e Ne Dedi?) görebiliyoruz bunu:

Dünya kendi etrafında dönüyorken hangi esnada günler değişiyor ki? (…) Eğer ona eşlik edebilseydik, birbirini takip eden günler, haftalar, aylar arasında aslında hiç de bir ayrım, hiçbir kesinti olmadığını görürdük. Öyleyse Waterloo Savaşı bugün, iki milyon saat önce olmuştu dememiz gerekirdi. Veya, değişimin üzerinde gerçekleştiği bir çizgi sabitlenmiş olmalıydı ve o çizgi üzerinde yaşayan biri sabah kalkıp “Ah, Salı sabahı” derdi ve biraz daha batıdaki birisi de sabah ondan biraz daha geç uyanıp “Ah, Çarşamba sabahı” derdi. Böylesi bir çizgide yaşayanlar için ne de içinden çıkılmaz bir karmaşa… (1971: 31-32)

Kaplumbağa ve Aşil hikâyesi meşhurdur. Aşil ve kaplumbağa bir yarışa girişirler ama şöyle bir şartla: Kaplumbağa Aşil’in üç-dört adım önünde başlayacaktır. Ve Zenon’un paradoksu tam da bu noktadadır: Aşil dört adım attığında kaplumbağa da biraz ilerlemiş olacaktır, ancak aralarındaki mesafenin azalmış olsa bile sonsuza dek aşılamayacağını iddia eder Zenon. Aralarındaki mesafe her seferinde sonsuzca küçük azalacaktır ama asla kapanmayacaktır.

Zenon Aşil ve kaplumbağa paradoksunda uzamın doğası hakkında bir kafa karışıklığına düşmüştü. Biz de zamanı uzamsal olarak düşündüğümüz her seferde zamanın doğası hakkında bir kafa karışıklığına düşmüş görünüyoruz. Zamanı ölçtüğümüzü söylediğimizde ona tam da mekânsal bir form vermiş oluyoruz. Bergson’un tabiriyle, “mekânın hayaleti” (2001: 99) olarak zaman kalıyor elimizde. Fakat Bergson için zaman uzama indirgenemez; zamanı her ölçme denememiz farkında olmayarak onu uzama indirgemek anlamına geliyor. Zamanı uzamsal olarak düşünmek bize zamanın doğasını vermiyor öyleyse.

Zaman, Bergson için, süredir ve süre uzamda bir aşama katedilmiş olsun veya olmasın gerçektir. Tıpkı Alice’in Kraliçe ile birlikte koşuştururlarken farkına vardığı gibi:

“Şimdi! Şimdi!” diye bağırdı Kraliçe. “Daha hızlı! Daha hızlı!” Öyle hızlı koşuyorlardı ki, ayakları yere değmeden uçarcasına ilerliyorlardı sanki. Alice artık yorgunluktan düşmek üzereydi ki sonunda durdular. Kraliçe Alice’i bir ağaca yaslayıp “Şimdi biraz dinlenebilirsin” dedi kibarca. Sonra Alice şaşkınlıkla etrafına bakındı. “Sanki hep bu ağacın altındaymışız gibi geliyor!  Her şey başta olduğu gibi!”. “Elbette” dedi Kraliçe, “Neden farklı olsun ki?”. “Şey, bizim ülkemizde böyle hızlı koşarsak genellikle başka bir yere varmış oluruz” dedi Alice yorgun argın nefes alıp verirken. “Yavaş bir ülkeymiş” dedi Kraliçe, “Gördüğün gibi burada var tüm gücünle koşarsan ancak durduğun yerde durursun. Başka bir yere ulaşmak için bundan en azından iki kat fazla koşmalısın!” (2009: 145)

Kronolojinin “yavaş ülkesinden” çıkıp sürenin farkına varmanın baş döndürücülüğü Alice’i de çarpar. Alice ilk başta farklı bir yerde olmayı bekliyor çünkü koşma eylemi belli bir sürede geçiyor. Fakat Kraliçe’nin açıklamasıyla birlikte Alice uzamda bir mesafe katetmemiş olsalar bile süreyi ve değişimi deneyimleyebileceğini fark ediyor. Harikalar Diyarında ve Aynanın İçinde her şey, ve en başta da zaman, uzamdan azade olarak değişir; uzam bile değişim açısından zamana bağımlıdır ama tersi asla doğru değildir. Ve Harikalar Diyarında değişimin bu doğasının en iyi Tırtıl farkındadır:

Tırtıl ile Alice bir süre birbirlerine bakındırlar sessizce. Sonra Tırtıl ağzından nargilesini bıraktı ve uyuşuk bir tonda seslendi Alice’e: “Kimsin sen?” Sohbet başlatmak için uygun bir soru değildi bu. Alice utangaç bir şekilde “Şey, aslında tam bilmiyorum efendim” dedi, “Yani bu sabah uyandığımda kim olduğumu biliyorum ama sabahtan beri birkaç kez değiştim galiba” (2009: 40-41).

Alice sürekli değişir, macerası boyunca sürekli bir küçülüp bir büyür. Çok açık ki bir kimlik, kim olduğunu bilememe sorunu yaşıyordur Alice. Sabitlikten kopuşla, sürekli değişen bir benliği olduğunu fark etmekle neredeyse benliksizleşir Alice:

“Kendimi açıklayamam efendim” dedi Alice, “çünkü ben ben değilim ki, görüyorsunuz ya”. “Görmüyorum” dedi Tırtıl. “Affedersiniz ama kendimi daha fazla açıklayamayacağım” dedi Alice kibarca, “ben bile anlayamıyorum ki bu halimi; bir günde bu kadar farklı boylarda olmak çok kafa karıştırıcı”. “Değil” dedi Tırtıl. “Peki sizce kafa karıştırıcı olmayabilir şu an” dedi Alice, “ama önce bir krizalite – bir gün dönüşeceksiniz ya hani – sonra da bir kelebeğe dönüşmek zorunda kalınca bence siz de tuhaf hissedersiniz değil mi?”. “Hiç de hissetmem!” dedi Tırtıl (2009: 41).

Oysa değişim, Alice’in aksine, tırtıldan kelebeğe dönüşen yaşamında değişimin her şey olduğunu bilen Tırtıl için hiç de şaşırtıcı değildir: Zamanla alışırsın. Yaşamı bazen geç kalınan bazen erken yaşanılan, kimi zaman ıskalanan kimi zaman kendini dayatan bir dışsallık olarak değil, olayların ta kendisi olarak bir içkinlik düzleminde düşünen Stoacı bir bilge gibidir Tırtıl.

***

Hareket iki unsur içerir: katedilen homojen ve bölünebilir bir uzam ile bölünemez ve gerçek katetme eylemi. Bergson’a göre Zenon’un hatası tam da bu bölünemez katetme edimi ile katedilen bölünebilir uzamı birbirine karıştırmaktan ileri geliyordu (dolayısıyla, yol=hız x zaman formülü ancak bu bağlamda, katetme edimi ile katedilen uzamı özdeş kabul ettiğimiz, matematiksel soyut zaman için geçerli olabilir). Uzamı metre, kilometre vesaire cinsinden bölebiliriz; veya, Aynanın İçinde olduğu gibi, siyah ve beyaz eş karelere bölünmüş kocaman bir satranç tahtası gibi de düşünebiliriz. Ancak Alice’in satranç tahtası üzerinde süregiden macerası boyunca karelerde geçirdiği süre asla aynı değildir; bir kareden diğer kareye asla aynı sürede ilerlemez. Satranç tahtasındaki her bir kare eş ölçüde olsa bile dördüncü karede Tweedledum ile Tweedledee ve altıncı karede Humpty Dumpty ile geçirdiği süre deneyimleri niteliksel olarak bambaşkadır. Yol=hız x zaman formülü iş görmez burada artık.

Zamansallığı matematiksel saat-zaman olarak kavrayan yaygın görüşe karşın değişim bölünemez bir niteliktir. Tüm bunları fark etmek Alice’e sürekli baş döndürücü, kafa karıştırıcı gelir:

“Ne komik bir saat!” dedi Alice, “saati göstermiyor ama hangi günde olduğumuzu gösteriyor!” “Neden göstersin ki?” diye homurdandı Şapkacı, “senin saatin yılları gösteriyor mu ki?” “Elbette hayır” dedi Alice, “çünkü uzunca bir süre aynı yılda yaşarız”. “Benim saatim için de aynısı geçerli işte” diye yanıt verdi Şapkacı (2009: 62).

Mesele şu ki biz saniyeleri, dakikaları, saatleri, yani kendileri zaman olmayan bu nicelikleri zamana uygularız. Bergson’un da işaret ettiği gibi, saatin akrep ve yelkovanının her bir tik takına denk gelen parmak vuruşlarımla süreyi ölçmüş olmam, sadece eşzamanlılıkları saymış olurum (2001: 107-108). Saf süre bu şekilde ölçülemez. Süre süreklidir, kesintisiz ve bölünemezdir ve dolayısıyla niceleştirilemez.

Ölçmeye her kalkıştığımızda zamanı süreksiz saniyelere, uzamdaki eş aralıklı noktalara bölmüş oluruz. Her iki saniye arasına onlardan daha küçük zamansal bir birim sığar böylece. Peki bu birimler arasına? Elbette daha küçük birimler. Ve bunu böylece sonsuza dek sürdürüp Zenon’un paradoksuna gelmiş oluruz ama bu kez zamansal anlamda kapanmayan bir mesafe olarak. Buna zamansal demek ne ölçüde doğrudur peki? Tam da bu açıdan gerçekliği devinimsiz, hareketsiz bir şey olarak kavramak Zenon’un paradoksunun nedeniydi. Tekrar edecek olursak, Zenon bölünemez hareket ile hareketin katettiği bölünebilir uzamı birbirine karıştırmıştı; tıpkı Alice gibi… 

***

Zaman bir problem olarak hikâyenin daha en başında ortaya konur: Her şey Alice’in bir cep saati taşıyan ve sürekli saatine bakarak telaşla bir yere yetişmeye çalışan bir tavşan görmesiyle başlar (Eyvah geç kalacağım!). Ama Alice’i şaşırtan tavşanın konuşmasından çok bir cep saati taşımasıdır. Zamanı doğru bir zamana göre, planlı ve kontrollü bir şekilde yaşayan, aceleci ve tedirgin, neredeyse şizofrenik, “insanca, pek insanca” bir tavşan…  Bir aceleyle, aniden başlar Alice’in hikâyesi, ya da düşüşü. Düşüş sonsuzdur neredeyse, bitmek bilmez gibi görünür; iki dünya arasında, yüzeydeki uygarlığımızdan derinlerdeki Harikalar Diyarı’na, başka bir zamansallığa geçiş sağlayan bir nevi aralıksız bir süre, genişleyen bir zaman gibidir.

Ya kuyu çok derindi, ya da Alice çok yavaşça düşüyordu, öyle ki, aşağıya doğru giderken etrafını seyredip bundan sonra olacakları merak edecek kadar bol zamanı oluyordu. Düşüş ani ama etrafı görebilmek için yeterince yavaştır; tünel sonu görünmeyecek denli uzun, karanlık ve ürkütücü ama etrafı görebilecek kadar da aydınlıktır (Önce, aşağıya bakarak, neye doğru gittiğini anlamaya çalıştı, ama öyle karanlıktı ki hiçbir şey göremiyordu; sonra, dönüp etrafına kuyunun duvarlarına baktığında, her tarafın dolap ve kitap raflarıyla dolu olduğunu fark etti; orada burada tahta çivilere asılı resim ve haritalar vardı.). Düş babam düş, bitmek bilmeyen bu düşüş can acıtıcı da değildir (Alice bir anda kupkuru yaprakların üzerine iniverir, hiçbir yeri de acımaz, hemen ayağa kalkar ve kendini dört bir yanında kilitli kapılar olan uzun, basık bir salonda bulur.). Düşüş can acıtıcı değildir ancak düştükten sonrası can sıkıcıdır Alice için. Bulduğu anahtar ile açtığı bir kapının ardındaki muhteşem bahçeye kapının küçüklüğü yüzünden geçemez. Kapının ardındaki o göz alıcı bahçeye geçiş herkese müsaade edilmiyordur belli ki. Kilitli bir salonda mahsur kalmış Alice, küçücük bir kapının ardındaki o göz alıcı muhteşem bahçe, bahçeyi görüp içi geçen Alice ama o küçücük kapıdan geçmesi mümkün olmayan kocaman Alice… Bolluk ve bereket içinde yaşatılan ama bunların hiçbirini yiyip içememekle cezalandırılan Tantanosvari bir işkence sahnesi gibidir her şey. Ortamda kesif bir “iktidar” ve “yasak” kokusu almak pek zor olmaz. Ve iktidarın buyruğunu işitmemiz de gecikmez: Beni iç! ve sonra da Beni ye! İktidarın mütehakkim sesini Alice’in gözüne sokarcasına büyük, açık seçik ve güzel harflerle yazılmış anonim notlardır bunlar. Çünkü iktidar buyruklarıyla, buyurgan kelimeleriyle yönetir tebaasını. Bunu sözcüklerin efendisi Humpty Dumpty’den daha iyi kimse bilemez:

“Ben bir kelimeyi kullandığımda,” dedi Humpty Dumpty horlayıcı bir ifadeyle, “hangi anlamı kastetmesini istiyorsam o anlamı kasteder, ne daha fazlası ne daha eksiği”. “Mesele” dedi Alice, “sözcüklere başka anlamlar yükleyip yükleyemeyeceğimiz”. “Mesele” dedi Humpty Dumpty, “kimin efendi olacağıdır, tüm mesele bu” (2009: 190).

Kim verir bu emirleri? Yukarılarda bir yerlerde, hiçbir şeyden ayırt edilemeyen ve ulaşılamayan o karanlıkta bulunan görünmez ve üstün bir Big Brother mı? Alice kaldırıp başını yukarı bakar ama tek gördüğü zifiri karanlıktan başka bir şey değildir. Kapıdan geçebilmesi için geriye sadece emirlere, bu anonim buyruklara uymak kalır, tabi elbette iksirin ve kekin zehir olmadıklarını umarak. Akıl, rasyonalite halen işler ve Alice hiçbir şeyi öylece riske atmaz hemen; zehir olmadıklarına ikna olduktan sonra iksiri içer ve keki yer. Ama delilik rejimlerinde aklın muhakkak askıya alınması gerekir.

***

Zamandan bir “şey” olarak değil de bir “kişi” olarak bahseden Şapkacı ve Mart tavşanı, zamanın bu niceliksel ve deneyimsel boyutunu dikkate alırsak eğer, pek o kadar delirmiş sayılmazlar belki de? (“Sen de benim kadar iyi tanısaydın,” dedi Şapkacı, “Zaman'dan şey diye bahsetmez, şahıs zamiri kullanırdın.”) Deliliğin Harikalar Diyarında ve Aynanın İçinde bir norm olduğu doğrudur. Cheshire Kedisinin dediği gibi, burada hepimiz deliyiz, ben deliyim sen delisin. Şapkacı delidir, Mart Tavşanı delidir, Tırtıl da pek akıllı sayılmaz ve elbette, hikâyenin en başında elinde bir saatle koştura koştura bir yere yetişmekteyken karşımıza çıkan Beyaz Tavşan neredeyse delirmek üzeredir. Bir tür anksiyetedir aslında Beyaz Tavşan’daki; geç kalma kaygısından ileri gelen stresli bir hal: Eyvah geç kalacağım! Beyaz Tavşan’ı tüm macera boyunca hep bir yerlere geç kalmış vaziyette, sürekli stresli bir halde görürüz. ”Geç kalacak olmak” ne demek öyleyse?

Beyaz Tavşan aslında gelecek olayı henüz yaşamamıştır, henüz “geç kalmamıştır”. Şimdide yaşadığı şey gelecek bir zamanın geriye dönük yansıtılmasıdır; şimdiden geleceğe uzanan değil, gelecekten şimdiye sızan bir gelecek-zamandır bu. Derrida’dan[1] alırsak, öngörülebilir, takvimlendirilebilir, bizi ileride bekleyen bir durum olarak “future” ve karşılaşma olarak öngörülmemiş bir oluş olarak “l’avenir”. Beyaz Tavşan için şimdi geleceği öncelemez, şimdi gelecekten sonra gelir. Dolayısıyla şimdide yaşadığı esasen bir gelecek krizidir, bir tür kronopatolojidir. Elinden kaçıp gittiğini düşündüğü bir gelecek (future) şimdisini de heba eder. Yani, gelecekte olması gerekenin gerisinde kaldım, ona yetişemedim. Öyleyse buradan iki farklı zamansallık çıkarabiliriz: benden değil ama bana doğru akan bir nehirde akıntıya karşı yüzmeye çalışıyorum ve gelecek yanımdan geçip gidiyor, ardımda kalıyor; benden benle birlikte akan bir nehirde akıntıya kapılmış gidiyorum ve gelecek daima önümde apaçık, kapanmamış bir ihtimal olarak sürekli duruyor. İlkinde zaman bir şimdiler silsilesi, geride kalmış ve gelmeyi bekleyen şimdilerin ardışık düzeni; ikincisinde ise hareketli, uçucu bir an olarak şimdi. İlki, bir tür üretim bandı gibi akan mekanik saat-zaman; ikincisi, zamanın “çivisi çıkmış” doludizgin hali…

Deleuze (2004) de zamanın iki türlü okuması olduğuna işaret etmişti: chronos ve aion. Chronos’a göre geçmiş, şimdi ve gelecek zamanın üç farklı uğrağı değildir; yalnızca şimdi vardır ve geçmiş ile gelecek ancak bu şimdiye göre vardır. Şimdi bu iki uğrağı süreli yutar. Saat-zaman açısından düşünüldüğünde, geçmiş ve gelecek şimdi tarafından şimdiye göre düzenlenir ve ölçüme tabi tutulabilir. Bu ölçüm zamandaki şeyleri durağan ve değişmez görmekle mümkündür ancak; geçmiş ve gelecek, artık-olmayan ve henüz-olmayan olarak dondurulur.

Ama aion’a göre şimdi diye bir şey yoktur. Deneyimin ve olayların zamanıdır bu. Yalnıza geçmiş ve gelecek vardır aion’a göre, ama değişmez ve sabit gerçeklikler olarak değil. Dolayısıyla Alice Kraliçe’nin reçellerine asla sahip olamayacaktır:

“Seni zevkle yanıma alırım!” dedi Kraliçe, “Haftada iki peni ve gün aşırı da reçel veririm.” Alice gülmekten alıkoyamayarak kendisini, “Ne beni yanınıza almanızı ne de reçel istiyorum.” “Çok güzel bir reçeldir ama” dedi Kraliçe. “Neyse, bugün istemiyorum hiçbir şekilde.” “İstesen bile yiyemezdin zaten” dedi Kraliçe, “kural şu ki dün reçel yarın reçel ama bugün asla reçel yok.” “Eninde sonunda bugün için de reçel olmalı ama” diye itiraz etti Alice. “Hayır olamaz” dedi Kraliçe, “hep gün aşırı reçel: görüyorsun ya bugün hala bugün.” “Anlamadım” dedi Alice, “çok kafa karıştırıcı!” “Geriye dönük yaşamanın bir sonucu bu” dedi nazikçe Kraliçe, “ilk başta sersemletir insancı birazcık.” “Deriye dönük yaşamak!” diye şaşkınlıkla yanıt verdi Alice, “daha önce duymadım böyle bir şey!” “Ama bir avantajı var böyle yaşamanın. O da şu ki hafızan iki yönlü çalışıyor.” “Eminim ki benim hafızam tek yönlü çalışıyor” dedi Alice, “henüz olmamış şeyleri hatırlayamam.” “Zayıf bir bellekmiş” dedi Kraliçe, “sadece geriye doğru işliyor.” “Sizin en iyi hatırladığınız şeyler neler?” diye sordu Alice. “Ah, iki hafta sonra olacak olaylar” dedi Kraliçe umursamaz bir tonda, “Mesela, Kral’ın bir habercisi var, şu an hapiste cezasını çekiyor, davası da sonraki çarşambaya kadar başlamaz ve suç, elbette, en sonda gelir” (2009: 174-175).

Ya geçmişte alınmış reçelin anısı ya da gelecekte alınacak reçelin hayali… Deleuze’e göre, ve elbette Kraliçe için de, bugün asla gelmeyecektir; daima dün veya yarın birlikte vardır. Şimdi geçmiş ile gelecek, artık-olmayan ile henüz-olmayan arasında yırtılmış haldedir; olay, bu yırtılmanın kendisidir. Şimdi, geçmiş ve geleceği yutmak bir yana, geçmiş ve gelecek olarak her an her iki yöne doğru ikiye yarılır; olay asla şimdide değil, daima şimdinin kıyısındadır.

Alice’in ileri dönük işleyen yaşamının aksine Kraliçe’nin geriye dönük işleyen yaşamı; Alice’in tek yönlü belleğinin aksine Kraliçe’nin iki yönlü işleyen belleği. Alice’in tek yönlü belleği yapamaz asla ama Kraliçe geleceği de hatırlayabilir. İşte tam bu noktada Kraliçe’de gelecek ufkunu çizen bir iktidarın varlığını tanımlayabiliyoruz. Hem Beyaz Tavşan’ı anksiyete krizine sokan, hem Alice’in aklının bir türlü almadığı şey gelecek üzerinde kurulan ve şimdiyi de gasp eden iktidarın hüküm sürdüğü bu totaliter-zamandır. Gelecekten, olacak şeylerin alanından geriye doğru şimdiye gidebilmek tam da zamanda bir tahakküm kurabilmek demektir. Böyle bir totaliterlikte, elbette, en önce ceza verilir, sonra dava gerçekleşir ve suç en sonda gelir. Kraliçe esasen geleceği hatırlıyor değildir, geleceği inşa etmektedir. Başka bir açıdan, geçmişin de basitçe anımsanmadığını söylememiz gerekir; iktidar geleceğe yönelik olarak şimdiye yaptığı gibi geçmişi de kurup tasarlar. İktidar kendi sürekli zamansızlığında, veya zamansız sürekliliğinde, mutlak bir şimdide yaşar ve yaşatır; aion değil chronos’tur onun zamanı. Kronolojik akıştaki ihtimalleri, alternatifleri, krizleri, karşı-zamansallıkları taşıyan tüm o virtüel boşlukları, yarılmaları aktüelleşmelerine izin vermeden doldurur ve yamar.

Tıpkı Şapkacı ve Mart Tavşanı’nı çay saatine hapseden Kraliçe’nin yapığı gibi. Kraliçe’nin bu totaliter-zamanından belki de en çok, zamanı boşa geçirmelerine sinirlenip saat altıya hapsedilmelerini hükmettiği ve sürekli çay saati döngüsünde, Sisifosvari cehennemi bir döngüde telaşlı bir şekilde yaşamaya mahkûm ettiği Şapkacı ile Mart Tavşanı çekmiştir. Burada artık geç kalmak ve yetişmek söz konusu değildir; zaman dondurulmuş ve durdurulmuştur. Mutlak bir şimdide, başı ve sonu belirsiz ebedi bir döngüde sürekli çay saatini yaşamaya mahkûm edilmiş zamanın tutsakları vardır sadece.

***

Rüyaların da başı ve sonu muammalıdır. Nasıl uyanıldığı hatırlanabilse de bir rüyanın nasıl başladığı pek bilinmez, kendimizi bir anda içinde buluveririz. Gerçekten rüyaya ve sonra tekrar gerçeğe geçiş çok ani ve sınırları oldukça muğlaktır. Harikalar Diyarı ve Aynanın İçinden’de Carroll bizi böylesi bir muğlaklığın, ürkütücü ama aynı zamanda büyüleyici bir rüyanın içine atar. Alice’in her iki macerası da rüya ve gerçek arasındaki sınırda, delilik ve normalliği ayıran yüzeyde gider gelir; dahası, Harikalar Diyarında Kraliçe’nin karşısına çıktığı mahkeme sahnesinde ya da Aynanın İçinde Tweedledum ve Tweedledee ile birlikte Kızıl Kral’la karşılaştığı sahnede ve öykünün sonunda olduğu gibi, rüyanın kimin rüyası olduğu bile belli değildir:

“Rüya görüyor şu an” dedi Tweedledee, “ne düşü görüyor sence?” “Kim bilebilir?” dedi Alice. “Seni elbette!” diye karşılık verdi Tweedledee zafer kazanmışçasına, “eğer rüyasında olmasaydın nerde olurdur dersin?” “Şu an neredeysem orada elbette” diye yanıtladı Alice. “Hayır!” dedi Tweedledee küçümsercesine, “hiçbir yerde olmazdın, onun düşünde gördüğü bir şeysin sen anca!” “Kral uyansa mesela” diye ekledi Tweedledum, “sen de tam o anda mum gibi sönerdin!” “Sönmezdim!” diye haykırdı Alice, “hem ben onun düşündeki bir şeysem yalnızca siz nesiniz peki?” “Biz de aynıyız” dedi Tweedledum. “Aynısı!”, diye haykırdı Tweedledee (2009: 167-168).

Hikâyede rüyayı gören aslında Alice’dir elbette ama son âna kadar kendi rüyasında olduğunun farkında bile değildir küçük Alice. Diğer karakterler sürekli, bir tür psikolojik işkence gibi, zihninin bu zaafıyla oynarlar Alice’in. Ama Harikalar Diyarında’nın en son mahkeme sahnesinde olanlar olur:

Kraliçe “Olmaz! Önce yargı yerine getirilsin, sonra karar bildirilsin” diye emretti. Yüksek sesle, “Saçmalık bu! Önce karar yerine getirilir miymiş hiç?” diye söylendi Alice. Kraliçe öfkeden mosmor kesilerek “dilini tutsana sen!” dedi. Alice, “Tutmayacağım işte!” diye diretti. Avaz avaz bağırmaya başladı kraliçe: “Uçurun kafasını!” Ama kimse oralı olmadı. Tam o sırada normal boyutuna gelmişken Alice, “Senin lafını kim takar” diye söylendi, “bir deste iskambil kağıdından başka bir şey değilsin sen!” Böyle der demez bütün iskambil kağıtları bir anda havalanıp Alice’in üstüne doğru uçuşmaya başladı. Yarı kızgınlık yarı korkuyla üzerine gelen iskambil kağıtlarını defetmeye çalışırken Alice, bir de baktı ki, nehrin kenarında dizlerine başını koyduğu ablası Alice’in yüzüne düşen yaprakları hafifçe kenara atıyor. “Uyansana artık tatlım, amma da uyudun” dedi ablası. “Of, öyle tuhaf bir rüya gördüm ki…” diye karşılık verdi Alice (2009: 108-110).

İstediğinin kafasını uçuran, istediğini zamanda hapseden, infazı bile karardan önce getirebilen Kraliçe’nin rüyasında hapsolmuş gibidir Alice, ta ki bütün macerası boyunca gücünden korktuğu kişinin aslında basit bir iskambil kâğıdı olduğunu fark edene dek. Kendi rüyası içindeki bu “rüyadan” uyandığındaysa korkacak bir şeyi kalmamış ve kontrolü eline almıştır artık, başkasının rüyasından kurtulmuştur. “Başkasının rüyası söz konusu olduğunda,” der Deleuze, “tehlike vardır. İnsanların rüyaları bizi de yutabilecek doymak bilmez rüyalardır. Yani başkasının rüya görmesi çok tehlikelidir. Rüya korkunç bir güç istencidir. Her birimiz başkalarının rüyalarının az ya da çok kurbanıyızdır.”[2] Öyleyse, bir kez daha ama farklı bir şekilde, iki tür zamansallık var yine elimizde: sıkışıp kalınmış bir süreklilikte hapsolunan bir zamansızlık ile kurtarılmış bir zamandan ulaşılan zaman-dışılık; iktidarın zamansızlaştırıcılığı ve özgürleşmenin zaman-dışı saf anı…

***

Deleuze’ün chronos ve aion ayrımına yine Antik Yunan’dan üçüncü bir kavramı daha dahil edebiliriz: kairos. Deleuze kairos’tan aion ve chronos ayrımını yaptığı Anlamın Mantığı’nda bahsetmez ama derslerinde[3] bir yerde kairos’u şöyle tarif eder:

Söz gelimi jazz müzikte, trompetin olaya dahil olduğu bir an vardır. Bana öyle geliyor ki bu tam da İngilizcede “timing” denilen şey. Fransızcada bunu karşılayan bir kelime yok. Yunanlıların Amerikalıların “timing” dediği şeye tekabül eden ilginç bir kelimeleri vardı: kairos. Çok sık kullanılan bir kelime bu. Kairos tam olarak doğru, uygun an demek. Doğru anı ıskalamamak gerekir. Elbette bunu tercüme edebiliriz ama Fransızcada bunu tam karşılayan bir kelime yok. Bir tür ustalık, marifet, uygun an, fırsat… Evet, trompetin olaya dahil olduğu andır tam da bu. (…) Jazz müzikte bu “timing” aynı şekilde mi kullanılıyor her durumda bilmiyorum. “Timing” tempo demek değil, birisinin emprovizasyona girmesi için doğru olan zaman demek, mesela trompet solosuna girmek için. Doğru zamanda, timing, bir fırsat bulup müziğe girmek. (…) Müdahale etmek için doğru olan an – gerektiği kadar beklemeyi bilmek. Tam doğru anda müdahale etmek, fırsat kollamak, kairosun insanı olmak…

Deleuze’ün kairos’a müzikten örnek vermesi boşa değil. Harikalar Diyarında da, Alice’in zamanı nasıl yenebileceğini müzikte bulması:

“Ne söylediğini anlamıyorum” dedi Alice. “Tabi anlamazsın” dedi Şapkacı, başını kibirli bir şekilde sallayarak. “Eminim Zaman ile konuşmamışsındır bile sen!” Çekinik bir şekilde “Belki konuşmamış olabilirim” dedi Alice, “ama müziği öğrenirken zamanı yenebilirim” (2009: 63).

“Müzik, oluşun Bergsoncu anlamında, sürenin bir anının sessel bir malzeme içine düşürülmesi ve orada kristalleşmesinin sonucudur,” diyen Giacinto Scelsi’yi hatırlamak gerekir burada: süreler çoğulluğuna ortak bir ölçü dayatan değil, heterojen ve niteliksel süreler çoğulluğu olarak müzik… Müzik, yani sessel malzemelerin müzikal düzenlenişi esasen zamanın farklı parametrelere (süre, ritim vs.) göre değişik ölçülerde oranlanması olduğu ölçüde hiçbir besteci, virtüöz yoktur ki aynı zamanda yeni bir zamansallık, zamansal bir yenilik besteliyor olmasın.

Zamanın (ama chronos olarak zamanın) dayanamadığı bir şey varsa o da müziktir, ritimdir ama eşzamanlılık, “tekrar etmek” anlamında ritim değil (Bergson’un saatin tik taklarına eşzamanlı giden parmak vuruşları örneğinde olduğu gibi). Ritim, basitçe, harmoni demek değildir; zamanın, mekânın ve zaman-mekânda olanların hiçbirinin dışarı taşmamacasına iç içe geçtiği, üst üste bindiği, herhangi başka bir mekân ve zamana sıçrama imkânı vermeyen kapalı devre bir düzenek değildir. Ritim kendi üstüne kapanmaz. Ritim daima ritim kaynağı olan şeyden öte bir düzleme sıçratır. Homojen bir zaman-mekânda işlemekten ziyade tam da heterojen zaman-mekân blokları arasındadır. Ritim aynılık ve aynının tekrarı değil, farklılık ve yeninin ortaya çıkışıdır. Bu anlamıyla ritim kairos’tur, kairolojik bir kırılma, bir çatlak, yeniye açılan bir boşluktur.

Antik Yunanlılar chronos ve aion’un yanı sıra zamana tekabül eden bir kelime olarak kairos’u da tanımlamışlar. Ölçülebilir, lineer, homojen chronos’un aksine kairos deneyimlenen ânı, heterojenliği, ölçülemezliği ifade ediyordu. Ama bunları birbirine dışsal ve ilişkisiz düşünmemek gerekir. Agamben’in (2005: 68-69) Hipokrat’a referansla söylediği gibi, chronos içinde kairos bulunandır ve kairos içinde pek chronos bulunmayandır. Kairos, chronos’tan öte bir düzlemde değildir ama kronolojik akışın lineerliğini bozan, öte bir düzleme taşıyan andır; kronolojik akışın her bir ânında kairos bir fırsat olarak kendini sezdirir. Bu da bize kairos’un ilkine (“an”) paralel ikinci anlamın veriyor: “fırsat, uygun zaman”. O halde kairos ve chronos bize zamana dair iki farklı gelecek tasavvuru sunuyor: chronos bizi belirli bir geleceğe götürürken kairos geleceğin kronolojik akıştaki, kronolojik totaliter zamanın çatlaklarındaki kairolojik anlar, ihtimaller, rastlantılar, seçenekler, fırsatlar, krizler üzerinden şekillendiğini düşünmeye imkân veriyor.

***

Hız tutkusu ve yavaşlık korkusu, şimdiye ve geleceğe dair sorumluluklar, zamansal kaygılar, mutlak bir tahakküm ile özgürleşme, rasyonellik takıntısı ile deliliğin cezbediciliği, saatlerin zamanı ve doğanın ritmi… Alice’in bütün serüveni boyunca, delilik ile normalliğin, anlam ile anlamsızlığın sınırında, tam da bu sınırda gezinmenin farkındalığının getirdiği kaygı ve rahatlık arasında şizofrenik bir halde anlatılan bizim hikâyemiz gibidir. Belki de toprağın derinlerindeki Harikalar Diyarı ile yüzeydeki uygarlığımız arasındaki mesafe Alice’in bitmek bilmeyen düşüşünün sürdüğü kadar uzun değildir; iki uygarlık çok da farklı değildir birbirinden. Belki de tek bir fark çiziyordur sınırı: Cheshire Kedisinin söylediği gibi, Harikalar Diyarındaki herkes zamanın farkında ve bu yüzden delirdiklerinin de ama biz?


Referanslar

Agamben, G. (2005). The Time That Remains: A Commentary on the Letter to the Romans. (Patricia Dailey, Çev.). Stanford, California: Stanford University Press.

Bergson, H. (2001). Time and Free Will: An Essay on the Immediate Data of Consciousness. (F.L. Pogson, Çev.). New York: Dover Publishing.

Carroll, L. (1971). The Rectory Umbrella and Mishmasch. Londra: Cassell & Company.

Carroll, L. (2009). Alice’s Adventures in Wonderland and Through the Looking-Glass and What Alice Found There. Oxford: Oxford University Press.

Deleuze, G. (2004). The Logic of Sense. (M. Lester & C. Stivale, Çev.). Londra: Continuum.

Kierkegaard, S. (1963). Philosophical Fragments. (David Swenson, Çev.). Princeton, New Jersey: Princeton University Press.



[1] Derrida’nın “future” ve “l’avenir” ayrımından bahsettiği ve kendisi hakkında çekilmiş belgesele şu linkten erişilebilir: https://www.youtube.com/watch?v=K_ujk4vld9A

[2] Deleuze’ün bu ifadesinin geçtiği “Yaratma etkinliği nedir?” başlıklı konuşmanın videosuna şu linkten erişilebilir: https://www.youtube.com/watch?v=s9Rq4-d5Ies

[3] Elimizde mevcut olan ses kayıtlarına şuradan erişilebilir: http://www2.univ-paris8.fr/deleuze/article.php3?id_article=1