Ethem Sarısülük'ün anısına
Türkçeye ilginç mi ilginç bir kitap çevrildi: Victor Klemperer'in (1881-1960) LTİ'si.[1] Klemperer meslekten ünlü bir filolog, ama İngilizce veya Fransızca yazılmış kapsamlı bir dilbilim tarihini açsanız hakkında iki satır bilgi bulamazsınız. LTİ de ünlü bir kitap, ama daha çok Nazizmin tarihiyle ilgili çalışmalarda zikredilir. Kitabın en özgün niteliği bütün diğer niteliklerini gölgede bırakmış gibidir: Tam 12 yıl boyunca Nazizmin birçok zulmüne maruz kalmış bir Alman Yahudisinin, günlüklerinden hareketle Nazi dili üstüne değini ve yorumlarından mürekkep. Hiç küçümsenmeye gelmeyecek bir nitelik bu elbette. İngilizce ve Fransızcada olduğu gibi Türkçede de bu nokta üstünde duran birçok yazı yazılacak. Ama ben –görebildiğim kadarıyla– Avrupa dillerindeki incelemelerde de biraz ihmal edilen filolojik yönü üstüne birkaç not düşmek istiyorum.
İnternette bulabildiğimiz "muhtasar" biyografilerinden ve LTİ'nin imzasız sonsözünden öğreniyoruz ki Klemperer 20. yüzyıl başı için önemli bir figür olan Karl Vossler'in (1872-1949) öğrencisi olmuş[2] ve onun gözetiminde Montesquieu üstüne bir tez hazırlamış. Vossler dilbilim ve dil düşüncesi tarihlerinde idealizmin başlıca temsilcisi olarak zikredilir. Etkili olmuş bir kitabın yazarıdır: Dilbilimde Pozitivizm ve İdealizm (1904). Vossler'in izinden giden filologlardan ikisi yine Yahudi oldukları için Nazi rejiminin zulmüne uğramış ve yolları hasbelkader ülkemize düşmüş, bu yüzden de biraz daha aşina olduğumuz isimler: Leo Spitzer (1887-1960) ve Erich Auerbach (1892-1957). Auerbach özellikle Edward Said’in iltifatına mazhar olduğundan bütün dünyada daha çok ilgi görüyor;[3] İstanbul’da yazdığı için bizlere şimdilerde daha bir önemli görünen başyapıtı Mimesis’in Türkçeye çevrilmesi de yayıncılık çevrelerinde yıllardır projelendirilip duruyor. Aslında Klemperer de İstanbul’a gelme seçeneğini değerlendirmiş, ancak bir şekilde Almanya’da kalmış.[4] Herhalde gelseydi bu kitabı yazamayacak, onu da sürgünde yazdığı çarpıcı bir edebiyat tarihi çalışmasıyla tanıyacaktık.
Dilbilim tarihçisi Sylvain Auroux, idealizmin, dilciliğin tarihinde kaydadeğer bir başarısı olmadığını söyler bir yerlerde. Dar anlamıyla dilbilim çalışmalarını göz önünde tutarsak, doğru olabilir söylediği. Ama bu değerlendirmenin ihmal ettiği önemli bir nokta var: İdealist dilcilik, kendi ilkeleri icabı, hiçbir zaman dar anlamıyla dilbilim çalışması olmaz, olamaz: Nesnesini gramer ve sözlüklerin konusu olan, “ampirik” diye nitelemeyi tercih ettiği –ama benim bugün “soyut” diyeceğim– dil birimlerinde değil, "iş başındaki" sözde, özellikle de edebiyatın sözünde bulur. Dil idealizminin başarısı da reddettiği bir alanda ölçülemez, ölçülmemeli tabii; saf dilbilimin dışına çıkıp üslubun, stilistik incelemenin alanına yerleşmek lazım ki o alanda da Mimesis ve LTİ için başarısız demek çok zor olsa gerek. Dahası, Spitzer’in bireysel tercihleri kitap yazmasına engel olmasa, belki o da benzer ölçekte bir eser verecekti ve Auroux’nun hükmüne ters düşen daha çok eser sayabilecektik.
Malum, 19. yüzyıl tarihin yüzyılı olmuş, gramerciler dilin tarihselliğini keşfetmiştir. Kâşifler de inkişaf ettirenler de büyük çoğunlukla Almanlardır. Vossler 1904'te dil idealizmini pozitivizmin karşısına yerleştirerek tanımladığında da tartışma büyük ölçüde Almanlar arasındadır. Vossler’e soracak olursanız, dilbilimin “Jöntürkleri” olan Yenidilbilgiciler ses düzeyinde birtakım tarihsel yasalar arayarak dilin “ruhunu” kurutmuş, özünü boşaltmışlardır. Halbuki dil kuru bir kurallar manzumesi veya ses değişimleri listesi değildir, konuşanın ruhunu yansıtır, bu ruh da, zihin dünyası da –idealistlere göre– sözde yakalanır.
Çok tanınmış bir kitapta, Voloşinov'un Marksizm ve Dil Felsefesi'nde,[5] Vossler ekolü hakkında bu noktayla ilgili önemli değerlendirmeler buluruz. Voloşinov, Vossler'in kitabından yıllar sonra, idealizmi kendi payına yöntembilimsel bireycilik/tekilcilik olarak yorumlar ve yöntembilimsel toplumculuğun/tümelciliğin (Saussurecülük) karşısına koyar.[6] Bir bakıma dil idealizmi artık Alman “pozitivizmi” ile değil (çünkü o çoktan tarih olmuştur), Fransız rasyonalizmiyle karşıtlık içinde tanımlanır. Ama Voloşinov'un anlatısına pek güvenmemek gerekir tabii: Kendine erekli (auto-telic) olan bu anlatıya göre Saussurecülük ağırlığı la langue'a (topluma) verirken Vosslercilik la parole'e (bireye) verir, ikisi de “mefhum-ı muhalifini” fena halde ihmal eder ve bu ikisinin dengesini kurmak, diyalektiğini yaratmak için de tabii Voloşinov'un (“diyalektik materyalizm”) gelmesi gerekmiştir. Bu şematizmin eleştirisini bir başka sefere bırakıp dilde idealizmin ne demeye geldiği üstünde duralım kısaca.
Dilsel Alman idealizmi ne dili inkâr eder ne de toplumu elbet; sadece dili anlamak için bütünden değil parçadan, dilden değil sözden, toplumdan değil bireyden yola çıkmak gerektiğini kabul eder – o kadar. Bütünün parçada, dilin sözde, toplumun bireyde mündemiç olduğunu varsayar. Edebi eseri bir dil ürünü olarak ele almakla kalmaz, dile de bir sanat eseriymiş gibi yaklaşır, dilin belirli gerçekleşmelerini edebiyat eleştirisi yöntemiyle okur; kendi sevdiği deyişle, tek bir sözcükten yola çıkarak dilin “ruhunu” anlamaya ve açıklamaya çalışır.Nasıl ki 19. yüzyılın başında von Humboldt dilde onu konuşan halkın “düşünme biçimi”ni (génie’sini) yakalamak istiyor idiyse, Vossler okulu da tek sözcükte konuşanın, yazanın psikolojisini, düşünme biçimini yakalamaya, bütün bir anlayışın tekil bir tezahürünü bulmaya bakar.
Bunun için de –Spitzer'den Auerbach ve Klemperer'e birtakım farklar olmakla birlikte– önüne hep sözü, yani gerçekleşmiş, kuvveden fiile çıkmış dili koyar. Genellikle yazar veya şairlerin, ama Klemperer'de olduğu üzere anonim müelliflerin, gazetelerin veya sokaktaki insanın bir cümlesinden, bir dizesinden, tercih ettiği bir kelimeden, vb. yola çıkar. Klemperer gayet güzel açıklıyor bu yöntemi:
Edebî olana dönük filolojik ilgimin özgül olarak dilsel olana çevrilmesine (...) yol açan anı ve kelimeyi gayet iyi biliyorum. Bir metnin edebî bağlamı birdenbire önemsiz hale gelir, yitip gider, tekil bir kelimeye, tekil bir biçime odaklanılır. Çünkü o tekil kelime bir devrin düşüncesini açar bakışa, bireyin düşüncesinin içinde yattığı, onu etkileyen, belki de yönlendiren genel düşünüşün görülmesini sağlar.(LTİ, s. 169; altını ben çizdim.)[7]
Filolog tekil kelimeyi geniş bir bağlamın, genellikle de tarihsel bir bağlamın içine yerleştirip yorumlar. Amaç bir üslubun veya bir düşüncenin anahatlarını çizmek, karakteristiğini tanımlamaktır. Buradan da Vossler ekolüne mensup filologların, düşüncenin tarih içindeki hareketine varmaya, düşünce tarihini aydınlatmaya çalıştıkları görülür genellikle.
Bu yöntemsel çerçeve içinde dikkat ayrıntılara yönelir, sözgelimi Klemperer’de –onlarca kelimenin yanı sıra– noktalama işaretleri tarihsel bir düşünsemenin konusu olur: Romantiklerin gözdesi ünlem işareti olabilir, “fanatik” Nazilerden de aynısını beklersiniz, ama hayır, onların en sevdiği noktalama imi "ironik tırnak"tır (LTİ, s. 87-89); ötekinin vasfı tırnak içine alınır, Alman’ınkiyle aynı hizaya yazılmaz, sınıf düşürülür ve böylece yalnız eşitliği değil insanlığı da reddedilir. Kısacası: Nazi ideolojisinin bütün bir söylemsel pratiği (işbu örnekte) bir tırnak işaretinde toplanmıştır – tırnak işaretinden yola çıkarak bütün pratiği aydınlatabilirsiniz. İddia budur ve bu iddianın parlak örneklerine rastlarız Klemperer'in metninde.
Dilsel Alman idealizmi, filoloji veya stilistik gibi adlar alsa da, aslında dilden yola çıkılarak yapılan bir nevi ideoloji çözümlemesidir. Bu haliyle ister istemez siyasidir. Ve gerek Spitzer’in kimi makalelerinde[8] gerekse Klemperer’in bu kitabında filoloji veya stilistik tam manasıyla siyasal bir disipline dönüşür. Bu noktada okurun kendi kendine sorduğu önemli bir soru, daha doğrusu yapışık ikiz diyebileceğimiz bir çift soru vardır: Klemperer bu çalışmayı hangi saikle yapmıştır ve/veya böyle bir çalışmadan nasıl bir fayda beklenebilir?
Filoloğun öncelikli amacının Nazizmin dilini saptamak olduğu anlaşılıyor. Ama teşhis aşamasında kalmaya niyeti yoktur; “zehir” bir kere saptandı mı, artık amaç onun yayılmasını, bulaşmasını engellemek, hatta büsbütün atılmasını sağlamaktır:
(...) “üst insan” kuşkusuz Nietzsche’nin yaratısıdır, “alt insan” ve alaysız, yansız “kotarmak” kesinlikle Üçüncü Reich’ın hesabına yazılmalıdır. –
Peki Nazizmle beraber devri geçmiş olacak mıdır?
Bunun için çabalıyorum ama kuşkuluyum. (LTİ, s. 61)
Kullandığı metaforlardan da işini teşhis ve tedavi düzlemlerinde eylemde bulunan bir nevi hekimlik olarak gördüğü hissediliyor. Buradan yol çıkılarak Nietzsche ile bir bağ kurulabilir belki,[9] ama bunu ekolün genel bir eğiliminden ziyade, koşulların yol açtığı bir zorunlulukla oluşmuş bir benzerlik olarak yorumlayacağım ben.
Klemperer’in çalışması, ideoloji çözümlemesi olmasının yanı sıra, saptama aşamasında kalmak istememesiyle, bir adım ileri gidip ideoloji alanına müdahale etmek istemesiyle, pratiği değiştirmeye çalışmasıyla da siyasaldır. Dolayısıyla, görünen o ki, Alman idealizminin yine sol bir yorumu söz konusu olmuş, buradan da siyasal bir filoloji doğmuş. Siyasallaşma yöneliminin nedenini anlamak da çok zor değil tabii, bütün hayatın altüst olduğu bir dönemde filoloji de salt estetik bir amaca hizmet edemezdi: “Hitler devrinin bazı bakımlardan beni baştan aşağı değiştirmiş olan olaylarıyla doluydum. (...) Belki de kendini bilime gömüp politikanın çilesinden kaçınmak lüks ve bencillikti,” diye yazıyor Klemperer (LTİ, s. 314).
Bu siyasal filoloji, özellikle Klemperer’inki, kendisini kelimelerle sınırlamadıkça, noktalama işaretleri, SS’in yıldırım şeklindeki ikonik temsili ve suskunluk gibi temalarla uğraştıkça, keza Spitzer'de reklamcılığa ve "I like Ike" gibi sloganlara gözünü diktikçe göstergebilime yaklaşır aynı zamanda. Örneklerden bir örnek olarak, LTİ’nin suskunluk ve tanrısallık arasında kurduğu ilişkinin (s. 33) bir benzerini, Barthes’ın, Ren’in öbür tarafında, 10 yıl kadar sonra yayınlayacağı Çağdaş Söylenler’de “güç ve aldırmazlık” arasında kurmuş olması[10] manidar: Voloşinov’un birbirine karşıt saydığı iki avangard düşünsel proje (Vosslercilik ve Saussurecülük), radikal sol eleştiriye zemin oluşturmak üzere –biri bilimsellik, öbürü felsefilik iddiasında bulunan– birer çözümleme yöntemi geliştirmiştir. Kültür âleminde mikro olayları saptamak açısından bu yöntemlerin ikisinin de çok yararlı olduğu bugün için artık bilinen bir şey. LTİ her şeyden önce kendi yönteminin ülkemizde tanınmasına katkıda bulunacak elbet.
Bunun yanı sıra ve bu sayede, Türkiye üniversitelerinde 19. yüzyılda çizilmiş sınırların dışına bir türlü çıkamayan filoloji çalışmaları için, başka bir çalışma biçimine ve alanına işaret edecek ki bu yönü de çok önemli. Türkçenin kavramsal ve ideolojik tarihinin yazılması açısından çok başarılı bir örnek olarak duracak önümüzde.
Böyle değerli bir kitabın dilimize kazandırılmasında emeği geçen herkese teşekkür etmek lazım. Ayrıca "deli gönül", Auerbach ve Klemperer’den sonra “artık darısı Spitzer’in başına” demeden edemez.
[1] Tam künyesi: Victor Klemperer, LTİ: Nasyonal Sosyalizmin Dili, çev. Tanıl Bora, İstanbul: İletişim, 2013.
[2] Nitekim LTİ’de Vossler’den “hocam” diye söz açıyor (s. 145, 169), Spitzer’in de adını bir vesileyle anıyor (s. 47).
[3] Bu arada Türkçede bir Auerbach seçkisi yapıldı: Martin Vialon (haz.), Yabanın Tuzlu Ekmeği, İstanbul: Metis, 2010. Auerbach’ın Türkiye günleriyle ilgili bir kitap da dilimize çevrildi: Kader Konuk, Doğu Batı Mimesis, çev. Can Evren, İstanbul: Metis, 2013.
[4] Bkz. Doğu Batı Mimesis, a.g.y., s. 59-61. Bu İstanbul olayının LTİ’de de izi var (s. 180-82).
[5] Çev. Mehmet Küçük, İstanbul: Ayrıntı, 2001.
[6] Bu terimlere tercüme etmekle ben de bu karşıtlığı, aslında sosyolojide E. Durkheim ile Gabriel Tarde arasında yaşanan ünlü tartışmanın bir yansıması olarak okumuş oluyorum.
[7] Ekolün genel eğilimi konusunda ayrıca bkz. Savaş Kılıç, “Türkiye’de İlk Stilistik Çalışmaları: Leo Spitzer ve İzleyicileri”, Uluslararası V. Dil, Yazın, Deyişbilim Sempozyumu’nda(Marmara Üniversitesi 24-25 Haziran 2005) sunulmuş bildiri, Varlık, Ağustos 2005, 84-89. E-hali: http://turkoloji.cu.edu.tr/DILBILIM/Turkiyede%20ilk%20stilistik%20calismalari%20-%20Spitzer.pdf
[8] Örneğin: “Geistesgeschichte vs. History of Ideas As Applied to Hitlerism”, Journal of the History of Ideas, c. V, no. 2 (Nisan 1944), s. 191-203.
[9] Başka benzerlikler de yok değil elbet: Sözgelimi Nietzsche de hayata filolog olarak başlamıştı.
[10]Bkz. Roland Barthes, Çağdaş Söylenler, çev. Tahsin Yücel, İstanbul: Hürriyet Vakfı, 1990, s. 54-55; yeni baskısı, İstanbul: Metis, 2011. Bu konuda “afaki” (bu kelimenin yaşadığı altüst oluşun da tarihçesini yazmak lazım) bir görüş mü ileri sürüyorum acaba diyerek, tereddüde düşüp nette kısa bir araştırma yapınca Katie Trumpener’ın şu güzel yazısına denk geldim: “Diary of a Tightrope Walker: Victor Klemperer and His Posterity”, Modernism/Modernity, c. 7, no. 3, Eylül 2000, s. 487-507. Yazar da LTİ’nin aynı şekilde Çağdaş Söylenler’i öncelediği kanaatinde (s. 494). Ayrıca Klemperer ile Adorno, Auerbach ve Spitzer arasında okunmaya değer karşılaştırmalar yapıyor (s. 494-97).