Bir gün birileri öte geçelerden
Islık çalar yanıt veririz
(Gülten Akın)
İçler dışlar çarpımıdır hayat. Ezbere edilen cümlelerin ötesinde bir anlamı vardır bu içlerin dışların çarpılması hâlinin. Yaşadıklarımız o çarpımdan, o kesişimden doğanların hem toplamıdır, hem de onların toplamından öte bir şey. Bütün, tek tek parçaların toplamı değildir çünkü; bütün, parçaların toplamından hem daha çok hem daha az bir şeydir. Hayatın, içerdiklerimiz ve içerimize aldıklarımız kadar, dışladıklarımız ve dışaırda bıraktıklarımızdan da oluştuğunu söylemeye çalışıyorum. Mühür vurduklarımız kadar, mührü açtıklarımız. Hayatın tekil bir anlamının olmamasından, aynı anda hem karmaşık hem uçucu, hem buruk bir sıradanlığa sahip olmasındaki efsundan bahsediyorum. Bu yüzden içerdiklerimizin yanı sıra, dışladıklarımızın da bir söz ve can gücü var. Hatta dışarıda bıraktıklarımız, bazen hiç içeriden çıkmamış olanlar! Çünkü kaybolmak, Türkiye’nin siyasi günlüğünde, kendiliğinden ve öylesine, sokaktan, evden, okuldan, cezaevinden, karakoldan kaybolmak değil, kelimenin bu faili meçhul anlamı hiç değil. Kaybolmak dediğimiz, faili belli bir kaybedilmek cebri!
İnsan ne garip, ne edepsiz, ne uslanmaz, ne umutlu, ne karmaşık bir yaratıktı![1] Dünya, ne yıkık dökük, ne sarsak, ne savurgan, ne dağınık, ne sokulgan, ne alıngan bir çemberdi! Zamanın ipince bir ipliği vardı mesela, o iplikten 12 Eylül geçebiliyordu tüm hodbinliğiyle; sabrın ve beklemenin bir zamandışı çizgisi vardı, faili meçhuller, kayıp çocuklar, intihara sürüklenen kadınlar, devrimci avukatlar, ellerinde narin bir top gibi dünyayı taşıyan genç erkekler bu çizginin öte yakasında tabii bizi bekliyorlardır, muhakkak ve elbet. Çünkü onlar ölmüş, çünkü onlar kaybedilmiştir. Kendiliğinden kaybolmadıklarına göre, kaybedildiklerine göre, varlardır! Bir zamanlar olanın içinde, bir yerde, varlardı. Şimdi mesele onlara ulaşmak değil, en önce onları bulmak olduğuna göre, varlardı. Varlıklarının yegâne kanıtı, artık yok olmalarıydı.
Gökçer Tahincioğlu’nun romanı Mühür, bu yokluğun, yok edilmiş ve asılmış kadınların, yok edilmiş ve hapishane içinde ölmeye terk edilmiş oğlanların, yok edilmiş ve kaybolmuş çocukların varlığını işaret ediyor şimdilerde. “Bakın, varlardır!” diyen bir çabayla, kelimeleri sızdırarak ama sezgileri arkada bırakmayarak. Bir varmış bir yokmuş masalcılığının, öyle her zaman tozpembe bir şey olmayacağıyla ilgili bir şeyler söylüyor Tahincioğlu. Çünkü kaybedilmişlerin dünyasında bir varmış bir yokmuş demenin, göz açıp kapayıncaya kadar olan bir zulmün, nasıl da bir ömre yayılabilecek geniş zamanı olduğunu hatırlatıyor. Var olduklarının tek kanıtı, bazen yok olduklarını kanıtlamak olan insanların bıraktığı izi eline alıyor Mühür. O izden, bir dünya çıkarıyor. Bu yokluk, Ankara’da başlayıp, Ankara’da yok oluyor. Çünkü Ankara, hemen her şeyin benzerinin bulunduğu bir yokluktur. Aslı ve gerçekten varsayılabileceği bir iklim yoktur.
Edebiyatın ve yazının kudreti, çoğu zaman, kendiniz yazarken, kendin-olmayandan başlanmasıyla da ilgilidir. Kendinden yazmak kadar, kendin-olmayandan yazmak, kendini görmek kadar, kendin-olmayanı görmek… Çünkü edebiyatın sağaltıcı gücü kendin-olmayanla epey ilgidir. Senden ve hayatından ibaret sandığın dünyanın, pek de öyle bir şey olmadığını anlatır sana. Bunun yolu da roman yazmak kadar, hayatları dikmek; kendinden çıkmak kadar, kendin-olmayandan da yola çıkmaktır. Mühürde olduğu gibi. Hiç anlayamayacağımız, pişmanlıkları bile işkence yapmaktan değil, yanlış kişiye işkence yapmaktan ibaret olan polisler, riyanın içinden konuşanlar, hak verip anlamaya çalışmak için değil, Tahincioğlu’nun kendin-olmayanı anlatmak hüneriyle orada duruyorlar. Pencerelerden salt biri işte…
Sen bitince, sancısı da acısı da hasreti de bitecek işte!
Mühür, pencereler romanı olarak, hayatın, kendi hayatımızdan ibaret, sadece ondan müteşekkil olursa, dünyanın çok az bir kısmını göstereceğini anlatıyor daha çok. Çünkü Tahincioğlu, sarsılmaz bir inanç ve inatla, hayatlar arasına pencereler tutarak, o pencereler içinden bir ip geçirerek, farklı dünyaları birbirine bağlıyor. Nihayetinde dünya, dünyalar olduğunda açılabiliyor! Bu yüzden hayatların ışığını birbirine düşürüyor Tahincioğlu. Ama dünyanın, her zaman ve sadece ışıklı olamayacağı bilgisini de unutmayarak. Maharet, burada kendini saklıyor. Tahincioğlu, olmayacağı olduruyor biraz da, içinden hiç ışık geçirmeyen bir karanlığı, insanlar-arasına yansıtıyor. Mühür, geçirgen ve yansıyan ışık kadar, müştereğimiz ve ortak kaderimiz haline gelmiş karanlığı da sızdırıyor. Bu romanda hepsi, ince ince, ıslık deliğinden geçercesine birbirine bağlanıyor. Devrim devlete, solculuk tarikatlara, anneler kızlarına, babalar oğullarına, muhbirler yoldaşlara, küçük çocuklar hiç bilmemeleri gereken bir köşe kapmacaya… derken, bir silsile halinde, birbiri arasında gerilmiş ipince bir camla iç içe gire gire…
Hayatta kalmanın tek anlamı yaşamak olmamalı tabii! Bu, geride kalmayı, hayatın da gerisinde kalmayı barındırıyor. Bazen bir mahcubiyet, bazen bir doz yaşama ayıbı, bazen geride kalmanın utancı: Bir başka ölüye bakıp, kendi ölüsü olmadığına avunmaktan utansa da.
Ama hayatta kalmak, geride kalmanın yanında direnmeyi de imliyor bazen: Umudun, ne kadar da felaket dolu bir yaşama tutunma biçimi olduğunu anımsıyordu.
Gökçer Tahincioğlu’nun pencereleri aslında Mühür: Hayatların içini dışına, dışını içine teyelleyen, hiçbir dünyanın kendisinden yekpare korkmadan, onu dışarıda bırakmadan, hak verme kaygısı taşımadan sadece anlamak dürtüsüyle birbirine açtığı pencereler. Onun pencereleri, korku eşiklerinin kırıldığı o yerler biraz da. Bir açıldı mı, aralığından dünyanın ışığını eve sokan bir inat da saklı, cenin gibi içine kapatılarak hayatı bazen sadece geride kalmak olarak yaşadığımız yaslarımız da.
Ama gene de inancı ve dirayeti epey sağlam Mühür’ün. Pencereleri hiç kapatmadan, hayatta kalmanın geride kalmak değil, devam etmek olarak anlaşılabileceği duygusunu taşırıyor bedeninden. Kayıp kızını arayan Saim demiyor mu? Bulacağım bence. Bulmalıyım. Bulacağım./ Leyla dikkatle baktı. Saim’in gözündeki kararlılık değil, acıydı.
Gerçekle kumpasın ayırt edilmesinin imkânsız olduğu bir ortamda, mesele biraz da Tahincioğlu’nun pencerelerini ne olarak gördüğümüzle ilgili. İçeriyi ve dışarıyı birbirinden ayıran bir sınır, iç güvenliğimiz için gerekli bir bekçi mi yoksa içeriyi dışarıya, dışarıyı içeriye açan, içi dışı bir eden bir imkân, inada doğru giden bir ihtimal mi? Hangisi? Bu kirin pasın, kaybın ve acının, yasın ve felaket basmış umudun içinde devam edebilmek için sınırlara mı ihtiyacımız var yoksa ihtimallere mi? Nazım Baba’nın pencere kelimesi ile ilgili söyledikleri geldi bu kez aklına. Sadece çerçeve anlamına, dört köşe anlamına gelmiyordu. Dört duvar içinden çıkmanın tek yoluydu. Dört duvar, beşinci çıkış pencere. Pencere kapatılırsa, ne yapılabilirdi ki?
Baran mesela, utancın ve irinin, zifiri karanlığın ve buzun, zahirinin ve saklının üzerinde, afişi bütün asabilirse kazanacağına inanan çocuklardan, inanan ve herkesi olacağına inandıran çocuklardan. Nerede? Ona ne oldu? Bunu yazmaya gerek var mı?
Kelimenin kökü, kalbin incinmesidir.
Kalbi kırılmış insanların yaralarının sözle iyileşmediğini bilmiyor muydu oğlunu vandalların elinden kurtarmaya çalışan Mahmut, kayıp kızını bulmaya çalışan Saim ve tüm dünyaları, her şey mümkün bir sadelikle, gerçekliğin içinden çıkıp onu bu denli eğip bükmeden, en rafine ama en duygulu ve sezgili haliyle anlatan Tahincioğlu bilmiyor muydu? Biliyorduysa, hâlâ neden söze sarılıyor, onu ediyordu? Çünkü dünya, düştü! Ama düşü, yalnızken görmek gerekti!
Kaybın zamanı, zamanın donması demekti. Tahincioğlu, donmuş zamanın içine üfleyerek yazıyor Mühür’ü. Şimdiki zaman yazı-yor, çünkü Mühür’ün hikâyeleri yazılmaya devam ediyor. Mühür, “Böyle insanlar da vardı,” diyebilmek için imkân. Baştaki soruya dönersek, hayatı kapattığımız sınırlar değil, o sınırları kaldırdığımız imkân. Çünkü böyle insanlar da vardı, 12 Eylül karanlığını böyle yenmiştik biz, biz sadece ve sadece yuvasına su taşıyan karıncayız.
Hani, umut, felaket dolu yaşama tutunma biçimiydi. Mühür, içindeki cümlelerini de aşıyor, çünkü bu hayatın sureti değil, kendisi:
Bitmez, tükenmez, yıkılmaz, aşılmaz görünen ne varsa, sabır karşısında yenilmeye mahkûmdur. Surda gedik açanların sabrı, o kalenin yıkılacağını bilmelerinden gelir.
Anayasa Mahkemesi, 25 Aralık 2018’de bir karar yayımladı.
“Başvuru, gözaltına alındığı ileri sürülen kişinin öldürülmüş şekilde bulunması ve bu olayın etkili soruşturulmaması nedenleriyle yaşam hakkının ihlal edildiğine” ilişkindi. Üç kelime, bu davayı özetliyordu. Gözaltı, öldürülme, yaşam hakkı… Her şey, bu doğrusal çizgide olup bitiveriyordu. Başvurucu, 23 Kasım 1991’den beri babasından haber alamadığını, babasının Diyarbakır’da bir gün sivil polislerce gözaltına alındığını, plakaların belli olduğunu, şüpheliler hakkında yeterli delil olmadığı için kamu davası açılmadığını ve en sonunda öldürülmüş olarak bulunduğunu söylüyordu. Hukukun vakıa dediğini, başka hiçbir şey bu kadar soğuk ve donuk taşımıyordu. Oğul, bölgedeki faili meçhulleri anlatıyordu, mahkeme kendisinin zaman bakımından yetkisini, usuli şartları… “Açıklanan gerekçelerle, başvurunun süre aşımı nedeniyle kabul edilemez olduğu…” diyordu Mahkeme. Yani oğul, gözaltı diyordu, soruşturulmadı diyordu, şüpheliler korunup kollandı diyordu, gitti ve bir gün geri gelmedi, öldürülmüş halde…; Mahkeme, başvuru süresini aştın diyordu. İşte o yüzden, şimdiki zaman: yazı-yor.
Tahincioğlu, Mühür’de felaketi anlatıyor. İçinden bir taşımlık yaşama umudunu sızdırarak; karanlığı ve kaybı anlatıyor, bulma inadının ışığını yansıtarak; yok edilmiş olmayı gösteriyor, bir zamanlar var olduklarını kanıtlayarak. Sevdiklerini, eksiklendiklerini, kahrettiklerini, çocukça korktuklarını, afiş astıklarını… Ama kaybedildiklerine göre, artık olmadıklarına göre…
Demek ki mühür her zaman kapıları kapatmak için vurulmayabiliyormuş, bazen sökülmek için varmış, bazen sökülüp açılmak ve kendinden taşmak. Demek ki sevmek eskiden de eksikmiş!