Son yıllarda artan ölçüde Latin Amerika’da çeşitli sol kesimlerin (bu kapsamda Arjantin’deki Peronistlerden Bolivya’daki sosyalizm arayışının temsil eden Arce yönetimine kadar birçok siyasal akım var) seçimleri kazanmasına, hükümetler kurmalarına şahit oluyoruz. Ayrıca ve daha önemlisi hak arama mücadelelerinin yaygınlaştığı, halk hareketlerinin, direnişlerin büyüdüğü görülüyor. Özetle bu bölgede sol bir yükselişin yaşandığı ve gerisinin geleceği de şimdiden söylenebilir.
Hesaplaşma ve gelecek sorunu
Fakat bölgede yükselen sol, Chavez döneminde olduğu ölçüde 21. yüzyılın sosyalizmi gibi kapitalizmle hesaplaşmayı kâğıt üzerinde de olsa amaçlayan bütüne dayalı iddia ve politikalardan yoksun. "Olmalı mı?" sorusuna eğer hayatı kendi varlığımızdan ibaret görmüyorsak olumlu yanıt vermek kaçınılmaz. "Olabilir mi?" ise bunun mücadelesinin akışında ancak yanıtını bulabileceğimiz bir soru. Bu durum zamanla böylesi şeylerin olmayacağı anlamına gelmez. Fakat yeni bir dünya yaratma arzusu yerine “olanı daha iyi idare etme” ile sınırlı bir yaklaşım ister istemez baştan kaybetmeye mahkûm. Ya da yıllardır örneğin Brezilya özelinde yaşandığı üzere hiçbir biçimde kapitalizm ve devlet aygıtıyla hesaplaşmayı bırakın önüne koymayı, yolsuzlukların girdabında kaybolmuş bir “sol” hükümetlerin (2003-2011 Lula, sonrası 2016’ya kadar Rousseff) neo-faşist Bolsonaro’nun iktidara gelmesinde sorumluluğu az mıdır? Bugün Bolsonaro 2 Ekim'de gerçekleşecek seçimlerin sonucunu tanımayabileceği türünden ettiği lafların cesaretini nereden alıyor? O hiç hesaplaşılmayan, ülkenin üzerinden kılıcının gölgesi eksilmeyen ordudan alıyor olmasın?
Benzer bir durum Bolivya için de geçerli. 2019 yılında yaşanan darbeyle ilgili bazı yargılamalar yapılırken henüz ordu ve polis gücüyle köklü bir hesaplaşmaya girilmedi. Darbe tehdidi ise hâlâ sürüyor.
Şili???
Devletle hesaplaşma sorununun yakıcı olarak gündemde olduğu bir diğer yer ise Şili. Şimdilik Boric yönetimi kendine bağlanan büyük ümitleri bütünüyle boşa çıkarmasa da başta ifade ettiğim “olanı daha iyi idare etme” yaklaşımının maalesef daha ötesine geçemedi. Kimi işkenceci polis ve cunta mensuplarının yargılanması, işçilerin, emeklilerin hakları gibi bazı başlıklarda olumlu adımlar atsa da yapısal sorun diyebileceğimiz devletle hesaplaşma, yerli halkların hakları, doğaya dönük yağma politikaları bir önceki neoliberal Piñera yönetiminden çok farklı değil. Mapuchelerin doğanın ve kendi haklarının tanınması doğrultusunda geliştirdikleri direnişe terör yaftası asarak ve onların yaşadıkları alanda OHAL ilan ederek maalesef daha baştan devletin tasarruflarına boyun eğdi. Boric’in, sorunun şiddet yoluyla çözülmeyeceğinin bilincinde olduğu daha önceki açıklamalarına bakılarak görülebilir. Burada muhtemelen söz konusu olan şey Boric, Kanada Başbakanı Trudeau gibilere attığı gülücüklerle siyasette benzemek istediklerini gösterirken, Napolyonvari tavırlarıyla da başkanlığı çok sevdiğini sergiliyor. Bunca “aşk”ın arasında elbette devletle dalaşmaya giremezsiniz.
Bütün bunlara ilaveten 2019’da başlayıp Boric’i iktidara taşıyan isyan sürecinde devlet terörüne karşı direnmiş, bunun sonucu hapsedilmiş Mapucheler (bazı cezaevlerinde yaşam koşullarını protesto için şu aralar açlık grevindeler) ve diğer politik tutsaklar halen hapishanelerde. Sokak gösterilerine karşı polis terörü eski şiddetinde değilse de sürüyor. Bu durumda, elbette Boric’in devlet başkanlığı koltuğuna oturması sonrası öğrenciler ve Mapucheler hariç toplumun genelinin sokaklardan çekilmiş olmasının da kuşkusuz etkisi vardır.
Doğanın yağması ise özellikle lityum madenciliği olarak son hızla devam ediyor. Orman alanlarının, suların yağmasının önüne geçen yok.
Bütün olanlarla ilgili Boric ve hükümetinin payı göreli. Asıl problem, Latin Amerika’nın genelinde olduğu gibi siyasetin politikacılara, birtakım kahramanlara havale edilmesinde ve parlamenter alana sıkıştırılmasında. Bir diğer önemli etkense yeni anayasa tartışmalarının her şeyin önüne geçmesinde. 4 Eylül’de yeni anayasa için referanduma gidilecek. Çıkacak sonuç “evet” olduğu takdirde bu gelişmenin Şili için bir dönüm noktası olması bekleniyor. Fakat görünen o ki eşitlikçi-özgürlükçü diye tabir edilen yeni yasa için de yeterince mücadele verilmiyor. Geçen hafta yapılan son anketlerden bazıları 37’ye 47 gibi yüzdelerle “hayır” lehine çıkıyor. Boric yönetimi buna karşı anayasa taslağında “yumuşatmalar”a gidiyor. Buradan ancak, Şili’de seçimin kazanılmasında anahtar rol oynayan yaklaşım, yani sağı ikna uğraşları yerine toplumun genelini politikaya aktif olarak dahil etme çabasını ön plana çıkaran bir uğraş başarıyla çıkabilir (Ekim 2020’de yeni anayasa yazımı için yapılan referandumda katılım yüzde 50’de kalmıştı). Yoksa taviz vere vere bakmışsınız yeni anayasa diye Pinochet anayasasının bir benzerini kabul etmişsiniz.[1]
Peki ya referandumdan “hayır” çıkarsa? Demokratik bir oyunda yenilmiş mi olursunuz yoksa Pinochet rejimine karşı yıllardır dalga dalga yükselen hareketi anayasa kitapçığı tartışmalarıyla boğup düzene entegre mi etmiş olursunuz? Bu tabii nereden baktığınıza bağlı. Son isyan sırasında bir gözü polis tarafından gaz kapsülü ile kör edilenlerden, tecavüze, işkenceye uğrayanlardan biriyseniz böyle bir sonucu kolayca içinize sindiremezsiniz. Devlet terörüyle hayatınızı kaybetmişseniz buna da şansınız yok. Fakat işinizi “insanları yönetme sanatı” olarak tanımlayan bir politikacıysanız gülüp geçebilirsiniz.
Kısa bir hatırlatma
Abla Yala’daki devletlerin çoğu beş yüz yıl kadar önce Avrupalıların yerli halklara karşı işgal, yağma ve soykırım politikalarıyla bu topraklara yerleşmesi, sonra ise başta İspanya olmak üzere bölgedeki çeşitli sömürgeci ülkelere karşı savaşla orduların ve büyük toprak sahiplerinin merkezinde olduğu güç ilişkilerinin ürünü oldu. Zamanla sınıflar mücadelesini zorlamaları ve kapitalizmin gelişimiyle göreli “modern-demokratik” yapılara dönüştüler. Fakat en genelde bu toplumsal yapıyı şekillendiren kilisenin de dahil olduğu oligarşik iktidar ilişkileri hiçbir zaman değişmedi. ABD emperyalizminin bölgeye dönük politikalarının da katkısıyla ordunun sultasının toplumların değişim dönüşüm arayışının hep karşısında yer aldığı ve çoğu zaman darbelere, açıktan teröre başvurmaktan çekinmediği görüldü. Yeni ve umutlu bir gelecek için bir şeyler yapılmak isteniyorsa ilk değilse bile başta bu engel ortadan kaldırılmak zorunda. Yoksa oligarşik sulta değişim arayışlarını bastırmak, onu beceremediği yerde kendine benzetmek için hazır ve nazır…
Yukarıda tartışmaya çalıştığım sorun elbette tek boyutlu bir mesele değil. Dahası post-modern karakterli üçüncü yeniden paylaşım savaşının koşullarında çok daha karmaşıklaşmış biçimler altında kendini var ediyor. Sağın giderek daha çirkef biçimlerde kendini gösterdiği günlere şahit oluyoruz. Egemen çevreler neo-faşist çehrelerini göstermekten beis duymuyorlar (Boric’in rakibi Kast bunun örnekleri arasındaydı). Bunu kabul ettiremedikleri yerde rakipleriyle uzlaşıp onların eliyle egemenliklerini pekiştirmenin yollarını arıyorlar. Bazen bunlar tıpkı Arjantin’de olduğu gibi gerçekte rakip de olmuyor. Zaten sermaye adına hareket eden yönetimler oluyorlar. Arjantin’de bu yıl enflasyon oranının yüzde 92’ye ulaşması bekleniyor. Yoksulluk oranları ise halihazırda yüzde 60’lara tırmandı. Geniş halk kesimleri açlıktan bahsediyor. Fernández hükümeti tedbir olarak bir ayda üçüncü ekonomi bakanını değiştiriyor (sonuncusu neoliberal Sergio Massa), oyun sürüyor, kölelik prangası bu kez “solcu”lar tarafından topluma vurulmuş oluyor.
Yine de yukarıda sıralananlara bakıp karamsar olmaya gerek yok. Her gün yeniden öğreniyoruz, yeniden direnmenin değiştirmenin yolunu aramak da hayatın bir parçası. Örneğin Arjantinliler hiç de kötümser değil, açlığa rağmen isyan etmekte kararlılar ve geçen hafta bir kez daha geniş katılımlı mitinglerden sonra başkanlık sarayı Casa Rosada’nın önüne direniş çadırlarını kurdular. Süreç 2001’deki gibi bir isyana dönüşür mü zaman gösterecek ama direnenlerin umudu var ve “kapitalizm alternatifsizdir…” gibi hurafelere de karınları tok!
[1] Burada geçerken memleketteki seçim tartışmalarıyla ilgili şunu not etmeliyim: Ülkemizdeki bazı politikacıların (kuşkusuz iyi niyetten kaynaklı) Güney Amerika ülkelerindeki “geniş cephe” siyasetinin seçim kazandırdığı gibi âdeta batıl bir inanca dönüşmüş bir fikri var. Bu düşünce tarzı birçok şeyi hesap etmeyip gerçekte maalesef şekle/mucize formül arayışına takılıyor. Birincisi keramet “geniş cephe” siyasetinde olsaydı bu işin mucidi sayılabilecek Uruguay’daki Frente Amplio seçimi (2019) kaybetmezdi. İkincisi muhalefet etmeden “muhalefet” unvanını hak ettiğini sanan 6’lı masanın -hadi diyelim seçimi kazandı- iktidar olup olamayacağı belirsiz ve bütün bunlara ilaveten mevcut rejimden kökten farklı bir şey vaat etmeyen bir yaklaşımın iktidarı için uğraşmanın anlamı ne ola ki? Tabii üçüncü yol siyasetinin ödevinin bu olduğunu düşünüyorsanız yapacak bir şey yok. Yukarıda saydığım nedenlerle ve birçok başka açıdan da Latin Amerika sollarını “bak orada oluyor, yapıyorlar” diye örnek vermek, bir adım sonrasında çoğu zaman yüzümüzün kızarmasına neden olabiliyor. Daha temkinli olmakta yarar var.