1976 yılında tedavisi için Londra’ya giden Sevgi Soysal orada kaldığı süre boyunca BBC Türkçe radyosuna Serpil Erdemgil’le hazırladıkları radyo konuşmalarından birini seslendirirken söze şöyle başlar:
Londra’da, Ankara’da, İstanbul’da ya Zap Suyu’nun yanı başında nerede olursa olsun kadınları birbirine ortak eden tek bir şey vardır; hayat. Sürmekte ve sürecek olan hayatın tartışılmaz emekçisi olmak. Evet kadın, hayat denilen güzelim oluşumun yılmaz, vazgeçilmez savaşçısıdır. Sözümüz hayatsa, kadın hayat adına ölümden de çekinmez. Çünkü kadın doğumu bilir. Yani hayatın ölüme, bereketin kısırlığa, ilerlemenin durgunluğa olan tartışılmaz üstünlüğünü bilir. Kısaca, emekçidir o. Hayatın emekçisi. Budur en büyük gücü kadının.
Hayatı paylaşmanın hakiki belirleyiciliğine bu denli inanan ve inandığı her şeyi hayatın kuvvetiyle ve iştahıyla sahiplenen Sevgi Soysal’ı anlatmak için kendi cümlesinden daha etkili ve kapsayıcı bir tanımlama bulunabilir mi? Hayatın emekçisi o. Şimdilerde sürmekte olan hayatın duran, duraklayan, eksilen ve eskiyen varlığının üzerinde hâlâ parıldayan savaşçısı. Soluklaşan, unutulan ve silinen ne varsa hepsinin yarattığı boşluğu olağan ve aynı zamanda göz kamaştıran bir kavrayışla, hayattaki mevcudiyetinin belirleyici unsuru olarak konumlayan Sevgi Soysal; kitaplarıyla, yazılarıyla, çevirileriyle ve oyunlarıyla tanışanlar, hemhal olanlar, dönüp tekrar tekrar okuyanlar için inat tanımayan hayatın özenli ayrıcalığıdır. Direnmeden, inatlaşmadan paylaşılması gereken hayatın edebiyat köşesinde açılmış en geniş parantezinin sahibidir öte yandan. Dolayısıyla Sevgi Soysal edebiyatına okur olarak dahil olabilmek, incelikli ironisinin isyankâr tarafında ortaklaşabilmek, görüp yaşadıklarının adlandırdığı, derinleştirdiği anlatısının arayışlarına yol arkadaşlığı yapabilmek en geniş hissiyatıyla mutlak bir tamamlanma ve bütünlük duygusuyla kesişir.
Farklı ve çeşitli görünümleriyle gerek bireysel gerek toplumsal ilişkilerin odağında yer alan ve köklerini habis cesaretiyle sağlamlaştıran tahakküme karşı duruşunu kendine has ifade biçimleriyle dile getiren Sevgi Soysal, hakikatin hayatla olan mesafesini ürettikleriyle kapatır. Her kitabında, yaşananları zamanın gediklerinden çıkarır ve çoğunluğun fark edemeyeceği detaylarıyla anlatır, gösterir. Bu nedenle onu duyumsamak, ilk kitabı Tutkulu Perçem’den itibaren yazdıklarını bir hayat öğretisi gibi içselleştirebilmek, tıpkı onun hayatı boyunca vazgeçmediği içtenliğine yakınlaşma çabasını da kapsar. İpek Şahbenderoğlu ve Funda Soysal’ın hazırladığı Sevgi Soysal’ın bugüne kadar kitaplaşmamış metinlerinden oluşan Tekliğin Türküsü adlı kitabın böylesi bir yakınlaşma imkânı tanıdığını söylemek sanırım yanlış olmayacak.
“Bir de kendi vardı: Odaların yaşamı dışında kendi yaşamı”
Önceki yıllarda yine kitaplaşmamış gazete yazılarının yer aldığı Türkiye’nin Kalbi Kabul Günleri (2014) ve TRT için hazırladığı radyo oyunu ve radyo hakkındaki yazılarından oluşan Venüslü Kadınların Serüvenleri (2017) kitaplarından farklı olarak Tekliğin Türküsü, kitaplarında yer almamış hikâyeler, çeviriler, sanat yazıları, kendisiyle yapılan röportajlar ve soruşturmalardan oluşuyor. Beş ayrı bölümüyle henüz Sevgi Soysal edebiyatıyla tanışmamış olanlara onun dünyasında uzun bir yolculuk yaptırırken; yazdıklarıyla ve hayatıyla onu bilenlere, tanıyanlara hayatını biçimlendiren ve değiştiren durakları gösteriyor. Zira kitabın her bölümünün ilk bakışta ayrı birer biyografik metin biçiminde algılanması kitap tamamlandıktan sonra yerini daha bütünlüklü bir bakış açısına bırakıyor.
Kollarımı dizlerim üzerinde kavuşturdum; dizlerim gerçek çevrelerini buldular; toplandım, tekliğimde, bütünlüğümde tamamlandım. Tutkularım yanıtlarını bende buldular. Saçlarım içeri içeri uzuyor artık –beynimde kıvrımlanıyor perçemlerim. Tırnaklarımın, etimin derinine işleyen acısı yürek denen yere ulaşıyor; tekliğimin en doyumsuz acısına biçimleniyor; büyüyor; toplanıyor; büyüyor; toplanıyor -bir tekliğin doyumsuz acısında yürek denen bir şeye biçimleniyorum. Bir tekliğin en güzel acısı böyle kapsıyor beni... (s. 29)
Hikâyelerinden, kendisinin yer aldığı soruşturmalara kadar her metin Sevgi Soysal’ın edebiyatını derinleştiren etki alanlarını, özellikle dünya edebiyatında onu düşündüren ve heyecanlandıran diğer metinleri, bireyi-toplumu-sanatı birbirleri üzerinde bıraktıkları etki ve izler aracılığıyla yorumlayışını ve hayatı ne denli titizlikle, incelikle sahiplendiğini gösteriyor. Röportajlar bölümünde Mübeccel İzmirli’nin yazmak ve gerçeklik hakkındaki sorusuna yanıt verirken yazma eyleminin kendisindeki bir taşkınlık sonucu biçimlendiğini, kendisiyle bitiremediği kavgalarına rağmen ayaklarının yere daha sağlam bastığını söylüyor. Ayakları yere basan bu taşkınlığının yazmaya biçimlenmiş halinin bireysel ve toplumsal ikilemler, çekişmeler içinde daha farklı bir boyuta taşındığını da ekliyor. Sevgi Soysal’ın yazmak konusunda verdiği yanıt aslında hayatı boyunca yazarak yapmaya çalıştığını, döneminin toplumsal tedirginliği/çatışmaları içinde bunaltan, bozulan, eskiyen gerçeklere itirazını belirtiyor ve başlamakla-vazgeçmek-bırakmak duygularının arasındaki ilişkiye karşı gösterdiği kendini gerçekleştirme arzusundan neden hiç uzaklaşmadığını kapsıyor. Böylelikle Tekliğin Türküsü kitabını oluşturan farklı metinleri, bu metinlerin içindeki detayları, dönemin tartışılan konularında Sevgi Soysal’ın düşündüklerini ve hissettiklerini okumak, anlamaya çalışmak onu biçimlendiren hayata, insanlara, ilişkilere, topluma, dönemin sanat ve edebiyat çevresine geçmişte kalan hatıralar biçiminde değil, bizzat bugün yaşananlara derinliği hiç bozulmamış bir bakışla yaklaşmaya olanak tanıyor.
Zihni ve ruhuyla Sevgi Soysal’ı yaşadığı zamanın ötesine taşıyan çok-katmanlı edebiyatının hareket noktalarını ve dil/biçim arayışlarının istifade ettiği kaynakları ve yazarların/düşünürlerin (Brecht, Rilke, Borchert, Hofmannstahl, Tucholsky, Kierkegaard) metinlerini de içeren Tekliğin Türküsü, aslında Sevgi Soysal’ın sıklıkla vurguladığı bir oluş halini işaretliyor. Kitabın başından sonuna değin hissedilen bu hakikat, kitabı oluşturan bölümlerin sırasının neden ve nasıl tercih edildiğini kanıtlıyor bir bakıma. Hikâyeler çevirilerinin altmetinlerindeki arayışlarla, itirazlarla, kırgınlıklarla, duygularla bütünleşiyor. Aynı şekilde sanat yazıları röportajlarında verdiği yanıtlarla, onun önemsediği içtenlik arayışıyla birleşiyor. Çatışmanın, bırakmanın, tekrar başlamanın, kendisine biçim verebilmiş ben yaratımının, değişim kesitlerindeki rollerin, bireysel ve toplumsal ikilemlerin, bir kadın olarak eril tahakkümün sınırsızlığına karşı duruşunun yazma eylemini nasıl kuşattığı bu vesileyle, nedenleriyle ve sonuçlarıyla daha anlaşılır oluyor. Sevgi Soysal’ın yazarlık sürecini kuşatan gözlem ve anlam dünyasının zenginliğini, yaratıcılığını gösteren metinler, yazılar ve röportajlar yaşadığı dönemin tarihsel/toplumsal dönüşümünü anlamak ve aradan geçen on yıllara karşın değişmeyenleri yeniden değerlendirmek adına önemli. Çünkü halihazırda toplumsal ilişkilerin ve tahakkümün sevimsiz kudreti varlığını bireysel tekliğinin anlamını bilmeyenlerin çelişkisi üzerinden güçlendirmeye devam ediyor.
Çok, Batılı kafası için pek çok esneğiz. Bireyleşmemişiz de ondan. Amacı politika çayırında otlamak olup çaresiz kaldıkça peynir ekmek gibi parti değiştiren politikacılarımızdan farklı değiliz. Onlar da birey olamamış, neyin politikasını, niçin yaptıklarını bilmeyen politika loncası burjuvaları. Birey olan aydınlar çoğunlukta olsalardı partilerimiz kutuplaşırlar, her sene birbirlerinden aynı futbolcuları transfer eden aynı şampiyon kupası takımları olmazlardı. Zaman az, bu doğru. Yıllarca bin dokuz yüz bilmem kaç yüz bireycilik labirentinde zaman öldürecek fırsatı kaçırmışız. Toplumla bağlarımızı birey olma çabalarımız yanı sıra koparmamamız gerek. En azından bir şeyler yazarak bu yolda etken olmaya çalışmak gerek. Eyleme geçmek gerek. Ama bu arada rafa kaldırmayalım yetersiz “BEN”leri. Boşluklarımızı doldurmaya çalışmaz, dediklerimizle biraz da olsa bağdaşan, otantik bir yaşam kuramazsak o “BEN”e, üstüne eğildiğimiz toplum boşluklarına “küt” diye düşeriz. Kendi güvelerimizi, güve yeniklerimizi tanıyalım. Kendini gerçekleştirmek bile tek başına toplumsal bir eylemdir. (s. 213)
Kitabın ilk bölümünde yer alan, Değişim ve Dost dergilerinde yayımlanmış, 1960’lı yıllarda yazdığı hikâyelerinde Sevgi Soysal -yazıldıkları dönem düşünüldüğünde- kullandığı imgelerle, üslup, dil ve biçim arayışıyla içgörüsü yüksek bir anlam dünyasını inşa ediyor. Öte yandan bu imgelerle okuru (kitabı okuduğumuz şimdiki zaman bağlamında) hem kendi edebiyatının zaman ve mekân tanımayan alanıyla hem dünya edebiyatının zihin açıcı metinlerinin bağlamıyla yakınlaştırıyor. Her hikâyeden, çeviriden, sanat yazısından, röportajlardan, soruşturmalardan bahsederek bu yazıyı okuyacak okurları sıkmak istemem (zira hepsi ilerleyen süreçlerde bizlere yeni düşünme pratikleri, çalışma/tartışma alanları ve konuları, içerik analizi imkânı yaratacaklar) ki birkaç kısa değininin Tekliğin Türküsü için size öngörü sunacağını umuyorum. “Üç Nokta Bir de Noktalı Virgül” hikâyesinde belirlediği dört koşut diğer hikâyelerinin de kendi hayatından izleri takip ettiğini hissettiriyor. Bir şişenin içine doldurduğu böceklerin hayat ve ölüm arasında yenişip duramayışları, şişenin kırılmasıyla ayakaltında ezilişleri umudu örselenmiş yüzleşmenin soyutlamasına dönüşüyor. Size okurken anımsatacağı Kafka’nın dünyasından biraz farklı bir anlatım tercihi bu. Anlamı soyutlayarak bambaşka bir biçime taşıyarak oluşturması, iç sesinin dış sesiyle karşılaşmasıyla, tekliğinin bütünlüğünde tamamlanma çabasıyla bir arada ilerliyor. Dört koşut, diğer hikâyelerinde ben ile diğerini, özelinde kadınla erkeği, genelinde insanla toplumu sorguluyor. Sorgulayışlarının ilk belirleyicisi Ayşegül Yaraman’nın İsyankâr Neşe kitabı için yazdığı “Sorunları mı Sorumluluktan, Sorumluluğu mu Sorunlarından? -Kadınlık Durumu, Kadınlık Bilinci ve Sevgi Soysal-“ adlı yazısında belirttiği gibi içgüdüsel/deneyimsel isyanlarla eşdeğer. Başkalarının ayna olmadığı, olmayacağı bir özgürlük mücadelesinin kaynağı gördüğü teklik, oluşu tamamlayacak dönemeçlerde belirliyor yönünü Sevgi Soysal’a göre. Bu bağlamda “Dönemeç” hikâyesi gerek kadın-erkek ilişkisinin dinamiklerini, patriyarkanın buyurganlığını, eril tahakkümün perdelediği kadının, kadınlığın reddedişlerini ortaya koyuşu ve imgelemiyle oldukça etkileyici. Hikâye, bir sonraki bölümde Rainer Maria Rilke’nin yazdığı ve Sevgi Soysal’ın çevirdiği mektuplarla; diğer bölümdeyse Asta Nielsen’i anlattığı yazısının detaylarıyla birleşiyor. Kitaptaki hikâyelerin böylesi tuhaf ve şaşırtıcı özelliği olduğunu söyleyebilirim; diğer metinlere açılan ve yine o metinlere kapanan.
İki uzun hikâyesi “Yeraltı Kentinde Herhangi Bir Gün (tamamlanmamış)” ve “Kavak”, Sevgi Soysal edebiyatının dikkat edilmesi gereken dönemeçlerini işaretliyor. Mevcut toplumsal düzeni eleştirirken ve bu eleştiriye yönelik eylemleri karakterize ederken, verili olanın nasıl ve hangi koşullarda içselleştirildiğini, tekrarlayarak üretildiğini üç devrimci karakterin yeraltındaki dünyalarının merkezinden anlatan Soysal, eleştirmekle eleştirdiğine evrilmek, değişmek istemekle değişememek, düzenden hoşnut olmamakla benzer düzeni yaratmak konusunda sorduğu soruları hikâyenin karakterleri aracılığıyla somutlaştırıyor. 12 Mart sonrası Kızılay’da yürürken tanık olduğu olayı merkeze alarak yazdığı “Kavak” hikâyesiyle beraber düşünüldüğünde “Yeraltı Kentinde Herhangi Bir Gün”, hâlâ içinde yaşadığımız toplumsal düzenin temsiliyetini ve ilişki biçimlerini betimlemeleri açısından kayda değer. Tekliğin Türküsü, zamanın tozlarıyla eskitemeyeceği ve üzerini örtemeyeceği bir kitap. İçerdiği metinlerle bir düşünme ve yorumlama zemini. “Sanatçıya Artakalan Tutum” yazısında kullandığı kavram olan “kabul edilmiş miskinlik”lere her cümlesiyle, imgesiyle ve hakikatiyle yönelttiği bir itiraz.