Le Biraderler adındaki ikiz Vietnamlı sanatçıların altın rengi oymalarla bezediği, her biri iki metre boyunda iki kırmızı tüfek serginin girişinde karşı karşıya nöbet tutuyor. Tüfeklerden ikisi de birbirinden ünlü: Amerikan AR-15 ve Sovyet AK-47, diğer adıyla, Kalaşnikov. Sergi Jim Thompson’ın evinin üst katında; ev de Bangkok’ta.
Jim Thompson II. Dünya Savaşı sonrası Uzakdoğu’yu –aslında tüm dünyayı– düzenleme planlarındaki Amerika’nın Tayland’da görevlendirdiği CIA ajanıdır. O sıralar Tayland’a henüz Amerikan askerleri gelmemiş, dolayısıyla onları eğlendirme ihtiyacı doğmamış, ülkenin adı dünyanın kerhanesine henüz çıkmamıştır. Tayland, yani eski Siyam, sadece Kral ve Ben (1956) filmindeki traji-komik, şarkılı ve danslı haliyle akıllardadır. Filmde alelade İngiliz bir mürebbiye bile Siyam Kralından daha akıllı ve bilgilidir. Hatta ona İngiliz sömürgeciliğine teslim olmaması için uygar –yani Batılı– görünmenin yollarını öğreten de yine kendisidir. Tesadüf bu ya, Kral ve Ben’in yazarı Thompson’ın Tayland’a ilk gidişinde birlikte çalıştığı misyonerin eşidir. Dahası Thompson’a bugün dünyanın en büyük ipek işletmelerinden birini kurmasına ilham veren yine o zamanlardır. Kral ve Ben ilk sahnelendiğinde kullanılan ipekler orada üretilecek, denildiğine bakılırsa, “kaybolmak üzere olan ipek kültürü” o sayede canlanacaktır. Bunun bedeli Tayland’daki o malum yan sanayilerin de canlanması olmuştur, ne gam!
Bugün hem ipeklinin âlâsının satıldığı hem de turistlerin cazibe merkezi olan Jim Thompson müze-evi beton Bangkok binalarının içinde, antikaları ve sanat eserleriyle tek tük özgün mimarili yapıdan biri; ziyaretçilerine Siyam nostaljisini sofistike Batı turizmciliğiyle harmanlayıp verir, üstüne üstlük giriş katındaki mağazadan alışveriş yaptırtır. Dahası CIA ajanıymış, o betonlaşmanın müsebbibi sömürgeci kalıntısıymış demeden, “Şu Jim Thompson olmasa Siyam kültürüne ait doğru dürüst bir ev kalmayacakmış, ne varsa Batı medeniyetinde var,” bile dedirtir. Hatta yetmişlerde Thompson’ın sessiz sedasız ortadan kaldırılmasına üzülürsünüz bile, sanki casusluk filminin sonunda iyi kahraman ölmüş. Gerçekten de akıl sır ermez şu kapitalizmin marifetlerine.
Müzenin üst katındaki galerinin girişinde duran iki oymalı tüfek yerleştirmenin ismine yakışmıyor: “Oyun | Viet Nam”.[1] Duvardaki fotoğrafların bir kısmında da aynısının tıpkısı iki sanatçı, namlularından çiçek çıkan tüfeklerle sanki oyun oynuyorlar. Anlaşılan silahla oyun olmayacağını öğreten olmamış onlara. Kalaşnikov’dan sağa dönünce sanatçıların biyografisi var. Le Biraderler yirmi yıl süren savaşın bittiği, Kuzey ve Güney Vietnam birleşip tam bağımsızlığın elde edildiği yılda, 1975’te, doğmuşlar. Savaş yirmi yıl sürmüş. Demek Kral ve Ben filminin ortaya çıktığı sıralarda Vietnam Savaşı yeni başlamış.
Sergide sadece tüfekler değil, haki kumaş üstüne çiçekli desenlerle bezenmiş asker kıyafetleri içindeki başsız mankenler, her biri ikiz biraderlerin çocukluğunu, yaşamını, köyleri, askerî düzeni anlatan videoların oynadığı yirmi dört ekranın yanında nöbet tutuyorlar. Aynı anda onca ekrandan hangisini izleyeceğini şaşırıyor insan. Bir duvara boydan boya iliştirilmiş rafın üstünde, boyasız ahşap çerçeve içinde, otuz siyah beyaz fotoğraf var. Zamanın modası orada da esmiş: Kıyafet ve saç kesimlerinden fotoğrafların Vietnam Savaşı öncesine, Fransız sömürgesi olunan zamanlara ait olduğu belli. Bir stüdyoda çekilmiş erkeğin kadına sarıldığı o gülümseyen çifte ya da yan yana durup poz vermiş iki kardeşin benzer fotoğraflarına dünyanın her yerinde rastlayabiliriz. Demek sadece köylü ve fakir bir ülke yokmuş savaş öncesinde, modern bir kısım da varmış. Vietnam’ın sömürge hali, savaş hali, komünist hali... Bir yargı var mı? Yok desek de bu boş bir laf: Metinler ve imgeler her zaman taraf tutmak içindir.
Vietnamlıların savaş sırasında neler yaşadığını sergiden çıkarmak çok mümkün değil, ama Vietnam’a savaşmaya giden Amerikalılar hakkında bin türlü Hollywood filmi izledik; çok şey biliyoruz. Good Morning Vietnam! Sahi, ne çekti Amerikalılar o kıyamette! Öyle ki, Vietnam Amerika’nın gündeminden hiçbir zaman düşmedi. Amerika’nın Vietnam’da komünistlerin kazanmasını önlemekten başka bir arzusu yoktu; kısmet işte, gerçekleşmedi. Civar ülke Tayland ABD’nin yanında yer alsa da, Kuzey Kore, Çin ve SSCB’nin desteği ortada domino etkisi yarattı ve o bölge tümden komünist oldu. Bunun bedellerinden biri dörtte biri yirmi bir yaşın altında tam 58.220 Amerikalı askerin ölümü demekti. Vietnam’ın kaybı ise binli değil, milyonlu yuvarlak sayılarla ölçülür. Ha bir eksik, ha bir fazla, tam kaçı bebek, kaçı çocuk, bir fikrimiz yok. Vietnam’ın ölü sayısına iki küsur milyon, hatta üç milyon desek de, elli sekiz bin iki yüz yirmi sayısı kadar havalı durmaz.
Doğrusu Amerika bu tür siyasi mühendislik projelerinde nedense pek başarılı olamıyor. Gerçi içlerinde Vietnam’ın yeri başka: Elli yıldır ne zaman bir siyasi seçim olur, illaki adayın Vietnam Savaşı’nda ne yaptığı sorgulanır. Sözgelimi kısa bir süre önce Trump’ın sahte çürük raporu alıp Vietnam’a gitmeyişi hakkında iddialar ortaya çıkınca yer yerinden oynadı: Vietnam’da savaşmaktan kaçmış Amerika Başkanı olur muymuş?
Büyük pencerenin önündeki iki şambrel de alacalı kamuflaj kıyafetlerine bürünseler de gizli değiller, sanki çocukların oynaması için tavana asılmışlar. Hatta arada sallanıyorlar. Savaşta çocuk ne arar demez kimse. Çoğu kişi en azından gazetelerde ağlayarak Napalm bombasından kaçan vücudu yaralı ve çıplak Güney Vietnamlı kız çocuğunun sonradan bulunduğunu okumuş, içi cız ederek o fotoğrafa bakmıştır. Sergideki kitaplar, kartpostallar, raftaki çerçeveli fotoğraflar, haritalar, filmler... Eserlerin hiçbirinde Vietnam Savaşı’na ait aşina bir imge yok. Ama insan hafızası ilgili ilgisiz her şeyi eşleştirebilmesiyle meşhur; AR-15 ve AK-47 gibi silahların yetmişlerden sonra filmlerde ve video oyunlarında yaygınlaşması akla ilk gelenlerden. Bruce Lee, “dövüş sanatları”, “vücut çalışma” da aynı dönemin ürünleri. Amerikalı askerlerin açtığı fuhuş piyasasını sonradan geliştirecek olan Alman ve Japonların Tayland seks turları, bu piyasalara kızlarını meta haline getiren aileler, pornografi gibi yan piyasaların gelişmesi de aynı zamanlara denk gelir nedense. Acaba dünyanın farklı yerlerinde olup bitenden hangisinin diğerini ne oranda etkilediğini bir gün anlar mıyız?
Yerleştirmenin orta yerinde, bir masa üzerinde Vietnam’la ilgili çeşitli dillerde türlü türlü kitap: Zamanında “Doğu’nun Paris’i” olarak anılan Saygon’un Ho Chin Minh ismine geçişi üç yüz yıl sürmüş. Bazen sadece kitapların başlığından bile ne çok şey öğreniriz! Bir kitabın ismi İngilizce, hem de Tayland’da basılmış: “Ho Chin Minh’in Siyam Yürüyüşü”. Vietnam’ı bağımsızlığa ve komünizme taşıyan liderleri Ho Chin Minh, 1920’lerin sonunda Tayland’da da mı bulunmuş? Kitabın kapağında gökyüzünün mavi değil, kırmızı olduğu ve arkasından güneş yerine büyük bir sarı yıldızın doğduğu dağın önünde, ayakları suyun içinde ve elinde bastonla, eski Uzakdoğu bilgeleri gibi resmi çizilmiş Ho Chin Minh var. Vietnamca yazılı olanların içeriğini de kapak resminden çıkarmak mümkün: Marxlı olan var, orak, kırmızı fonda çekiç tutan işçinin bulunduğu da. Önemli bir bilgi daha masadaki kitaplardan: Meğer Vietnam’da vaktiyle olan bitene Vietnam Savaşı değil, Amerikan Savaşı denirmiş. Yalnız biz de Amerikan Savaşı dersek olan bitene, savaşları birbirinden ayıramayız. İyisi mi biz eskisi gibi takılalım, sanki Vietnam Amerika’ya saldırmış gibi yapalım.
Le Biraderler katıldıkları sergilerde Batılı gazetecilere ülkeleri hakkında hep hesap vermek zorundadırlar. Eğer Batılı değilseniz dünyanın neresinden olursanız olun, ülkenizde olan bitenden sorumlu tutulur ve sorulara yanıt vermek zorunda kalırsınız. Le Biraderlere de gazeteciler biraz kinayeli bir şekilde nereli olduklarını sorarlar. Akılları sıra hâlâ aralarında sosyoekonomik farklılıklar bulunan güney ve kuzey ayırımıyla ilgili polemik yaratacaklardır. İkiz biraderlerden Le Duc Hai bunu şu şekilde anlatır: “Bize nereli olduğumuz sorulduğunda ve biz Vietnamlıyız dediğimizde, bize ‘Ah, Amerikan Savaşı, zavallı siz, komünistlerin idaresi altındasınız,’ derler. Anlamazlar ama, konuşurlar. Ülkemizde hiç bulunmamışlardır ama sanki her şeyi bilir gibi konuşurlar. Oysa biz uzun zamandır ülkemizde yaşadığımız halde, her gün yeni bir şey öğreniriz – yaşam, kültür, halk. Biz hâlâ bakıp anlamaya çalışıyoruz.”
İşte böyle Bangkok’taki Kral ve Ben fantezisini pekiştirmek için kurulmuş müze göründüğü gibi kalmaz; yerelle küresel âdet olduğu üzere tarih ve ticaretle birbirine kırdırılır. İçinden ajanlar, silahlar, savaşlar, Vietnamlı sanatçılar, ipek, şambrel ve kocaman bir oyun çıkar. Üstüne üstlük bir de ticaretin her türlü husumeti çözdüğünü bilmezmişiz gibi, Trump’ın tam elli yıl gecikme ile Vietnam’a gidecek ve Kim Jung-un’la karşı karşıya gelecek olması yine şaşırtır. Sahi böyle bir buluşmanın güvenliğinde en çok AR-15 mi yoksa AK-47 mi kullanılır?
Aynı sanatçının da dediği gibi dünyayı anlamak gerçekten de zordur. Hikâye içinden hikâye çıkar ve hiçbir hikâye doğru olduğu için sevilmez.
[1] Le Brothers, Game | Viet Nam: http://www.newspacearts.com/index.php/home/news/295