Bedenin görsel sanatlardaki tarihi antik kültürler, hatta mağara resimlerine kadar tarihlendirilse de, anatomik ve estetik kaygılar dışındaki tasvir tarihi ya da bir performansın öznesi olarak varlık gösterme hali yalnızca belki de son bir yüzyıllık serüvende yer bulur; özellikle 1960’lar sonrası diyebiliriz. 60’lar ruhundan payını alan ilk kıvılcım, bugüne dek büyüyerek geliyor. Buna ek olarak bedenin görsel sanatlarda bir materyalin aracılığına ihtiyaç duyulmadan kullanılması ise daha kısa tarihlidir. Beden ve feminizm tarihinin doğrusal korelatif ilişkisi pekâlâ olağan sayılabilir. Kadının sanat tarihi sahnesinde domestik olanın dışına çıkması, bedeni erkeğin performans sergileme alanı olmaktan kurtarması -kısmen kurtarabilmesi- beraberinde ciddi bir mücadele süreci gerektirmiştir. Bu mücadele tarihi ile sanat tarihinde kadın imgesinin değişim, dönüşümünü birlikte okumakta yarar var.
Tüm bu mücadele serüveni ve Türkiye sanat tarihinde kadın imgesinin dönüşümü yazık ki biraz daha geç tarihlere denk gelir. Resim ve heykel tarihini bir kenara ayırırsak performans sanatında kadın sanatçıların bizzat aktif rol alması, bedenin interaktif bir performans nesnesi olarak izleyiciye açılması, salt gösteri nesnesi olmaktan çıkarılması belli üretim süreçleriyle mümkün olmuştur.[1] Bu üretim süreçlerine eklenenlerden biri olan Mehtap Baydu’nun 2010 yılında Kassel Documenta Halle’de üzerinde pestil bir elbiseyle gerçekleştirdiği “Eat me, Meet me” performansı çok-katmanlı yapısıyla ciddi bir kazıbilime girişme olanağı tanıyor.
Geleneğin, avangard bir biçimde bağlam değiştirerek sergilenme olanağı bulduğu “Eat me, Meet me” performansında, Anadolu’nun geleneksel tatlılarından olan pestilin sanatçının bedenine herhangi bir tuhaflık belirtisi göstermeden oturma nedeninin sanatçının gelenekle bağından kaynaklandığı söylenebilir. Bir kültürü deneyimlemenin önemli kanallarından biri olan yiyecek, bu kez bir kadın bedeni üzerinde yeme eylemine davetle yer alarak başka türlü bir tanıma ve deneyimlemeye aracılık ediyor. Yüce bir varlık olarak da düşünebileceğimiz sanatçı, izleyicinin yeme eylemiyle tıpkı dinsel ritüellerdeki yeme eylemine benzer bir parodiye aracılık ediyor. Yedikçe eksilen bu giysi en nihayetinde sanatçının bedenini çıplak bırakarak tanışmanın fiziksel en yalın haline götürüyor: çıplaklık. Bir insanı tanıma sürecindeki ilk adım, karşılaşma, yani fiziksellikle buluşma ile başlıyor. Sesin, sözün dahi devreye girmediği bu anda görme, bedenin rengini, hatlarını kavrama ve bunlar üzerinden bir ırk, cinsiyet bilgisi edinme tüm bu ilk evreyi oluşturuyor. Sanatçı bedenseli paylaşma eylemiyle aslında izleyiciyi doğrudan sürece katan bir diyalog başlatıyor. Tüketim eyleminin başat rol aldığı yeme eylemi beraberinde bir tanışma, daha fazla bilgi edinme getiriyor. Belki de tam bu kısım eğlenceli bir şekilde, yani tüketimin üretime aracılık etmesi paradoksuyla aslında hiç son bulmayan bir dönüşüm halinin varlığını vurguluyor. Hiçbirimiz deneyimlerimiz sonrası aynı kişiler olarak kalmıyoruz. Pestil elbiseden alınan her parça, bedeni bir parça tanıma bilgisi sunsa da aynı anda yeni anlam üretimleriyle başka bir şeye dönüşüyor. Bu tüketim-üretim birlikteliğinin aynı zamanda bedenin üzerine eklenen ve eksilen her parçayla sayısız anlamlar mekânı olma ihtimali kayda değer bir bilgi olarak performans boyunca duruyor. Aslında çok da sevdiğim bir tabirle her gelen bir şeyler alıp götürürken bir şeyler de katıyor deyimi bir hayli yerinde olabilir.
“Eat me, meet me” performansı, performatif estetiğin olanaklarını da kullanarak sadece sanatçı ve izleyicisi arasındaki bir etkileşim olmaktan çıkıp, beden üzerinde kullanılan malzemenin kökeni itibarıyla da kültürel bir alana nüfuz ediyor. Performatif estetik kuramı[2] aracılığıyla bir çıkarım bizi doğrudan bu eserin bireysel ve toplumsal dönüşüme sunduğu katkıya götürür. Sanatçının doğduğu coğrafya uzak olmasına rağmen sanatçının annesiyle olan ilişkisi üzerinden kavranıp alımlanması biyolojik bir bağ üzerinden kültürel olanın kavranması ve yabancı sayılabilecek bir başka coğrafyada etkileşime açılması tüm bu çalışmayı özel kılıyor. Bir başka yönüyle bu performans aslında kadının eril tahakküm kıskacında tüketimi şeklinde de değerlendirilebilir. Gündelik yaşam içerisinde biteviye bir tüketim üstelik. “Eat me, meet me”, Yoko Ono’nun, Cut Piece performansıyla paralel bir etkileşim olanağı sunsa da doğrudan bir feminist tavır yerine provokatif olmayan farklı bir diyaloğun kapıları açılıyor. Baydu’nun kıyafetlerle ilişkisine bakıldığında ise -Karakter Bürünmek, Sonntag Spaziergang, Cocoon, Kıyafet, Long Neck- sık kullanımlar dizisi görülebilir. Bu ısrarlı kullanım sürecini doğrudan sanatçının queer ve feminist varlığıyla bütünleştiriyorum. Her gün ayna karşısında toplumsala karışmadan önce hazırlandığımız rollerin bir tür makyaj görevi gören kıyafetten bağımsızlaştırmanın olanaksızlığı ancak sanatsal üretim yoluyla dağıtılabiliyor. Eser işlevsellik kaygısı taşımasa dahi toplumsalın sınırlarını zorlayarak rutinde bir yarık açtığı için dönüşüme katkı sağlayabilecek bir öneme sahip oluyor. Mekânın eyleme alanı olarak bağlamı kökten değiştirebileceği bu performans açıktan yüksek tonda bir davetkârlıkla akılda cinselliğin kapılarını aralasa da, yeme ve haz ilişkisinin beden üzerinden kurgulanması ve pestilin deriyi çağrıştıran dokusu, yenerek bir diğer bedene karışması birlikte olmanın başka bir kanalı olarak karşımızda duruyor.
Toparlayacak olursak bu performans beraberinde soruları da getirerek dönüştürücü etkiler sağlayabilecek bir tür diyaloğun kapıları sayısız ihtimaller havuzuyla kapanmayacak biçimde aralıyor.
Hatırlatmakta yarar var: Ankara’nın köklü galerilerinden Galeri Nev bu yıl 35. yılını kutluyor. İlgili etkinlikler kapsamında 17 Nisan itibarıyla Baydu’nun seçilmiş bazı işleri Galeri Nev Ankara’da görülebilir.