Aynı şeyleri yapıp farklı sonuç beklemenin akıllıca olmadığı bir gerçek – ama her aynanın da iki yüzü var. Amacınız zaten o her zamanki sonucu elde etmekse, artık neyi değiştirmemeniz gerektiğini öğrenmiş olursunuz. Buna toplumsal bir örnek vermek gerekirse; kaosla sonuçlandığı bilinen sebepler, bu kez kaosun kendisinin arzulandığı hallerde “test edilip onaylanmış” yöntemler olarak kullanılmaya çok müsaittir.
Hukuku ve siyaseti sosyolojiden bağımsız düşünmek bizi anlamlı bir yere götürmez. Ama hukuku ve siyaseti sadece bir ürün olarak düşünüp sosyolojiyi etkileme vasfından uzak kabul etmek de oldukça risklidir.
Şimdilerde tutunduğumuz temsilî demokrasi aslında epey yeni bir icat. Bunu nasıl kullanacağımızı henüz tam çözebilmiş değiliz. Çözmek içinse önce bazı tespitlerde bulunmak gerekiyor. Bunların ilki şu olsa gerektir: Demokrasiyi neden istiyoruz; bundan muradımız nedir?
Amacımız aynı mülki sınırlar içinde yaşayan on milyonlarca insan olarak kırıp dökmeden, güven içinde, hiç kimsenin gelecek kaygısının bulunmadığı bir mekanizma oluşturmak mıdır yoksa her şey elimizdeki sopayı başkasına kullandırmaktan mı ibarettir?
Siyasetle sosyoloji işte tam da bu noktada birbirine karışıyor. Güvende olmaktan anladığı “düşmana korku” salmak olan, düşman kavramı karman çorman, sopa kullanmakta beis görmediğini ise defalarca göstermiş bir toplum, siyaseten de kendine yakın gördüğünü yüceltiyor. Yücelttiğinin kendisine hakikaten yakın olup olmadığını ise sorgulamıyor bile çünkü onu bir şekilde sahiplenmiş artık. Nitekim toplum yapımızın bariz özelliklerinden biri de sahiplendikten sonrasını sorgulamamak zaten.
Kemal Kılıçdaroğlu’na yönelen linç girişiminin onlarca katmanı, bir o kadar da bağlamı var. Toplumun linç hareketine tek bir kıvılcım mesafesinde durması, o kıvılcımın iktidardan gelmesi, hukukun çıkan yangına müdahale etmemesi ve bambaşka bir bağlam daha: Şiddet konusunda hukukun her şeyden önce kendi kafasının karışık olması.
Lince kıvılcım mesafesinde olmak derken elbette aklımıza ilk gelenler Sivas, Maraş, Çorum, 6-7 Eylül… Geçmişimiz bu konuda “zengin”. Fakat burada atlanmaması gereken şu ki, linç ve katliam zihniyeti bundan ibaret değil. Bunların arkasında bir yok etme, cezasını hukuka bırakmayıp “kendin kesme” iradesi var. Etnik veya dinî saiklarla linç edeni lanetlemeyi biliyorsak, tecavüze uğrayan kızın babasının faili “infaz etmesini” alkışlayamayız. Sorunları yumrukla çözemeyiz veya sokakta topunu paylaşamamış çocuklara “Dövseydin?” diyemeyiz. Çocukların kavga içinde büyümesiyle koskoca insanların bir olup katliama yapması elbette aynı şey değildir fakat aynı bütünün parçasıdır. Şiddeti meşru “olabilen” bir şey olarak tanımlarsak, her şiddet kendine bir meşruiyet zemini bulacaktır.
Kıvılcımın iktidardan gelmesi ise, şiddetin iktidarla meşru kılınması olarak yukarıda yazılan her şeye muazzam bir örnek. Eğer demokrasiyi “sandıktan çıkmış olmakla” sınırlıyorsanız ve bundan muradınız da “sopayı devralmak” ise, muhalifi hedef göstermenin sizin için nasıl bir sakıncası olabilir ki? Muhalif olmayı şiddeti hak etmek olarak görüyorsanız, neredeyse linç edilmek de elbette Kemal Kılıçdaroğlu’nun “hatası” olacaktır.
Bunun böyle olmadığını anlayabilmek için demokrasinin iktidarla değil insanlık bilinciyle ilgili olduğunu bilmek gerekir. Yok eğer insanlıktan anlaşılan da yine muktedir olmaksa zaten her şeyi boşuna konuşuyoruz demektir.
İktidarın “Kemal Kılıçdaroğlu’nun orada bulunmaması” talimatını emir telakki edenlerden biri, ana muhalefet partisi liderine yumruk atmayı muhtemelen onurlu bir görev olarak gördü – ki elinin öpüldüğü fotoğraflar da bu “onuru” teyit ediyor. El öptürme merasimi ise, kişi gözaltına alınıp serbest bırakıldıktan sonra yapıldı. Serbest bırakılma gerekçesini görmediğim için kanundan yola çıkarak söylüyorum, muhtemelen “sabit ikametgah sahibi olup kaçma şüphesinin bulunmaması” bu gerekçelerden biridir. Ama bu adam kaçarken yakalanmadı mı? “Basit tıbbi müdahaleyle giderilebilecek yaralama” olması da gerekçe olabilir ki bu tür yaralama gerçekten de tutuklama gerektirmez. İyi de, hakaret suçundan tutuklama veren yargı, yine aynı yargı değil mi?
Ama “O hakaretler cumhurbaşkanına edildi, TCK 299 diye bir şey var!” diyeceklere cevaben: Birincisi, suç oluşturduğu söylenen pek çok ifadenin aslında hakaret olup olmadığı en baştan tartışmalı. İkincisi de zaten TCK 299 nedir? Buradaki amaç cumhurbaşkanının şahsında Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin saygınlığı ve ağırlığıysa, ana muhalefet partisinin lideri sarı çizmeli Mehmet Ağa mıdır?
Hukukun devleti vatandaşın “fazla” üzerine koyan yaklaşımı burada da ortaya çıkıyor aslında. Cumhurbaşkanına hakaretin tüm kamu görevlilerinden ayrı, tek başına bir madde olarak düzenlenmesi açık bir muktedir sevdası değil mi?
“Basit tıbbi müdahaleyle giderilebilecek yaralama” konusuna dönersek… Sokakta çıkıveren bir “yan baktın” kavgasında atılan yumruk, etkisi basit tıbbi müdahaleyle giderilebiliyorsa, tutuklama gerekçesi olmayacaktır. O yumruğu atanın kamu güvenliğine, başka bir ifadeyle “sokaktaki vatandaşa” tutuklama gerektirecek kadar tehlike oluşturmadığı kabul edilir. Kemal Kılıçdaroğlu’na atılan yumruk da fiziksel etki olarak basit kalmış olabilir ama linç amacıyla yüzlerce kişinin toplanıp toplanmadığı değerlendirilmeyecek midir? “Evi içindekilerle birlikte yakalım!” diyen canavar ruhu değil o evde saklananı hatalı gösteren bir muktedir, “sokaktaki vatandaş” için ne kadar tehlikesiz olabilir?
Sonuçlarla değil sebeplerle uğraşmayı bilen bir toplum olsaydık, yumruğu atanın serbest bırakılması belki bambaşka bir şey ifade edebilirdi. Bu bir sonuç kabul edilirdi, sebep bambaşka yerlerde aranır ve mesela içişleri bakanının “Kemal Kılıçdaroğlu’nu şehit cenazelerine almayın” talimatı sorgulanabilirdi. Bunu söyleme cüretini nereden bulduğu üzerine kafa yorulabilir ve anlamlı sonuçlara ulaşılabilirdi.
Fakat öyle olmadı. Süleyman Soylu “almayın” talimatını verdiğiyle, Osman Sarıgün yumruğu attığıyla, Kemal Kılıçdaroğlu ise yumruğu yediğiyle kaldı – ve bu olay tarihteki yerini, kendisinden öncekilerin sonucu ve olası sonrakiler için de “güzide” bir sebep olarak aldı.