Katı olan her şey buharlaşıyor, kutsal olan her şey dünyevileşiyor ve sonunda insanlar kendi hayatlarının gerçek koşullarıyla ve diğer insanlarla ilişkileriyle yüzleşmeye zorlanıyorlar.
(Karl Marx-Friedrich Engels, 1848)
Ernest H. Kantorowicz’in tezine göre her kral/hükümdar iki defa doğar ve iki defa ölür. Hükümdarın ilk doğumu bedensel doğumu ise, diğer doğumu da siyasi doğumudur. Yine bunun doğal bir sonucu olarak hükümdarın ilk ölümü bedensel, yani fiziksel ölümü ise, diğer ölümü de siyasal ölümüdür, ki hükümdarı asıl korkuya sevk eden de siyasal ölüm tedirginliğidir. Siyasal beden; makamı, siyasi yönetimi ve siyasi unvanı içerir. Bu nedenle hükümdar açısından siyasal ölüm, bütün imtiyazların toplamı olan toplumsal unvanların dışına itilmek anlamına gelir.
Kantorowich’in Kralın İki Bedeni adlı metninde aktardığı üzere, siyasal beden, doğal/ölümlü bedenden yalnızca “daha heybetli ve daha büyük” olmakla kalmaz, aynı zamanda onda insan doğasının kusurlarını ve zaaflarını azaltan, hatta gideren, belirli ve gerçekten gizemli birtakım güçler bulunur. Bu yüzden de kral hayattayken, bu iki bedeni aynı anda beslemeye özen gösterir.[1] Buradan yola çıkınca, günümüz politikacılarını Kantorowich’in teolojik bir temel üzerine bina ettiği Kralın İki Bedeni tezine bağlı kalarak okumak haklı tartışmalara neden olabilecektir. Tam da bu nedenle Erdoğan’ın siyasi serüvenin “siyasal bedeni” açısından geldiği merhale itibarı ile son derece obez olarak görülebilecek bir yere savrulduğu ve bu yüzden de “kaybetme fikri”nin onu sürekli olarak baskı ve şiddet aygıtlarına sevk ettiği sonucuna varılabilir. Dolayısıyla Erdoğan’ın önünde meşruiyet üretim kaynağı olarak “seçilmek, sürekli seçilmek ve yeniden seçilmek” dışında herhangi bir seçeneği kalmadığı görülüyor. İstanbul seçimlerinin yenilenmesi ve 7 Haziran’dan 1 Kasım’a giden süreç bu durumun en dramatik örneklerini teşkil ediyor.
***
Kantorowich’e göre hükümdarın siyasal bedeni büyüdükçe ülkenin malı, mülkü vesairesi de zaman içinde hükümdarın bedeninin bir parçası haline gelir. Yine hükümdarın siyasal bedeni genişledikçe ülkenin varlığı hükümdarın siyasi bedeninde toplanmaya ve imlenmeye başlar. Bu andan itibaren artık hükümdarın siyasal bedeni, doğal bedeninin de akıbetini belirlemeye başlar ve onu içine alıp kapsar. Yine buradan bakınca, Erdoğan’ın İstanbul seçimlerine yaklaşımının altında yatan “seçilmek, mutlaka ve mutlak olarak seçilmek” politikasının altında yatan temel motivasyon kaynağı da benzer bir akıbetin ürünüdür. Yani İstanbul’un siyasi ve ekonomik rantını kaptırmamak ve muhalefete düşmemek, sürekli ve yeniden seçilmek... Zira Erdoğan, muhalefete düşmek ve orada öylece muhalefet olarak kalmak gibi bir seçeneğinin olmadığının gayet farkında... Tam da bunun için meşruiyet kaynağının temel prensibi olarak seçilmek ve yeniden mutlaka seçilmek olarak belirlemiştir.
***
Gizemcilik, mitin ve kurgunun ılık alacakaranlığından alınıp olgunun ve aklın soğuk ışığına maruz bırakıldığında albenisinin çoğunu kaybeder.[2] Mekânsal olarak saray, “ihtiras”, “oyun”, “şehvet” gibi kavramları hatırlatır. Ve bu durum da sarayın dışında kalmış/bırakılmış çoğunlukların gizemli duygularına çağrıda bulunur. Fakat AKP içinde “31 Mart seçimleri ders verme zamanı olan seçimler değil!” biçiminde ifade bulan kaygı görüntüsü altındaki gerginlik, “saraydan” yayılan mesajların kitleler arasında kabul görmemesinin doğal bir sonucuydu.
Erdoğan’ın fotoğraflarının resmî kurumlarda Mustafa Kemal’in fotoğraflarının yanına iliştirilmeye başlanması, Erdoğan’ın siyasi bedeninin seçilmek ve sürekli yeniden seçilmek fikrinin geçirdiği bunalıma da bir işarettir. Yani bu girişimin, AKP’nin ilk yıllarında değil de, son dönemlerinde görünür olması, Erdoğan’ın “siyasi beden” kaygısının siyasal serüveninin geçirdiği krize bir delalettir. Bu bunalımı atlatma ihtimalini kaybettiği için de “seçimlerin yenilenmesi ve kayyımcılık” tartışmaları son dönem siyasetinin olağan vakası haline gelmeye başladı.
Görüldüğü üzere Erdoğan’ın yeniden ve sürekli bir biçimde seçilmesi için devletin görünür yapısı, tam da Erdoğan’ın üstüne oturan bir elbise gibi, yeniden şekillendirildi, biçim verildi, dönüştürüldü. Bunun en bariz örneği Türk Tipi Cumhurbaşkanlığı Sistemi olarak adlandırılan ve âdeta Erdoğan’ın siyasal bedeni için “biçilmiş bir kaftan” olarak kotarılan siyasal sistem oldu. Ayrıca bu siyasal düzen tahayyülünün, Erdoğan’ın politik mecradaki “katı halinin” devlet bazında vücut bulması ve gücün tek bedende toplanmasına da neden olduğu görülebiliyor.
“Ümmetin lideri” mitosu ve siyasi beden inşasının bunalımı
“Siyasal İslâmcılık” fikri Türkiye’de Erdoğan’ın şahsında doğrudan bir bunalım geçiriyor. İslâmcılık anlayışında hükümdara yüklenen “Zill’ul-lahi Fi’l ard (Allah’ın yeryüzündeki gölgesi)” sıfatı genel olarak bilinen, yaygın bir tartışma konusudur. Meşruiyet kaynağını inançtan alan “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” fikri içinde yer alan “seçilmiş kişi”nin, Erdoğan’ın meşruiyetinin biricik kaynağı olarak gösterdiği “sandık ve seçim ile gelen kişi”yle hiçbir benzer özelliğe sahip değildir. Birinin meşruiyet kaynağı yeryüzü iken (halk, seçim, sandık) diğerinin ise meşruiyet kaynağı gökyüzündedir (Tanrı, peygamber, kut vs.). Dolayısıyla, bir yandan sürekli olarak arzuyla işlenen “ümmetin lideri” mitosu, diğer taraftan Erdoğan’ın mutlak olarak varlığını bağladığı ve meşruiyet kaynağı yeryüzünde olan “seçim ve sandık” fikrinin birbiriyle karşı karşıya geldiği gözleniyor.
***
Erdoğan’ın, bütün kurum, kuruluş ve kuralları kendi siyasal bedeni içinde eritmeyi veya toplamayı tahayyül ettiği siyasal düzen, 7 Haziran seçimleri ile beraber alarm vermeye başladı. Ama AKP ve Erdoğan, zorun rolü ile, gelmekte olan bu kriz hallerini ancak ileri bir tarihe itelemekle yetinebildi. İlk önce 7 Haziran’la birlikte beliren bu alarm hali, 31 Mart seçimleriyle beraber, Erdoğan’ın siyasal bedeninde simgeleşen ne kadar politik ve iktisadi unsur varsa, bu unsurların toplamında panik semptomları olarak yeniden görünür olmaya başladı. Ve en nihayetinde de, İstanbul seçimlerinin yenilenmesi kararı ile beraber bu durum, elle tutulur ve gözle görülür bir hale geldi.
***
“Kazanıncaya kadar sürekli ve yeniden seçim” anlayışıyla var olmaya çalışan Erdoğan’ın “siyasal bedeni”ne, etrafında hizalanan imtiyaz ve rant çevreleri de kısa süre içinde uyum sağladı. Ama Erdoğan’ın sürekli bir şekilde bunalımlar üretmeye başlayan siyasal bedeni, bir “yangın alanı” olarak varlık göstermeye devam ediyor. Bunun en somut örneği, Erdoğan’ın defalarca işaret ettiği, örnek gösterdiği ve Erdoğan’ın siyasal tahayyülünde önemli bir belirteç haline gelmiş olan “kindar ve dindar nesil” fikrinin içindeki “dindar nesil” kısmının başarısızlıkla sonuçlanmış olması tartışmalarıdır. Dolayısıyla iktidarın elinde kalan şeyin “kindar nesil” kısmı olduğu görülüyor.
***
Erdoğan şahsında AKP’nin içine sürüklendiği bu derin bunalım halleri, muhalefetin etkin veya yetkin muhalefet etme tarzından daha ziyade, Erdoğan’ın bizatihi kendisinin varlığından kaynaklanmış ve Erdoğan’ın siyasal alanda doğal siyasal sınırlarına ulaşmış olmasından ileri gelmiştir. Bu durum da, “Erdoğan’la birlikte Erdoğan’a karşı” savını güçlendiriyor. Yani başka bir deyişle, Erdoğan’ın biricik meşruiyet kaynağı olarak kabul ettiği seçim ve sandık meselesi Erdoğan’a musallat olan bir hayalete dönüşmeye başladı.
***
İstanbul seçimleri gösterdi ki, artık yerel politik alan da, tıpkı genel politik alan gibi, Erdoğan açısından sadece bir “kavga/mücadele” alanı değil, aynı zamanda da idare edilmesi gittikçe zorlaşan bir “yangın alanı” olacaktır. Ve bu yangın alanından “ilk kurtarılacaklar listesi”ne girmek için birbirini ezen, benzer cemaat ve sınıftaki tipolojilerin gün yüzüne çıkmaya başladığı bir alan olacaktır.
***
Tıpkı Max Weber’in yıllar önce “dünyanın büyüsünün bozulduğunu” söyleyerek günümüze seslenmiş olması gibi... 7 Haziran’da bozulan bu “büyü” savaş, baskı ve şiddet politikalarıyla ötelenmiş olsa da, 31 Mart’ta hem iktisadi, hem de siyasi bir hayalet biçimini alarak geri döndü. Hem de Erdoğan’ın siyasi ve fizikî bedeninin ortaya çıkış yeri olan İstanbul’da Erdoğan’a musallat olan bir hayalet olarak...
***
Görüldüğü üzere, 7 Haziran seçimlerinden sonra 31 Mart seçimleri de, Erdoğan’ın siyasi alanını üzerine kurduğu “seçimler ve sandık” meselesi, Erdoğan açısından bir yangın alanına dönüştüğü görülmeye başlandı. Bunun nedeni de Erdoğan’ın siyasi bedenine yüklenilen anlamların siyasal bedeninin karşılayamamış olmasıdır. Bu yüzden de Erdoğan’ın simgesel şahsında beliren kitlelerin “çıkılan yol ile varılan menzil” arasındaki uçurumları sezmeye başladığını 31 Mart seçim sonuçları ile gördük.
***
Carl Schmitt’in iktidarla ilgili temel tezi şudur: İnsan insanın ne kurdudur ne de Tanrısıdır, insan insanının insanıdır: Homo homini homo. İnsan, doğası gereği zayıf bir varlık olduğundan tüm iktidar “uygulaması”nı kendi gücünün bir genişletilmesi olarak ele alır. Bu genişleme “imhacı” tekniğin ilerlemesi ile daha da artmıştır. Schmitt’e göre iktidarın kaynağını açıklamak için korku, rıza, güvenlik gibi kanıtlar kullanılabilir, fakat tüm bu kanıtlar iktidarın ne’liğine dair temel bir noktayı gözden kaçırmamalıdır: İktidar nesnel ve otonom işleyişi olan bir uygulamadır. İktidarın tam olarak elde tutulduğu şeffaf bir hal de yoktur. “Her iktidar yapısının mutlaka bir bekleme odası koridoru ya da buna benzer bir art alanı vardır”.[3] Schmittyen bir yerden 31 Mart’a ve İstanbul seçimlerine bakıldığında, bu seçimler, AKP’nin ve Erdoğan’ın gözlerden uzakta tuttuğu “bir bekleme odası koridoru”nun varlığını kamusal alanda gösterme fırsatı sunmuştur. Dolayısıyla 31 Mart ve İstanbul seçimleri, Erdoğan’ın bir “bekleme odası koridoru” olarak görülebilir.
Yine Carl Schmitt, halkın politize olma yoğunluğunun halkın dost ve düşman ilişkisini belirleyebildiği ölçüde olduğunu öne sürer. Buradan yola çıkınca, Erdoğan’ın egemenlik sahası içerisinde dost ve düşman ilişkisi konusunda karar verici olmaktan uzaklaştığı, 7 Haziran ve 31 Mart seçim süreçleri olmuştur. Dolayısıyla, 7 Haziran ve 31 Mart seçim sonuçlarının Erdoğan’ın arzu ettiği istikamette ortaya çıkmamasında bu durumun önemli bir etkisi olduğu öne sürülebilir.
Son kertede, 31 Mart seçimlerin sonra ve tekrarlanacak olan İstanbul seçimleri ile beraber cereyan eden olaylar şunu ortaya koydu: Erdoğan’ın siyasal bedeninin kaynağı olan sandık ve seçim tahayyülü kendi hikâyesini devam ettiremiyor ve son olarak da Erdoğan’ın politik serüveni gizemini yitirmeye başlıyor. Tekrar Max Weber’den uyarlayarak söyleyecek olursak, Erdoğan’ın siyasal ve iktisadi bedeni büyüsünü kaybetti! Bu sefer de Carl Schmitt’ten uyarlayarak söyleyecek olursak, Erdoğan iktidarı kimsenin görmesini istemediği bir “bekleme odası koridoru”ndan geçiyor.
Bu yüzden de Erdoğan, politik olarak, artık sadece bir siyasal alanı değil, daha ziyade bir “yangın alanını” idare etmeye çalışıyor artık. Ve bu tablonun muhalefetten ziyade, Erdoğan’ın bizatihi kendi seçimlerinin ve kendi varlığının bir sonucu olarak belirdiği ileri sürülebilir. Bunun için de evvela, yangından kaçacak olan tebaasından “kaçma potansiyelini taşıyanları” ikna etmek zorunda kalacak. Yeni parti kurma tartışmaları, “yurtdışına kaçan sermaye” tartışmaları bu konunun yakın gelecekteki diğer ilk örnekleri olacaktır.
Sonucun sonucu olarak Erdoğan’ın, siyasal beden inşasının temelinde yatan “seçim ve sandık anlayışı”nın geldiği yerin “seçilmek ve mutlaka yeniden seçilmek” olduğu görülüyor. Aksi durum ise, seçimlerin tekrarı ve kayyımcılığa giden yola dönüşüyor.
***
Erdoğan, iktidarının “bükülebilen, esneyebilen hallerini” anlatmak için kullandığımız iktidarının sıvı ve gaz hallerini çoktan tüketti! Şu aralar ise Erdoğan, iktidarının katı halini yaşamak ve yaşatmakla meşgul. Bunun için de Erdoğan iktidarının, “seçim, sürekli seçim, kazanıncaya kadar seçim, kazanamazsam kayyım” anlayışında karar kıldığı anlaşılıyor. Bu nedenle de her geçen gün daha fazla katılaşıyor. Katılaştıkça kırılganlaşıyor, kırılganlaştıkça da yeniden katılaşıyor. Fakat tekrar hatırlanmalı ki “katı olan her şey buharlaşıyor”.