Son yıllarda bütün ideolojik, inançsal toplumsal grupları içine alan genel bir dekadanstan söz edildiğine sıkça rastlamışızdır. Dekadansın sözcük ve kavramsal anlamıyla çöküş, gerileyiş, düşkünleşme ve soysuzlaşma anlamlarını içerdiğini söyleyebiliriz. Geçmişin kadim geleneksel değerlerini muhafaza etmek üzerinden hassasiyet gösteren ve yaşamsal, ideolojik duruşlarını bu sınır üzerinden belirleyen dinî-muhafazakâr grupların da bu ahlâki ve anlamsal çöküşten belki de iktidarda olmanın olanaklarıyla da diğer bütün gruplardan daha fazla etkilendikleri yönündeki savlar, tartışmanın yönünü ve bağlamını da belirleyen içerikler sunmakta. Muhafazakâr kesimin önemli kalemlerinden biri olan İsmail Kılıçarslan’ın, 25 Mayıs 2019 tarihinde Yeni Şafak gazetesinde “Muhafazakâr Orta Sınıf Nasıl Delirdi?” başlığıyla ele aldığı yazısında bu söylediklerimizi içeriden bir itirafla destekleyen ifadeler kullanması da meseleyi güncelleyen bir etki yarattı. Yazar, dinsel muhafazakârlığa dayalı bir yaşam biçimi oluşturmaya dönük güncel siyasi pratiğin; modern-teknolojik kapitalizmin, bireyi “kendi içine kapatan” egoist uygulamalarının sonuçlarından azade olamayan kendi sosyolojik habitatlarının bireyini de hızla bu sarmalın içine çekeceğini öngöremediklerinden yakınıyor. Kendini gerçekleştirme kültürü üzerinde ilerleyen post-modern kapitalizmin tarihi, ortaklaşmayı, dayanışmayı bozguna uğratan ben merkezli fiillerinin muhafazakâr kesimi de hızla çözdüğünü ve hazcı, sığ ve yoz bir kaos alanına sürüklediğini işaret eden yakınmalardır bunlar. İsmail Kılıçarslan söz konusu yazısında kendileri açısından durumu şöyle özetliyor:
“Birinciliği tüketim kültürüne verelim tabii ki. Parası çoğalan muhafazakâr orta sınıfın 'eee, şimdi ne yapıyoruz?' sorusuna şahane cevap verdi tüketim kültürü: ‘Beni takip et, ben yolu biliyorum.’ Nargile kafelerden babyshower partilerine, instagram tesettürcülerinden çay romantizmine kadar bir dünya ‘garabet’ tam bu boşluktan sızdı hayatımıza. Tıpkıbasım hatlarla, ederinden fazla ödenen tespihlerle, değersiz ebrularla devam etti yoluna. ‘Dolandı, kıvrıldı’ falan derken Kâbe’nin önünde evlilik teklifleriyle, hayatı ‘romantik ve dini’ bir şeymiş gibi kurgulayan ‘pempe dindarlar’la, ‘abdest suyunu şalımla kurulamak istiyorum’ cümleleriyle, duvarlarında hat levhaları asılı çikolata kafelerle, moda haftalarıyla, romantik Bosna turlarıyla, ultra romantik Kudüs gezileriyle devam etti o yol. Çukurambar’da, Başakşehir’de falan başlayan o yaşam kültürü bugün Fatih’inden Üsküdar’ına, Çankırı’sından Samsun’una her yere sirayet etmiş; kendi tüketim kültürünü de, kendi yaşam formasyonunu da üretmiş bir ‘sosyal gerçeklik’ olarak yoluna devam ediyor. Delirmenin aslan payı burasıdır.”
Geçmişte temel referanslarımız olan ideolojiler, inançlar, geleneksel bakış açıları, davranış kalıpları artık anlamlarını yitirip önemsizleştiklerinden modern birey için bütün bunların gelecek tasarılarının bir aracına, hammaddesine dönüşmüş olduğunu anladığımız itiraflar bunlar. Yazarın, muhafazakâr kesim için dile getirdiği bu bozulma, sığlaşma ve nihayetinde dekadans nitelemeleri, toplumun birçok kesimi için farklı biçim ve düzlemlerde ileri sürülebilir elbette. Aynı düzeyde olmasa da seküler kesimin de özgürlük ve diğer insani değer kavramlarını, ilkesel olarak sahiplenmek yerine araçsallaştırdıklarını, temel kadim referanslara sahip çıkmadıklarını söyleyebiliriz. Birey ve gruplar için geçmişin bağlayıcı, kısıtlayıcı referanslarından kurtulmak, bir anlamda özgürleştirici olsa da tüm anlamsal değerler düzeninin yıkılması, bu çağın hükmedici aklı olan “araçsal akıl” için bu değerlerin işlemsele tabi tutulup bir araca, hammaddeye, günlük yarara indirgenmesiyle bireyin kendisi de söz konusu piyasa özgürlüğünün bir aracına, hammaddesine dönüşmüş oldu. Zira birey, içinde var olduğu bütün değer alanlarının, kendisini bir bütün olarak gördüğü bir varlık olmaktan çıkar ve hem bu alanlar arasında hem de her bir özerk alanın içinde parçalara ayrılarak bakılan teknik bir soruna, araca dönüşür. Bireyin araçsal aklının çıkarcı, bencil faaliyetlerinden bireyin kendi varlığı da kurtulamaz. Birey, içinde olduğu ruhsal ve maddi evrenle çok-yönlü bir ilişkiyle etkileşime girmekten vazgeçer ve sadece “araçsal aklıyla” yararlanabileceği, bir ürün olarak algıladığı özel alanlara yönelir. Bu da bireyin ruhsal, düşünsel dünyasında daralmaya ve sığlaşmaya yol açar.
Endüstriyel- teknolojik düzenin kurucu güçleri, özgürlük alanımıza birçok seçenek sunmakla bizde özgürlük yanılsaması yaratırlar. Oysa gerçekte yaptıkları, kendi tasarılarını bir genel eğilim enerjisiyle yansıtmak ve giderek dayatmaktan ibarettir. Fakat aslında bireye bu genel eğilimin sınırları dışına taşan bir seçme hakkı tanınmaz. Mevcudun içine yerleştirilen belirli seçeneklerden birini tercih etmeyi özgürlük olarak kodlayan birey, bir çeşit özgürlük yanılsaması yaşar. Oysa gerçekte bir tercih yapamamıştır. Çünkü tercihlerin oluşmasında bir irade göstermediği gibi mevcudu reddetme iradesi de yoktur. Bu durum, modern teknolojik kapitalizmin en büyük illüzyonudur. Asıl olan bir özgürlük kaybıdır. Bu kayıp, eski düzenlerin ilişkiler ağı içinde kişiyi birçok şeye icbar eden kaba gücün dayattığı bir kayıp değildir. Daha kötüsüdür. Çünkü geleneksel yapıların bireyi kısıtlayan ölçüleri, sınırları şeffaftı, somut ve görülebilirdi. Oysa günümüzün özgürlük kaybı bir çeşit özgürlük yanılsaması içine yerleştirildiği için sinsice ilerleyen, fark edilemeyen ve aksine sahiplenilen bir seyirde gerçekleşir. Bu nedenle modern çağın prangaları yumuşak ve elastiktir. Kendi içine çekilen, üstüne kapanan bireye sığındığı daracık yaşam alanında belli bir konfor sağlayacak imkânlar sunulur ve birey ihtiyaçları karşılandığı için araçsal aklının tatmin duygusuyla olan biteni sorgulamadan yaşar gider.
Geçmişin değer üreten tüm referanslarını reddeden, algısı dışına taşıyan birey, belirli bir düzende anlam üreten köklü değerlere yaslanamaz. Bu kaotik düzensizlik ortamında bireyin hem anlam ufku hem de ahlâki ufku kararır. Neredeyse hiçbir ideale bağlı kalamaz; toplumsal, tarihsel, dinsel ve düşünsel sorunları dışarıda bırakan, bütün olup bitene kayıtsız, narsistik bir ego bireyi teslim alır. Bireyin, kendi dışında gerçekleşen her şeye kayıtsızlığa ve körlüğe dönüşen kendini tanıma ve gerçekleştirme yanılsaması içinde hedefleri gölgelenir ve şimdiye çakılı kalan sığ bir hazcılık dışında elinde bir şey kalmaz. Modern bireyin seçme özgürlüğünün bir de şu tip bir yanılsamaya yol açtığını görüyoruz: Seçilen her şey sırf bir seçim iradesini yansıttığı için değerli, önemli ve dokunulmaz kabul edilir. Oysa seçilmiş olanın insanlığın bugüne dek taşıdığı bütün değerleri, anlamları dışarıda bırakan, bu anlamda insanın anlam dünyasının ufkunu karartan niteliği göz ardı edilemez. Çünkü kendisini insanlığın yüce ve ortak anlamlarına uygun olarak tanımlayamamış birinin, anlam arayışına girmesi de beyhudedir.
Rousseau’nun insanların ayrıcalık belirten değerlere özlem duyarak kendilerini adaletsizliğe ve çürümeye taşıyan yönlerine vurgu yaptığı ifadelerini akılda tutarsak, bireyin ölçüsü ve dayanağı yalnızca kendisi olan bir değer-sizlik üzerinden ayrıcalık isteğinin bugün yaşadığımız genel dekadansın sebeplerinden biri olduğunu görebiliriz. Bu bağlamda geçmişin değerler hiyerarşisini bütünüyle yok etmenin ve üstelik bu değerleri de kullanıma açık bir araca, hammaddeye dönüştürmenin bireyi, çıplak haliyle kapitalist iktisadi yaşamın bireyci, katı ilişki biçimleriyle baş başa bırakmak ve her çeşit maddi, manevi doyumun merkezine bireyin kendisini yerleştirmek olduğunu görmek için geç kalmış olabilir miyiz diye de sorulmalıdır. Bu atomize oluştan, dağılma ve çöküşten bütün kesimler etkilenmiş olabilir ancak özellikle büyük bir iştihayla han-ı yağmaya saldıran muhafazakâr kesimin şapkayı önüne koymasının vakti geçti, geçiyor. Zira bu çeşit bir dekadansa uğramış bireyin hiçbir ideolojik, inançsal, düşünsel değere sahip çıkmayacağını; bir ideal, bir ufuk sahibi olarak anlam üreten birey olamayacağını bilmek gerekir. Bu çeşit bir dekadans içinde hazcılığı besleyen sonsuz imkân bulunabilir ancak insanın kendini bu çeşit deneyimlemesinin sonu nereden bakılırsa bakılsın bataklıktır.