İlk bölümde modern kapitalist ilişkiler ağının, görünürde doğasıyla uyumsuz sosyolojik formları bile bozduğunu, dağıttığını; bireyi ve grupları atomize ettiğini; onları, kadim referansların anlam alanlarından uzaklaştırarak veya o alanları önemsizleştirip, araçsallaştırarak bireyi ve grupları, değersizliğin boşluğunda sığ haz arayışlarına savurarak ilerlediğini yazmıştık. Ayrıca toplumun birçok kesiminde olduğu gibi özellikle İslâmi-muhafazakâr tabanın bağlı olduğunu düşündüğümüz birçok değerden uzaklaşarak, dönemsel olarak elde ettiği özel imkânlardan da yararlanarak daha fazla hazcılığa yöneldiğini söylemiştik. İbn Haldun, kavimler arası ilişkilerin esasında tahakküm ilişkisi olduğunu söyler. Zaman, bu formülasyonun toplumsal, ideolojik, sınıfsal ilişkiler için de geçerli olduğunu göstermiştir. Bu anlamda varlığı çok eskiye dayansa da özellikle son on beş yılda, Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren iktidar alanından hile ve cebir yoluyla uzaklaştırıldığını düşünen muhafazakâr, siyasal İslâm’ın muktedir olmaya dair biriktirdiği muazzam enerjinin sonuçlarıyla karşı karşıya kaldığımız bir süreci yaşadık.
Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren iktidar alanına yerleşmiş militarizmden beslenen elitist, seküler sınıfın nihayet tahakkümü bitmiş; militarizmin imkânlarını ve diğer her tür toplumsal, düşünsel dinamiği kendisi için araçsallaştırarak kullanan siyasal İslâm’ın tahakkümü başlamıştır. Siyasal İslâm; siyasal, politik, ideolojik, tarihî şeffaf ve doğal yollardan ilerlememiş; türlü desise, şiddet ve bitmeyen baskılarla biçimlenmiş öznel tarihimizden devraldığı siyaset etme biçimlerine dair rezervi, kendi yetenekleriyle ve siyasal İslâm’ın özel hafızasıyla da birleştirerek devasa bir iktidar imkânının üzerine yerleşmeyi başarmıştır. Ancak yerleştiği zeminin üstünde ne varsa hepsini kendi içine almış, onlarla beraber genleşmiştir. Çöktüğü düşünülen eski rejime içkin ontolojik ve yapısal olarak çözülememiş ne sorun varsa yeni rejimin içine taşınmıştır. Kendinden önceki düzenin iktidar olma ve iktidarını koruma reflekslerini sahiplendiği gibi bunlara yeni kaslarla ek refleksler dahil etmiştir. Yeni rejimin, iktidar payesi olarak kendine hak gördüğü maddi, manevi bütün kayırmalar ve bu imtiyazları korumaya dair uyguladığı yöntemler de kendi ayağına en çok dolanan bir engele dönüşmüştür. Çünkü bu bir kültür ve model olarak marjlara doğru da yayılmıştır ve iktidar, bu marjları bütünüyle yok etmeyi, içinde eritmeyi düşünse de iktidarın işlevsel doğası gereği marjlar yok olmamış, daha da güçlenmiştir. Varlığını açıktan açığa gösterenler olduğu gibi bunu yapamayıp alttan alta işleyen farklı dinamikler de ortaya çıkmıştır.
İktidarın ikinci evresi sayabileceğimiz 2008’den sonra art arda gelen çözülme ve düşüş evreleri yaşanmıştır. Bu çözülme ve düşüşlerin önemli nedenleri arasında devlet erkinin, devlet kuruluşlarının, siyasilerin şeffaf alandan bütünüyle gölgeli bir alana çekilmeleri ve içgörü, istişare, münazara ve diğer düşünce ve siyaset etme imkânlarına son vermeleri vardır. Bununla beraber ortaya çıkan bir başka şey de iktidarca, toplumsal bünyenin tümüne farklı düzey ve içeriklerde uygulanan tazyik olmuştur. Bu dönem, bu preslenmenin sanki ikna ve uzlaşıya dayalıymış gibi gösterilmesini savunan siyasi hareketlerin de oluştuğu bir dönem olmuştur. Ancak Gramsci’nin, iktidarlar için hedefe ulaşıldığında bir çeşit “libertinaj krizi”nin geleceği ve toplum üzerindeki preslemenin hafifleyeceği yönündeki öngörüsel değerlendirmesi bu örnekte boşa çıkmış ve rejim son on yılda kendi normalini bu karakter üzerinden yaratmış, sürdürmüş ve hâlâ sürdürüyor. Çözülmenin bir başka nedeni de iktidarın da içinden çıktığı habitattaki birey ve grupların sefahate, lükse, şatafata, müsrifliğe gösterdiği muazzam eğilim olmuştur.
Devletin sınırsız imkânları üzerinde yükselen bu haz âlemleri bunu yaşayan azınlık için hem mevcut sisteme sonsuz bir bağlılık hem de sistem içi rekabetin yarattığı bir kriz içinde yer almanın zorluğunu getirmiştir. Bu çeşit bir lüks ve şatafat içinde savrulma ister istemez iktidarın başlangıçtaki akidesini tümüyle silen, bir çeşit hafızasızlık üzerinde ilerleyen bir süreci dayatmıştır. Hamit Bozarslan, bu duruma dair Lüks ve Şiddet (İletişim, 2016) adlı kitabında, iktidarlar ve çevresini kuşatan elit için, “lüksü üretip onun esiri olurken kendisi için ‘geçmişin artı değeri’ niteliğindeki tüm tarihsel hafızadan da mahrum kalır” diyor (s. 52). Referanslarını, başlangıç akidesini ve kadim anlam alanlarını yitiren muhafazakâr eliti bir arada tutan tek şey paylaşılacak olanın imkânlarıyla sınırlı hale gelmiştir. Paylaşımdan kopmamanın tek yolu olarak da bütün teamülleri, geleneksel davranış kodlarını, kadim anlam alanlarını dışarıda bırakan salt bir güç tapıcılığı yöntemi kullanılmıştır.
Ancak üst paragrafta bahsedilen çözülme ve düşüşün sebepleri sıralanırken bu özellikler göz ardı edilerek daha çok bir istismar aracı işlevi gören bir düşüş teolojisi icat edilmiş ve düşüşe bunun üzerinden perdeleyici bir izah getirilmeye çalışılmıştır. Bu da gerçek sebeplere dair bir kafa karışıklığı, zihin bulanıklığı, gerçekleri gizleme durumu yaratmıştır. Gerçi İbn Haldun, iktidarların bu düşüş ve çözülme süreçleri için ihtiyarlama ve bunama terimlerini kullanır ama ihtiyarlamanın ve bunamanın doğal yollardan ve olağan süreçler içinde mi yoksa yanlış diyetlerle girilen bir beslenme biçiminin hızlandırdığı bir durumla mı gerçekleştiği de tartışmalıdır. Mevcut maddi imkânlardan nemalanmak isteyen ve bu amaçla iktidarın hücrelerine sızanların mutlak itaatçi aksiyolojisi, rejim kurucularının bir yanılsama içine düşmelerine yol açmış, düşünsel kabiliyetini zaafa uğratmış, çözülmenin, çürümenin ve dekadansın önüne geçebilecek tedbirler almasının önüne geçmiştir. Ancak bu çeşit bir dekadans durumunu, sadece bu dönemin ve iktidar fiilinin karakteri olarak almamak gerekir. Bu çeşit bir yozlaşma ve çürümenin; bu çağın genel olarak tüm insanlık için bir büyük tehlikeye işaret eden değersizleşme, yaşama amacını yitirme, anlam yitimi, paralize olma ve tanımsız boşluklara, belirsizliklere savrulma göstergeleri olduğunu belirmek gerek. Ultra-kapitalizmin genel olarak insanlığa, ancak özel olarak da ülkemiz gibi gelişmekte olan ülkelere yaşattığı büyük bir insani yıkımın, değer buharlaşmasının olduğunu söylemek gerekir. Kapitalizmin kötücül etkilerine ek olarak ülkemiz özelinde semptomlarına sık sık rastladığımız bize özgü marazi durumlar da sözünü ettiğimiz tablonun oluşmasında etkili oluyor, şüphesiz.
Öznel hafızasını çok uzun yıllardır iktidarın maddi ve manevi imkânlarından zorla uzaklaştırılmış olmak üzerinden oluşturan İslâmi-muhafazakâr orta ve alt sınıf, Cumhuriyet iktidarları tarafından gerçek anlamda ihmal edilmiş olmasını da hesaba katarak nihayet elde ettiği iktidar alanına büyük bir açlıkla, sabırsızlıkla ve doymazlıkla saldırmıştır. Bu da geleneksel yapısında, davranış kodlarında, anlam dünyasında çok hızlı bir çözülmeye, dağılmaya ve giderek bozulmaya yol açmıştır. Fred Harrison Travmatize Toplum (Ayrıntı, 2018) adlı eserinde hem kapitalizmin bu değer yıkıcı, anlam aşındırıcı niteliğini hem de ülkemize özgü yozlaşmaya benzer durumları da içeren bir analizi şu şekilde yapıyor:
“Günümüzde, normal toplum kavramı postmodern filozoflar tarafından kabul görmemektedir. Her şey görecelidir. Sağlıklı bir toplumun kriterlerini belirlemenin objektif bir yolu yoktur. Fakat bizim toplumumuz nasıl normal bir toplum olabilirdi, eğer genel krizler sistemselse, sistemleştirilmiş bir aldatma kültürüne dayanıyorsa? Eğer bu sapmış davranış toplumun yapısını destekleyen hatalı biçimlendirilmiş direklerden biriyse, toplum için doğal olan bu kurallar değiştirilmeliydi. Patolojik olarak hasar almış sosyal organizmalara dönüşebilirdi” (s. 52).
Harrison’un “eğer genel krizler sistemselse, sistemleştirilmiş bir aldatma kültürüne dayanıyorsa” şartlı ifadesinin bizim öznel yapımız ve tarihimiz için kayıtsız, şartsız çıplak bir gerçeklik olduğunu bilerek söze şöyle devam etmek mümkündür: Tarihsel olarak hâkimiyet hiyerarşisi güç, zor, şiddet ve desise üzerinden yapılanan bizimki gibi toplumlarda kültür, doğal gelişim yollarını ve imkânlarını kaybederek sentetikleşiyor. Gerek yönetenler gerekse yönetilenler patolojik olarak şekillenen resmî-sivil yapılara, fiilî ve psikolojik süreçlere duygu, düşünce ve davranışlarını uyarlayarak dahil oluyor ve döngüsel bir tarih içinde bu durumu sürekli üretiyorlar.
Kapitalizmin çarpık ilerlediği, daha çok her tür sömürü ve yağma fiilleriyle karşı karşıya kalan toplumlarda gerek bireyin gerek kolektif yapıların bir bozulmayla, dağılmayla ve genel bir dekadansla yüz yüze kaldıkları bilinir. Özellikle kamusalın özel mülkiyet haklarıyla ve iktidar olanaklarıyla saptırılması sadece bir bütün olarak devleti, kurumları değil, bireyi de yapısal, ruhsal yıkımla, bozulmayla karşı karşıya bırakır. Zira kamusalın tekelleştirilmesi, hem de bu sürecin şaibeler ve hukuksuzluklarla yürütülmesi, aynı zamanda insanların da tekelleştirilmesi ve araçsallaştırılması sonucunu getirir. Fred Harrison, kişiliğin yozlaşmasını, patolojik mülkiyet haklarınca yaratılan anormal şartların doğrudan sonucu olarak tarif eder (s. 100). Özellikle ülkemizin son on beş yılını konu ettiğimiz mevcut iktidar etme fiillerinde bu tekelleştirmeler vasıtasıyla elde edilen muazzam rant ve maddi kaynak doğal olarak iktidar hiyerarşisi içinde yukarıdan aşağıya herkesin başını döndürmüş ve yüzüncü yaşına doğru ilerleyen ülkemiz tarihi içinde çok karakteristik bir süreci yaratmıştır. Gelinen aşamada iktidar habitatındaki bozulmanın çok bariz görüntüleri artık sadece muhalifleri değil, bizzat kendi içinden bir kesimi de rahatsız etmeye başlamıştır. Kaba, nobran ve çiğ bir gösterişin, lüksün hazzıyla başı dönmüş iktidar kadrajı içinde yer alan dinî-muhafazakâr elite, geçmişte ilan ettikleri kültürel ve ideolojik akidelerini hatırlatmak ve onları belli değerler üzerinden sürekli uyarmak da daha çok seküler, muhalif kesime düşüyor. Zira şu an gerçekleşen şey; sadece bir kesimin düşüşü, çözülüşü değildir; söz konusu olan, elde ettikleri gücün özgül ağırlığıyla ve çekim kuvvetiyle bütün olarak toplumun tümünün ruhsal yıkılışı, yapısal dağılışı ve anlamsal çöküşüdür.