31 Mart 2019 yerel seçimlerinde Ekrem İmamoğlu Binali Yıldırım'ı geçerek, hem geç hem de güç bir sürecin sonunda, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı oldu. Ama nihayet mazbatayı almışsa da, AKP'nin itirazları sonucu YSK tarafından seçimin iptaline ve yenilenmesine karar verildi. AKP'nin iptale yönelik itirazları ile YSK'nın iptal kararının gerekçelerine bakıldığında tuhaf durumlar ortaya çıktı. Bunların en önemlisi de hem AKP'nin hem de YSK'nın iptal gerekçelerinin, niteliği itibarıyla, tüm seçimi -muhtar, belediye meclisi ve ilçe belediye başkanı- kapsaması gerekirken sadece büyükşehir belediye başkanlığına yönelik olmasıydı. Örneğin seçim kurullarında görevli kişilerin bu görevin gerektirdiği niteliklere sahip olmadıkları iddia edildi ama aynı görevliler muhtar, belediye meclisi ve ilçe belediye başkanı seçilirken de görevliydiler. Dolayısıyla nasıl büyükşehir belediye başkanı seçiminde yetkili iseler sayılan diğer görevler için de yetkiliydiler ve yine tüm görevlere dair pusulaların aynı zarfta olduğu düşüldüğünde, söz konusu itirazların geçersiz sayılması gerekirdi. Ama nasıl olduysa oldu, bu ve benzer gerekçelere dayanılarak İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı'na dair seçim iptal edildi. İptal gerekçelerinin inandırıcı olmaktan uzak olduğu Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından da kabul edilmiş olacak ki halkın bu konuda ikna edilmesi gerektiğini beyan etse de bugüne dek ikna yönünde hiçbir açıklama yapılmadı.
İptale yönelik sayfalar ya da bavullar dolusu inandırıcı olmayan gerekçe ve YSK'nın bu doğrultudaki kararı yerine “canımız böyle istedi” ya da “İmamoğlu'nun gözünün üstünde kaşı var” demek aynı derecede kabul edilemez, hatta komik. Ama sorun şu ki somut durumun böyle olması, seçimin iptal edildiği, İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin kayyım tarafından yönetildiği ve 23 Haziran'da tekrar seçim yapılacağı gerçeğini değiştirmiyor.
Seçime yönelik hiçbir itirazın ve seçimin iptaline yönelik hiçbir gerekçenin elle tutulur ve hukuksal bir dayanağı olmaması, verilen iptal kararını hukuka aykırı hale getirir. Ayrıca YSK'nın yedek üyelerinin iptale dair usule aykırı oy kullanmaları nedeniyle, alınan kararın mutlak butlanla (emredici hukuk kurallarına aykırılık nedeniyle işlemin başından itibaren geçersiz olması) sakatlanmış olduğu kabul edilirse halkı 23 Haziran'da yeniden sandığa götüren şey nedir?
Hangi “Toplum Sözleşmesi”?
Yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğinin modern toplumunda yaşadığını düşünen bir birey, siyasi partilerin bazı fiillerini etik bulmayabilir, siyasi figürleri ahlâksızlıkla suçlayabilir ve aşırı durumlarda “bu kadar da olmaz” diyerek isyan edebilir. Bu durumda, somut olayda AKP'nin bir siyasi parti olarak seçimlere itiraz etme hakkını da bir kenara yazdığımızda, siyasi figürün etiğe aykırı ya da ahlâk dışı sayılan davranışıyla, seçime itiraz hakkının kesiştiği yer neresidir? Nihayetinde AKP kendisine verilen bir hakkı kullanmamış mıdır?
Pek çok yurttaşın AKP'nin yenilgiyi kabul edip, hiç olmazsa yerel seçimlerde köşesine çekilmesini beklediği görülmüşse de AKP'nin itiraz hakkını kullanmasına, gerek genel geçer gerekse AKP'nin bizzat elinin değdiği yasalar gereğince pozitif/yazılı hukuk açısından bir engel olmadığı da ortada. Yurttaşların “göz göre göre” katlanmak zorunda oldukları, öfkelendikleri ve kimilerinin inanmakta zorluk çektiği, seçimin tekrarına dair karara ise hiçbir ahlâki değer engel olamadı.
Öncelikle sorulması gereken sorular ahlâki değerlerin hukukun neresinde olduğu, onunla nasıl bir ilişkiye girdiği ve onun bir parçası sayılıp sayılmadığıdır. İktidar/egemen, yönettiği zaman ve mekân boyunca ahlâki değerlere sadık olmak zorunda mıdır? Somut olayda yenilgiyi kabul etmeli ve ötekini sahtekârlıkla suçlamadan köşesine çekilmeyi bilmeli midir?
Kaynağını ilahi yasalardan alan doğal hukuk savunucularına göre ahlak hukukun temel değerlerinden olsa da hukukun tüm değerlerden azade olduğunu ve egemenin/iktidarın ağzından çıkan yasaların hukukla özdeş olduğunu savunan pozitivist hukukçuların etkisi de hukuk tarihi boyunca hiç de azımsanmayacak ölçüdedir. Ama on dokuzuncu yüzyıl pozitif hukukun altın çağı sayılabilirse de ve neredeyse İkinci Dünya Savaşı'na kadar doğal hukukun çok da esamisi okunmasa da Weimar Cumhuriyeti'nden aldığı pozitif hukuk mirasını sürdüren Nazi Almanya’sının trajik icraatları sonucunda doğal hukuk yükselişe geçtiğinde en cevval pozitivist hukukçuların dahi hukukun sadece egemenin/iktidarın yasasından değil, ahlâki değerlerden de müteşekkil olduğunu savunmaları gayet kolay anlaşılır bir tarihsellik örneğidir. Nihayetinde hukuk denilen yapı sadece ve sadece egemenin/iktidarın oluşturduğu yasalara, başka bir deyişle keyfiyete bırakıldığında ortaya çıkan sonuç, hukukun hiç de aşkın, kutsal ya da üstün bir kavram olmayabileceğini açıkça kanıtlamıştır. Böylesi bir durumda da neredeyse tüm hukukçular, en azından bir kısım ahlâki değerlerin hukuka dahil olabileceğini ve zincirlerinden boşanmış bir egemene/iktidara bu yolla bir ket vurulabileceğini kerhen de olsa kabul etmişlerdir. Hukukun insana dair, kutsal ya da aşkın hiçbir özelliğe sahip olmayan, tarihsellik ve toplumsallık içinde değişen bir “müessese” olduğuna, ne “hukukun üstünlüğü” gibi yüce bir kavrama ne de hukukun egemenin/iktidarın elinde basit bir araç olduğuna inanan ve esasında gayet de doğru kabul edilebilecek anlayış, söz konusu rasyonalite nedeniyle silikleşmiş, hukuk da doğal ve pozitif hukukla, her ikisinin ayrışma, kesişme ya da ortaklaşma hallerine göre tartışılmış, hatta belirlenmiştir. Hukuk tarihi de neredeyse doğal ve pozitivist hukuk ekollerinin bir diğerine üstün geldiği ya da eşitlendiği bir yarışa dönüşmüştür.
Bir on dokuzuncu yüzyıl pozitivisti olan John Austin (1790-1859) egemenin iktidarının hiçbir ahlâki argümanla sınırlanamayacağını düşünse de yine pozitivist hukukçu çağdaşı Jeremy Bentham (1732-1848) egemen iktidarın en azından anayasal hükümlerle sınırlandırılabileceğini düşünüyordu. Austin egemene/iktidara sınırsız yetki tanırken Bentham'ın bu yetkinin sınırlanması gerektiğini düşünmesi, belki de tam da anayasa denilen kavramın gereklilik ya da geçerlilik koşullarına ilişkindir. Her iki hukukçunun da sözleşmeci (toplum sözleşmesi) olduğu ortada olduğuna göre anayasanın bu sözleşmenin bir ürünü, sonucu ya da deklarasyonu mu, yoksa yapılan sözleşme sonucu egemenin/iktidarın aldığı yetkiyle kendisinin meydana getirdiği bir metin mi olduğu konusu da tartışmaya değerdir. Bu durumda ya Thomas Hobbes'ta (1588-1679) olduğu gibi, egemen/iktidar sözleşmeyi kendi arasında yapan ve sözleşme sonucu yetkiyi egemene/iktidara devreden ve bu devrin sonuçları açısından onu özgür bırakan bir toplum söz konusudur ya da J. J. Rousseau'da (1712-1788) olduğu gibi, egemen/iktidar kesinlikle devredilemeyen genel iradenin ancak ve ancak bir sözcüsü ya da uygulayıcısı olabilir. Her iki örneğe göre ise rejim totaliter ya da liberal olarak şekillenebilir. Peki ya toplum sözleşmesine inanmıyorsak ve insanların notere gider gibi aralarında anlaşıp, belli yer ve saatte buluşarak bir egemen/iktidara vekâlet vermesi bize pek de mantıklı gelmiyorsa?
Çok da mantıklı değil gerçekten. Önce devlet kurulur; sonra anayasa, devleti kuranlar tarafından yazılır. Güç yoluyla iktidarı elde eden egemenin kurduğu düzen başlangıçta hiçbir meşruiyet taşımasa da, hukuk ve özellikle zaferden sonra ortaya konulan anayasa ile meşruiyet kazanır. Bu durumda egemenin/iktidarın devleti kurarken ne halka danıştığı ne de onun vekili ya da temsilcisi olduğu söylenebilir. Başka bir ifadeyle kim muzafferse anayasayı yazan ve bu anayasa ile hukuku oluşturan da odur. Dolayısıyla ne Hobbes'un ne de Rousseau'nun toplumunun bu kuruluşta söz hakkı vardır.
Ama egemen/iktidar demek, bir anlamda, hatta büyük ölçüde meşruiyet demektir. Daha doğrusu her iktidar gücünü meşruiyete dayandırmak zorunda hisseder; çünkü salt güç, iktidarı ayakta tutmaya yetmez; meşruiyete, yani onaya ya da içselleştirilmeye ihtiyacı vardır. Bu da egemenin/iktidarın fiziksel gücü yanında, hatta ondan da önemli ve onun da ötesine geçen bir “açıklamaya” ihtiyaç duyduğunu gösterir. Kolay değildir yönetmek. Ya Tanrı'dan gelir yetki ya da toplumdan. Egemen/iktidarın Tanrı'dan gelen gücü modern zamanlarda toplumdan gelen güce, toplum sözleşmesine dayanır. “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” artık.
İster toplumdan aldığı yetkiyle/meşruiyetle anayasayı keyfine göre yazsın, isterse toplumdan aldığı yetkiyle toplum iradesini anayasa halinde kâğıda döksün, egemenin/iktidarın egemenliğini devam ettirdiği sürece meşru olduğu söylenebilir. Toplumun iradesini vekâleten aktaran liberal ideolojilerin aksine, toplum adına kendisi söz söylemeye yetkili totaliter rejimlerin söz konusu yetki gereğince istedikleri gibi anayasa ve buna bağlı yasa yapmakta özgür oldukları ve bu konuda da hiçbir meşruiyet sorunu yaşamadıklarını da kabul etmek gerekir. Bu da demektir ki totaliter bir rejim, toplumundan aldığı yetkiyle anayasayı ve buna bağlı olarak tüm pozitif hukuku keyfince şekillendirmekte serbesttir.
Pek tabii ki hiçbir totaliter rejim yönettiği topluma “ben totaliterim ve sizin canınıza okuyacağım” demez. Tarihsellik içinde güçlenir ya da zayıflar, gücü oranında da totaliterleşir. Örneğin %10 seçim barajının olduğu tüm ülkelerde, bu oranın altında kalan tüm oylar egemene/iktidara yazılır ve esasında aldığı oyun çok üzerinde söz ve karar yetkisine sahip olabilir; öyle ki anayasayı değiştirmek için dahi yeterli güce ve oya sahip hale gelir. Sonunda gelinen hal de, egemene/iktidara karşı verilen tüm oyların sümen altı edilmesi ve sahte bir çoğunlukla toplum adına, toplumdan alındığı söylenen vekâletname ve yetki ile yeni bir anayasa yazılması olabilir. Egemen/iktidar “çoğunluğa” dayanan bu güçle hem anayasayı hem de buna bağlı diğer yasaları keyfince düzenleyebilir, değiştirebilir ya da ilga edebilir. O hâlâ çoğunluğun ona verdiği yetkiyi kullanmaktadır.
Ahlâk ve Meşruiyet
Örneğin bireyler olarak başkalarından vicdanlı olmalarını bekleriz. Bu beklenti, esasında biraz zavallıcadır. Birine “vicdanlı ol” derken kastettiğimiz, “istediğini yapabilirsin, buna gücün var ama ruhunun derinliklerinde bir yerde buna engel olacak ruhani bir güç var” demektir. Bu da esasında hitap ettiğimiz kişinin eylemeye muktedir olduğunu kabul ettiğimiz halde kendisini ahlâki bir ölçütle sınırlaması gerektiğini söylemekten, talep etmekten başka bir şey değildir. Ama vicdan, istediğini yapmaya gücü olan kişiyi, sadece biz öyle istiyoruz ve onu vicdanlı olmaya davet ediyoruz diye vazgeçirmez elindeki güçten. Güçten vazgeçip vicdanlı olmasını sağlayan şey, elindeki gücün toplumun ahlâki yargısını aşmaya yetmemesi ve istediğini elde etmeye yetse dahi toplumun ahlâk anlayışı tarafından yargılanabilir olması olabilir. Ahlâk, meşruiyet de demektir. Kimseyle arayı bozmak istemeyen ve bu yolla saygınlığını devam ettirmek isteyen birey bu nedenle vicdanlı olabilir. Ahlâk denilen olgunun da işlevi esasında bireylerin ya da grupların gücünü sınırlandırmak ve bu şekilde düzeni ya da dengeyi sağlamaya çalışmak değil midir?
Bir devlet yönetmek zorunda olan egemen/iktidar ise ya toplum sözleşmesi gibi bir hayale ya da tıpkı bireyler gibi aşkın bir ahlâka, başka bir ifadeyle ilahi yasa kaynaklı doğal hukuka dayanmak zorundadır. Hem doğal hukuk dayandığı ahlâki yasalarla hem de pozitif hukuk toplumsal sözleşme yoluyla iktidarı meşrulaştırabilir. Bu, tam da keskin bir pozitivist olan Jeremy Bentham'ın egemenin/iktidarın anayasa ile sınırlanması zorunluluğuna denk düşen liberal anlayışa birebir uygundur. Hiçbir iktidar, bir birey gibi vicdanlı olmak zorunda değilse de konjonktürel olarak ve pozitif hukukun sorunu çözmediği yerde doğal hukukun ahlâk anlayışına sığınmak zorundadır. Yurttaşlarının yaşam hakkını gözetmek zorundadır, düşünce ve ifade hürriyetini korumak zorundadır, din ve vicdan hürriyetini savunmak zorundadır vs. Peki ya egemen/iktidar kendisini herhangi bir güçle sınırlamak istemiyor ve toplum sözleşmesinin bir sureti olan anayasayı önemsemiyor ya da onu kendine göre şekillendirip yasaları da buna göre düzenliyorsa? Ya da bir sabah uyandığınızda bazı kurumların ne anayasaya ne de yasalara uygun olarak karar verdiğini gördüğünüzde kendi kendinize isyan etmeniz dışında yapabileceklerinizin sınırı nedir? Bir sınır varsa onu aştığınızda karşınızda polisi, biber gazını, işkenceyi, gözaltını ve tutuklanmayı göze almanız kuvvetle muhtemeldir.
Machiavelli (1469-1527) belki de egemenin/iktidarın hiçbir ahlâki ölçüyle engellenemeyecek bir güç olduğunu ilk gören düşünürdü. “Prens”in başında ona ne yapması gerektiğini söyleyen ne bir Tanrı ne de halk vardı. Her şey onun gücüyle ilgiliydi. Machiavelli'nin egemenin/iktidarın yönetme yetkisi olarak hiçbir şartı kabul etmediği, yönetmek için herhangi bir meşruiyete gerek duymadığı ve gerekli olanın sadece ve sadece güç olduğuna dair tezi biraz kuru bulunabilirse de esasında bütün sır belki de bu teoridedir. Machiavelli bir egemenin yönetmesi için yeryüzü vekili olunan Tanrı ya da başka bir faktöre (yaşadığı dönemde henüz toplumsal sözleşme kavramı olgunlaşmış değildi) ihtiyaç olmadığını söylemekle, iktidarın yönetimini sadece ve sadece kendi gücüne bağlar, bunu yaparken de başkaca herhangi bir ahlâki ölçüt tanımaz.
Meşruiyeti Tanrı'dan topluma veren modernite ve sonrasında Aydınlanma'nın egemenin/iktidarın gücünden ziyade bir hukuki sözleşme olarak kabul edilen ve tarafların uymakla yükümlü oldukları kurallar içeren kurucu anayasalara riayet etmesini beklemeleri de yine güçle ilgili olsa gerektir. Egemen/iktidar ister toplum adına ister kendi adına konuştuğunu düşünsün, ortada bir anayasa varsa devletin üzerine oturduğu bir kurallar bütünü de var demektir. Ama anayasanın işlevinin bireyi egemene/iktidara karşı korumak olduğu düşünülen anlayış yanında hiç de buna hizmet etmeyen, egemeni/iktidarı bireye/topluma karşı koruyan ve istediği her şeyi dikte ettirmeye yarayan anayasalar da vardır. Elbette bunlara göre yapılmış yasalar da.
12 Eylül Anayasası totaliter bir anayasaydı ve bireyi devlete karşı değil, devleti bireyi karşı korumayı amaçlıyordu. Darbe koşullarında dönemin askerî iktidarına karşı koyacak hiçbir güç yoktu ve söz konusu anayasa bu gücün verdiği cesaretle hiçbir temel hak ve özgürlüğü tanımadan yazılabildi. Sonraki iktidar dönemlerinde ise yönetenlerin totaliter olmadıkları söylenebilirse de yöneticilerin devletin bireylere karşı korunması işine geldiğinden ve askerî vesayet zaten başka türlüsüne izin vermeyeceğinden neredeyse değiştirilmeden 2010 yılına dek kaldı. 2010 yılında yapılan anayasa değişiklikleri genel olarak toplum lehine hükümler olsa da AKP bunları da kendi -egemen/iktidar- lehine çevirmeyi tercih etti ve uygulamada esasen toplum lehine olan hükümlerin içi boşaltılarak yine bireye karşı devlet tercih edildi. Sonuncusu ise toplum açısından bir anayasa olmaktan çıkan ve içinde toplum yararına neredeyse hiçbir şey kalmayan bir evraka dönüştü.
Bireyi devlete karşı koruması gereken bir kurallar bütünü anlamında ortada adına “anayasa” denecek bir metin kalmamışsa da bu hal, aynı metnin egemen/iktidar için yönetmeye dair bir başucu kitabı olduğu gerçeğini değiştirmez. Doğal hukuka ve genel iradenin devredilemeyeceğini ancak egemen/iktidarın toplum adına görevlendirilebileceğini söyleyen bir kısım sözleşmeciye göre yeni anayasa hiçbir şekilde meşru sayılamazdı. Ayrıca AKP'nin meşruluk kaynağı olarak gösterdiği seçimlerin şaibeli olduğunu düşünen yurttaşlar için de anayasa meşru değildi. Ama her üç meşruluk itirazı da bugüne dek bu anayasa ile yönetilmeye engel olmadı. AKP'yi ve Erdoğan'ı temel hak ve özgürlükler ya da başka ahlâki kurallar içine çekmeye çalışmak hiçbir işe yaramadı ve meşruluk itirazları hiçbir şekilde dikkate alınmadı.
Tüm meşruluk itirazlarına rağmen AKP ve Erdoğan'ın böyle bir başucu kitabı ile toplumu yönetmeye devam etmesi düşünüldüğünde meşruiyetin hiç de zorunlu bir şey olmadığı düşünülebilir. Ahlâki kurallara, temel hak ve hürriyetlere riayet etmeyen egemenin/iktidarın kafasına taş yağmadığı ortadaysa egemenliğin/iktidarın ancak ve ancak güce bağlı olduğu, gücün arttığı oranda iktidarın yetki ve keyfiyetinin de arttığı, azaldığı oranda da bunların azaldığı söylenebilir. Demek ki ahlâki hükümlerin ve kabullerin egemeni/iktidarı kendiliğinden sınırlayacak hiçbir kudreti yoktur ve güç karşısında ve bu güç oranında geri çekilmek belki de tamamen yok olmak zorundadır.
Ahlâka Karşı Güç
Saygı ahlâki bir kavramdır, aksi pek iddia edilemez. Birine karşı “bana saygılı olmak zorundasın” demek, aynı zamanda “senin gücün bana saygısızlık etmeye yetmez ve bunun bedelini ödersin” demektir. Batı modeli demokrasilerde yöneticilerin istedikleri gibi at koşturamamalarının ve kendilerine verilen iktidar yetkilerini toplum aleyhine kullanamamalarının nedeni de bunu yaptıkları takdirde ciddi bir karşı çıkışın eşlik ettiği bir güçle karşılaşacaklarını bilmeleridir. Başka bir deyişle, bu ülkelerde yönetenlerin gücü ile toplumun gücü orantılıdır ve yönetenler esasında “hukukun üstünlüğü” ya da temel hak ve hürriyetlere yürekten inandıkları ya da değer verdikleri için değil, kendi güçlerinin toplum karşısında aksi şekilde davranmaya yetmeyeceği için “ahlâklı “davranırlar. Esasında yöneticiler ahlâklı değil, toplum karşısında güçsüzdürler. Bu güçsüzlük de iktidarı denetleyen ve ona yaptırım uygulayan kurumlar aracılığıyla tescillenmiştir. Bu kurumlar da halihazırda iktidarın değil, toplumun gözetimi ve denetimi altındadır. Tıpkı yöneticilerin bu kurumların gözetimi ve denetimi altında olduğu gibi.
Son “Anayasa” ile AKP ve özellikle Erdoğan, “tek adam” şeklindeki totaliterliği bu topluma dayattı. Bu dayatmanın sonucunda da bu başucu kitabı aracılığıyla iktidar “tek adam”a göre şekillenerek, çeşitli kişi ve kurumlara dağıtılması gereken yetkiler tek bir kişide toplandı. Egemenin/iktidarın sınırını çizen ya da belirleyen “hukukun üstünlüğü”nü ya da temel hak ve özgürlükleri koruyacak ve “tek adam” iktidarını ahlâki sınırlar içine çekecek tüm kişi ve kurumlar büyük ölçüde tek adam tarafından belirlendiğinden toplumun da söz konusu totaliter keyfiliğe engel olacak silahları elinden alındı. Hal böyle olduğunda da toplumun “tek adam” karşısında hiçbir gücü kalmadı ve neredeyse tebaaya dönüştü. Ağızlardan düşmeyen ahlâk, özgürlük, adalet, eşitlik, topluma saygı gibi kavramların da içi boşaldı ve bunların tek başına kimsenin başına taş yağdırmayacağı tecrübeyle sabit oldu.
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçiminin akıllara zarar gerekçelerle ve yöntemlerle iptal edilmiş olması, “tek adam” totaliterliğinin bütün kurumlara hukuken ve fiilen yansımış olması yüzündendir. Seçim kurullarının, itiraz mercii yüksek mahkemelerin atama usulleri ve atananların niteliklerinin kaynağı da elbette bu başucu kitabı ve buna göre yapılan yasalardır. Bu başucu kitabı ve buna dayanılarak yapılan yasalara dahi uyulmayan fiilî hallere karşı itirazların da bir sonuç doğurmamasının nedeni ise, yine bu uygunsuzluğu denetleyecek kişi ve kurumların başucu kitabına uygun “tek adam” tarafından büyük ölçüde belirlenmesidir. “Tek adam” iktidarını sağlayan başucu kitabının da yürürlükte olmasının nedeni AKP ve Erdoğan ile toplum arasındaki eşitsiz güç dengesidir.
Egemeni/iktidarı ahlâksızlıkla suçlamak ve onu ahlâklı olmaya çağırmak hiçbir işe yaramaz. Platonik filozof krallara inanmıyorsak, meşruiyete ilahi bir anlam yüklemiyorsak, “hukukun üstünlüğü”nün de ilahi adaleti sağlayacağını düşünmüyorsak, elimizde kalan tek neden var tüm bu olanları açıklamak için: Güç ya da güçsüzlük. Egemeni/iktidarı sınırlandırmak, meşruiyet içine çekmek ya da ona ahlâkı dayatabilmek içinse toplumun ona karşı güçlenmesinden ve onunla arasında belirli bir güç orantısı kurmasından başka çare görünmüyor. Bunun için de toplumun gücünü egemene/iktidara karşı artıracak siyaset yollarını aramak gerek.