Bir Dönem Kapanırken

Tarihî günler yaşıyoruz. Tarihî bir dönemden geçiyoruz. AKP 31 Mart’ta İstanbul’u bırakmamak için akıl almaz bir direnç gösterdi. Üstelik bunu, keyfî olarak yok saydığı hukukun arkasına sığınarak yaptı. Yüksek Seçim Kurulu (YARGI) hiçbir ikna edici gerekçeye dayanmadan, kamu vicdanını ve sandığa olan inancı yaralayarak, siyasi erkin (YÜRÜTME) baskısına dayanamadı ve İstanbul seçimini iptal etti. 6 Mayıs’ta bir eşik atlandı. Erdoğan, Ahmet İnsel’in dediği gibi, Rubicon’u geçti. Böylece 1950’den bu yana, her on yılda bir yaşadığımız askerî darbelere rağmen, darbecilerin bile darbe sonraları titizlikle korumaya çalıştığı “sandığın kutsallığı” ilkesi yıkıldı.

Filozof Karl Popper’a göre demokrasi “iktidarın seçimle belirlenmesi” değildir. Hep öyle bilinir değil mi? Bir ülkede seçim yapılıyorsa demokrasi vardır, deriz. Hayır! Demokrasilerin en büyük özelliği hükümetin iktidardan seçimle uzaklaşmasıdır! Yani, iktidarın kansız ve sarsıntısız, sandıkla değişebilmesi... Demokrasinin ilk koşulu budur, diyor Popper. İnsan hakları, basın özgürlüğü, anayasa, sınırlı devlet, hukukun üstünlüğü vs. Bunlar demokrasiyi tamamlayan, olmazsa olmaz kavramlar... Fakat ilk koşul iktidarın seçimle gitmesidir. Gidebilmesidir! Türkiye -bir kez daha- demokrasi sınavı veriyor.

Oysa AKP kendisine karşı darbe planlayan, muhtıra veren, kapatma davası açan ve en sonunda darbe teşebbüsünde bulunan vesayetçi odaklara karşı, yıllarca gücünü “milli irade” kavramından aldı. Her zaman “sandık ve demokrasi” vurgusu yaptı. CHP sırtını bürokratik oligarşiye dayamış, halkı küçümsemişti. Kaderin cilvesi midir, şimdi roller değişmiş görünüyor. AKP satın aldığı basın aracılığıyla toplumun bir yarısını sırf siyasi tercihinden dolayı ötekileştiriyor, yargıdan medet umuyor. CHP ise milli irade kavramına ve hukuka sahip çıkma çabası içinde. Türkiye için ne trajikomik ne hazin bir manzara…

1913’de Babıali’yi basıp Sadrazamın kafasına kurşun sıkanlar... 1925’te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı kapatanlar... 1930’da Serbest Cumhuriyet Fırkası’nı önce kurdurup sonra kapatmaya zorlayanlar… 1946’da Demokrat Parti’ye oy veren köylüleri sandık başında sopalayanlar... 1960’da gazeteleri kapatıp yazarları hapse atanlar… Demokrasi, milli egemenlik, hürriyet diyerek iktidara gelip, despotizm bataklığına saplananlar hangi yollardan geçtiyse, hangi hataları yaptıysa, AKP de aynı yollardan geçiyor, aynı hataları yapıyor. Birkaç sene sonra yüzüncü yılını kutlayacak olan Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu günden bu yana askerî vesayetle sivil despotizm arasında sallanıp duruyor...

Bir yanda vesayetçi devlet güçleri; Profesör İdris Küçükömer’in deyimiyle Batıcı/Laik/Bürokratik oligarşi. Öte yanda Doğucu/İslâmcı/Halk cephesi. CHP ezelden beri devlet güçlerinin temsilciliğini üstlenirken, karşısına düşen partiler (Demokrat Parti, Adalet Partisi, Anavatan Partisi ve AK Parti) halkın sözcülüğüne soyundu. Cumhuriyet tarihi bu iki siyasi çizginin mücadelesidir. Tarafların birbirlerinin canına susamış iki ayrı parti gibi görünüyor olmalarına hiç aldanmamalı… Bunların ikisi de bir elmanın yarısı… Biri sertliğe başlasa, öteki yumuşaklığı tutuyor. Hiç kimse gerçekten hukuk devleti çatısı altında barış içinde bir arada yaşamayı istemiyor. Hukuk, demokrasi, insan hakları, özgürlük gibi kavramlar muhalefete düşen için ancak iktidara gelene kadar anlamlı ve kullanılması zaruri enstrümanlar. Amaç değil, araç… Tıpkı seçim afişi, flama, broşür gibi… Hedef “kadiri mutlak devleti” ele geçirmek ve muhalefetsiz yönetmek!

AKP istibdadına muhalefet edenler bugün “zihniyet” açısından ikiye ayrılıyor. Bir, Atatürk dönemini ve Kemalist değerleri referans alanlar... Bunlar otoriter yönetimlere değil, Erdoğan’a karşı görünüyor. İki, temel hak ve özgürlükleri, hukuk devletini benimseyenler... Maalesef ikinci gruba girenler ne geçmişte ne de bugün siyasi arenada ciddi bir ağırlık kazanabildiler.

Kemalistler içinse yeni bir figür çıktı sahneye. Babasının Anavatan Partili, dedesinin Demokrat Partili olduğunu sık sık vurgulama ihtiyacı hisseden, Kur’an okumayı bilen (iki eğilimi bünyesinde toplamış) bir CHP’li! Ekrem İmamoğlu kendisine “Klasik CHP çizgisinin dışındasınız,” diyen bir gazeteciye, “Klasik CHP’liden ne anladığınızı bilmiyorum ben,” demişti. Malumun ilamı: sık sık Atatürk, kurucu ideoloji (Kemalizm) ve laiklik vurgusu yapan... Askerin “devrimleri korumak” adına siyasete müdahale etmesini teşvik eden ve alkışlayan... Gücünü milli iradeden ve sandıktan değil, ordudan, yargıdan ve aydınlardan alan... Yol, köprü, baraj vb. yapılan her altyapı yatırımını eleştiren... Halktan kopuk siyasetçidir “Klasik CHP’li...” İmamoğlu bu çizgiden uzaklaştıkça oy alacak, yaklaştıkça popülaritesini yitirecektir. Onun hikâyesi yeni başlıyor.

Fakat kimi aydınların dikkat çektiği “Bürokrasi-Halk” savaşı daha da süreceğe benziyor. Bakalım yüz sene önce Birinci Meclis’te sağlanan tarihsel mutabakat sağlanabilecek, müşterek bir anayasa ile her iki taraf da artık barışabilecek mi? Yoksa tahterevalli oyunu yeni aktörler ve partilerle devam mı edecek?