İstanbul Seçiminin Ardından: Plebisiter Liderliğe Karşı Kitle Demokrasisi

23 Haziran Pazar günü yapılan İstanbul Belediye Başkanlığı seçiminin, yerel seçim mahiyetini aşıp ülke genelinde bir genel seçim havasında yaşandığı herkesin ortaklaştığı görüşlerden biri. 23 Haziran seçimi, iktidar nezdinde icraat ve hizmet propagandasının artık yetmediği bir zeminde, kutuplaştırma ve damgalama siyasetinin şiddetini arttırdığı bir süreç oldu. Muhalefet nezdinde ise seçim süreci demokrasi alanında verilen bir mücadele olarak görüldü. Sürecin simge isimlerinden biri olarak Ekrem İmamoğlu gösterdiği performans ve söylevleriyle öne çıktı. Geniş kitlelerin süregiden gidişata dair derin huzursuzlukları ve değişim talepleri, çok fazla tanınmamış olsa da, İmamoğlu ile temsil buldu.

Burada toplumsal kesimlerin İmamoğlu’na yükledikleri anlamlar farklı olsa da ondan beklentileri, iktidarla boy ölçüşen bir liderlik ya da icraat siyaseti değildi. Mesele en başta, tıkanmış bir siyasal atmosfer içinde nefes alanı açılması ve ekonomik sorunlara dair sahici çözümlere olan ihtiyacın ortaya konmasıydı. Nitekim bazı kesimler süreci, başkanlık rejimini geriletecek bir hamle olarak görürken, bazıları iktidarın gidişatına ve ülke yönetimine yönelik bir ikaz olarak değerlendirdi.

Sonuçta seçim süreci ortaya çıkardı ki, hem muhalif kesimlerin hem de iktidara destek vermiş olsa da artık yüzünü başka yönlere dönmek isteyen kesimlerin ortak talebi, alternatif bir siyaset biçimi ve tarzı görmek. Bu açıdan, Canan Kaftancıoğlu’nun seçimden iki gün önce verdiği röportajda dile getirdiği bazı noktaların altı çizilebilir. Kaftancıoğlu burada, siyasal alanda geri plana itilmiş toplumsal kesimlerin, yönetim süreçlerinin her aşamasında olması gerektiğini söylerken “toplumun umudunun asla kişi ya da kişiler olmaması” gerektiğini vurgulamıştı.[1]

Yani geriye de ileriye de baksak, deneyimin bize gösterdiği bir yol var önümüzde: sorunların çözümünde lider merkezli siyaset anlayışının dışına çıkarak kitlelerin aktif olarak yer aldığı ve özneleştiği bir siyaset biçimini inşa etmek. Kitlelere söz hakkı tanıyacak siyasal kanalları açmak, siyaseti salt kazanan ve kaybedenlerin bir yarışı olmaktan da çıkarabilir. Bu, liderler iktidardan düştüğünde her şeyin yitip gideceği korkusunun yaşanmaması, yani siyasal dönüşümlerin daha kolay gerçekleşebilmesi için de bir imkân anlamına geliyor.  

Oysa bundan tam yüz yıl önce karizmatik lider kuramını geliştiren ve Weimar Anayasası’nda devlet başkanın yetkilerini artıracak maddelerin yazılmasında rol alan Max Weber’in içine düştüğü talihsizlik bir tür kurtarıcı lider yaklaşımıydı. Sezarist plebisiter lider yaklaşımı nedeniyledir ki Weber, Hitler’in yükselişine zemin hazırlamakla suçlanabilmişti. Weber Almanya’yı içinde bulunduğu kriz durumundan ancak kitlelerin desteğini alan karizmatik bir liderin kurtaracağına inandı. Bu liderin, parlamento üzerinde yetki alabileceğini, kriz durumlarında tek karar verici mevkide bulunabileceğini dile getirdi. Dahası bunları her tür demokrasi içinde alınabilecek riskler olarak gördü.

Oysa gerçekler geçmişte de bugün de, bu risklerin göze alınabilecek kadar tehlikesiz olmadığını gösteriyor. Elbette ki Weber’in kuramındaki ideal lider Hitler olamazdı ancak tahayyül ettiği politik sistem Hitler gibi liderlerin yükselişini engelleyebilecek yapıya da sahip değildi. Çünkü Weber kitlelere güvenmemiş ve kitle demokrasisine inanmamıştı.

Parlak bir aydından sevimsiz bir milliyetçiye değişen Weber imajı

Adolf Hitler, Weimar Anayasası’nın izin verdiği sınırlar içinde iktidara yükselmişti. Anayasada Almanya’nın demokratik parlamenter bir cumhuriyet olduğu belirtiliyor fakat başkana, parlamentonun üzerinde yetkiler veriyordu. Adolf Hitler, 1933 yılında şansölye olarak atandığında anayasada kendisine verilen kimi yetkileri kullanmıştı. Daha sonra Hitler, yeni kitle iletişim araçları sayesinde ve büyük bir propaganda süreci içinde karizmatik, popülist bir lider olarak tartışılması yasak bir kült haline gelmişti. Hitler’in lider olarak bireysel nitelikleri ve kamusal imgesi yeni rejimle özdeşleşmişti.

Bunların tanınmış bir sosyal bilimci olan Max Weber ile nasıl bir ilgisi vardı? Weber özellikle bürokrasi, hukuk, din ve yönetim tarzları üzerine temel eserler bırakmış önemli bir aydındı. Fakat bu unvanı 1950’lerin sonunda, Alman tarihçi Wolfgang Mommsen’in yazdığı Weber biyografisi ile sorgulanmaya başladı ve Weber Almanya’da Nazizm’in yükselişini kolaylaştıran basamakları inşa etmekle itham edildi. Buna göre Weber, Weimar Anayasası’nın hazırlanması sırasında yaptığı düzenlemelerle Hitler’in liderliğe yükselişinin kolaylaştırdığı için suç ortakları arasındaydı.[2] Daha örtük olarak da, teorik/kurumsal yaklaşımları nedeniyle,  karizma/karizmatik lider kuramıyla şüpheli görülüyordu.[3] Bu tartışmalarla birlikte Weber’in kamusal imgesi, liberal görüşlü bir aydından, sevimsiz bir Alman milliyetçisine dönüşmüştü.[4]

Oysa açıktı ki 1920 yılında vefat eden Weber’i, bundan on üç yıl sonra gerçekleşecek Hitler’in yükselişinden sorumlu tutmak biraz abartılıydı. Weber, politik yaşamı boyunca Alman siyasi hayatı içinde liberal kanatta yer almış, modern yönetim biçimi olarak liberal demokrasiyi, ki aynı zamanda elitist bir demokrasi anlayışıydı bu, savunmuştu. Yine de, Weber geniş halk kesimleri için oy hakkını savunan ve sivil haklara önem veren bir aydındı. Aynı zamanda Yahudi düşmanlığından ve buna benzer etnik ayrımcılıktan da nefret ediyordu ve Almanya’nın çok-kültürlü ve etnik yapısı ile birlikte büyüyen bir devlet olacağına inanıyordu.

Peki ama Weber’in başına gelenler tamamen bir tesadüf müydü? Daha doğrusu, Weber’in talihsizliği neydi?

Cevap Weber’in “Sezarim”inde, daha doğrusu plebisiter Sezarist lider sevdasındaydı.

Sezarizm ve plebisiter liderlik

Sezarizm tartışması 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başlarında Avrupa’nın politik gündemleri arasındaki sıcak konulardan biriydi. Örneğin Gramsci de Sezarizm kavramını devletin iktidar yapısı içinde güç odakları arasındaki ilişkileri tarif ederken kullanmıştı. Pek çok çağdaşı gibi Gramsci için de Sezarizm olumsuz anlamlara sahipti -hatta Gramsci bu kavrama faşizm tahlilleri içinde yer veriyordu.

Weber de değişen siyasal rejimleri analiz etmek için Sezarizm kavramını kullanmıştı. Savaş sonrası yazılarında Sezarizm, kitlelerin desteğini/oyunu alan karizmatik bir lider etrafında çizilen modern bir yönetim biçimine işaret ediyordu. Akademik metinlerinde Weber Sezarizm kavramını karizmatik lider kuramı kadar sistematik biçimde işlememişti. Yine de bu metinlerinde de karizma üst başlığı altında “plebister tahakküm”, “liderlik demokrasisi”, “plebisiter liderlik” gibi Sezarizm’e paralel kavramları kullanmıştı.[5]

Weber çağdaşlarından farklı olarak Sezarizm’i, demokrasiyle zıt olarak değil, aksine birlikte işleyebilecek bir yönetim biçimi olarak görmüştü. Çünkü bürokratikleşme ve rasyonelleşmeyi demokratikleşme önünde bariyer olarak görüyor, karizmatik liderin de bu anlamda yenilik getireceğine inanıyordu. Ona göre bu karizmatik lider, hem devlet içindeki hem de modern kitle partileri içinde bürokratikleşmeyi engelleyebilecek tarihsel bir aktördü. Aslında Weber, Sezarizm kavramını önceleri, Almanya’da Bismarck yönetimini ve bıraktığı mirası eleştirmek için kullanmıştı.[6] Fakat burada Weber’in reddettiği şey Sezarizm değildi; nitekim 1919’dan sonraki yazılarında Sezarizm ile modern plebisiter liderliği birlikte ele alıyor ve kavramı olumlu anlamda kullanıyordu.

Weber 1. Dünya Savaşı sonrası Almanya’da bir liderlik boşluğu olduğuna inanıyordu. Almanya’nın içinde bulunduğu kriz durumundan çıkması için önerdiği modern yönetim biçimi ise Sezarist anlamda “plebisiter lider demokrasisi”idi.

Kurtarıcı olarak karizmatik-plebisiter lider

Weber, Alman burjuvazisinin -Avrupa’daki muadillerinden farklı olarak- siyasal alanda atıl kaldığını, yönetime aktif olarak katılmadığını ve modern bir anayasa yapma rolünü üstlenmediğini düşünüyordu.[7] Bu nedenle, değişimin ancak halk desteğini alan ve güçlü bir parlamento ile denetlenebilen karizmatik Sezarist bir lider ile gelebileceğine inanıyordu. Almanya’nın savaş sonrası yaşadığı hezimetten kurtulup, içinde bulunduğu yönetim karmaşasından çıkması ve yükselen bir devlet olması, “plebisiter liderlik demokrasisi” formülü etrafında biçimlenmişti.

1918 yılının Aralık ayında Weber, Weimar Anayasası’nın taslağını hazırlamakla görevlendirildiğinde, plebisiter başkanlık kavramını öne çıkaran yazılar yazdı. İngiltere’deki gibi canlı ve güçlü bir parlamentonun, Amerika’daki bir çeşit yarı başkanlık sisteminin Almanya için rol model olduğunu savundu. Parlamentonun güçlü olması, Almanya’nın yeniden yapılanma döneminde ihtiyaç duyacağı yetenekli ve parlak liderlerin yetişmesi ve deneyim kazanması için de önemliydi. Bununla birlikte Weber başkanın parlamento tarafından değil, doğrudan halk tarafından seçilmesi gerektiğini ısrarlı biçimde savundu.[8] Onun yaklaşımında modern kitle partilerinin ortaya çıkmasıyla, kitlelerin ilgisini çekecek söylev gücü yüksek demagoglar, karizmatik liderler öne çıkmıştı. Bu liderlerin doğrudan halk tarafından seçilmesi büyük önem taşıyordu. Hem modern dönemin politik sistemi bunu gerekli kılıyordu hem de bu yönetimin meşruiyeti açısından önemliydi.

Weber kitle partileri içinden yükselen ve parlamentoda kendisini kanıtlayan seçilmiş liderleri, bürokratik yapılar içindeki atanmış hantal görevlilere göre gerçek siyasetçiler olarak görüyordu. “Seçilmiş” bu liderin hesap verebilir olması ayırt edici niteliklerinden biriydi. Oysa atanmış bürokratik memurların kendilerini kanıtlamaya ve hesap vermeye ihtiyaçları yoktu.[9]

Weber’e göre liderlik, temsilî demokrasiye politik ve teknik olarak içkindi. Burada Weber kitlelerin lideri değil, liderlerin kitleleri oluşturup aktif kıldığından bahsediyordu. En demokratik yönetimlerde bile, kitleler liderleri kendi içlerinden çıkarmıyordu; politik liderler takipçilerini kendileri yaratıyor ve demagoji yetenekleri ile onları kazanıyordu.[10] Fakat aynı zamanda, geniş halk kitlelerince seçilmiş bir liderin gücünün her zaman sınırlanması gerektiğinin de farkındaydı. Yine de liderin kendi girişimlerinde tamamen özgür olması gerektiğini çünkü seçilen liderin zaten sorumluluk sahibi, öngörülü bir lider olacağını, zira ayırt edici nitelikleri dolayısıyla kitlelerin desteğini hak edeceğini varsayıyordu.

Gücü elinde toplayacak bir plebisiter liderin potansiyelini hafife alan Weber’in çok daha talihsiz biçimde hafife aldığı başka bir şey daha vardı: kitleler.   

Kitlelere güvensizlik

Bürokratikleşmeye eleştiri getiren, parlamentonun zayıf olduğunu düşünen, demokratik bir sistemi savunan Weber, geniş kitlelerin aktif olarak katılacağı gerçek bir demokratikleşmeyi neden savunmamıştı?

Weber güçlü parlamenter demokratik bir sistemin kurulması noktasında Alman burjuvazisi gibi halk kitlelerinin de pasif olduğunu düşünüyordu. Üstelik burjuvaziden farklı olarak kitlelere güvenmiyordu. Kitlelerin politikaya doğrudan katılımından ve müdahalesinden yana değildi çünkü ona göre kitleler duygusal ve irrasyonel bir biçimde düşünüyorlardı. Aynı zamanda siyasete, yönetim süreçlerine katılmak için yeterince liyakat sahibi de değillerdi.[11] Kısa süreli, duygusal olarak verdikleri kararlar siyaset mesleğinin gerektirdiği soğukkanlı, ileri görüşlü ve dengeli duruştan uzaktı.

Oysa Weber, kendi döneminde, genel oy hakkına karşı çıkanları eleştirmişti. Tersine genel oy hakkını savunuyor, kitlelerin seçme ve onay mekanizmasına vurgu yapıyordu. Egemenliğin, egemenlerin ihtiyaç duydukları meşruiyet zeminini burada görüyordu. Fakat kitlelerin doğasına dair, elitist yaklaşımlarınkine benzer bir çekinceye sahip olmaktan da geri durmuyordu. Weber’e göre kitleler kontrol edilmeli ve disipline edilmeliydi. Sendika ve sosyalist partilerin varlığını da bu nedenle gerekli görüyordu.[12]

Dahası Weber’e göre kitleler kendilerini ifade edemezlerdi ve bu nedenle iradeleri temsilciler kanalıyla vücut bulmalıydı. Bu formülde kitleler pasifti. Weber kitleleri yoksun oldukları yetkinliklerden ötürü, donanımlı ve yetenekli bir liderlik tarafından temsil edilmeye muhtaç görüyordu. Toplumun küçük bir azınlığı siyasete aktif olarak katılabilirdi; geniş kesimler ise sadece pasif biçimde, sadece oy vererek dahil olabilirlerdi bu sürece. Weber için büyük politik kararlar kaçınılmaz olarak birkaç lider tarafından alınabilirdi. Sonuç olarak demokratikleşme illa ki tebaanın yönetime aktif olarak katılması değildi. Nitekim demos/halk yönetemezdi, yönetilebilirdi.[13] Bu bakışın sonucu olarak Weber, demokrasiyi kitlelerin irade ve vekâletlerini emanet ettikleri Sezarist bir liderin başarısı olarak gördü.[14] Bu nedenle plebisiter liderlik, otoriterliğin değil, demokrasinin bir biçimiydi ona göre.

En demokratik rejimlerde bile liderlik sisteminin baskın olacağını düşündü. Oysa Weber de, bir kez kitlelerin onayını aldıktan sonra, büyük bir gücü elinde tutan liderin diktatöryel eğilimler gösterebileceğini düşünüyordu; fakat bunu göze alınabilecek bir risk olarak görüyordu.

Siyasetin eşitsiz, anti-demokratik yapısını verili kabul eden Weber kitle demokrasisine inanmadı. Weber’in siyasal tahayyülü lider merkezli bir çözüm dışına çıkmasına izin vermemişti. Siyasetin kitleleri aktif kılabilecek bir yapıyla yeniden biçimleneceğini tahayyül edemedi. Weber’in talihsizliği, demokrasiyi kitlelerin gerçek öznelliği içinde kavramayıp, kurtarıcı olarak Sezarist bir liderlikte çözüm aramasıydı.

Başkanlık rejimi tartışmalarında, beka söylemi etrafında yaşadığımız rejim değişikliği Weberci anlamda Sezarist-plebisiter liderin devlet alanı içindeki rolü ve yetkileri olarak da okunabilir.  Tepeden inmeci ve baskıcı bir sisteme karşı daha adaletli bir işleyiş kurmak için sessiz büyük çoğunluğun temsilcisi olduğu iddiasıyla yükselen bir liderin, üstlendiği “kurtarıcı” rolün nasıl bir biçime büründüğünü ise hep birlikte deneyimledik. Toplumun belli bir kesimi açısından karizmatik olan bu liderin; derin kriz koşullarında edinmek istediği gücün sınır tanımazlığı, liderliğinin Sezarist boyutunu çıplak hale getirdi.

23 Haziran seçim sonuçları, belli bir kitle desteği kazanmış karizmatik bir plebisiter liderin,  sınırsız güç edinme çabasına, yani Sezarist karakterine dair bir rahatsızlığın ifadesi oldu. Fakat Weberci anlamda mesele; öngörülü, liyakatli, hesap verebilir, deneyimli ve kitleleri cezbedebilen “kurtarıcı” olabilecek, daha iyi bir liderin neden var olan siyasal sistemler içinden çıkıp çıkmadığı değil. Asıl soru var olan sistemlerin neden kitleleri kendilerini doğrudan ifade etmekten yoksun bırakıp temsilci-kurtarıcı bir lidere mecbur bıraktığıdır.

Bu sadece geçmişimize ait değil, bugün ve yarına ilişkin önümüzde duran bir sorudur. 23 Haziran seçimi, geniş kitleler nezdinde daha fazla demokrasi ve daha iyi bir ülke/ekonomi yönetimi için yapılan bir seçimdi. Tarihin tekerrürü ve daha büyük hezimetlerden çıkmanın bir yolu iktidarın yaptıklarını yapmak değil, hiç yapmadıklarını yapmak olabilir. Daha çalışkan, daha şeffaf bir yönetimle; siyasal alanda geri plana itilen toplumsal kesimlerden, örneğin ekonomik ve kentsel sorunlarla boğuşan alt sınıflardan, gençlerden, yok sayılan ve bastırılan kadınlardan başlayarak daha şeffaf ve sermaye merkezli olmayan bir siyaset biçimini önceleyerek… Geniş kitleleri siyasal ve ekonomik meselelerde doğrudan muhatap alıp tartışma-çözüm arayışlarının öznesi olarak görerek… Yine Weber’den farklı olarak daha iyi liderlere değil, daha fazla kitle demokrasisine ihtiyaç olduğunu yüksek sesle vurgulayarak…  



[1] “Toplumun umudu asla bir kişi olmamalı”, Canan Kaftancığolu, 21 Haziran 2019, https://gazete.taz.de/tr/article/?article=!5604811

[2] Siyasetle aktif olarak ilgilenen, aynı zamanda bir hukukçu olan Weber, 1919 yılında Weimar Anayasası’nın ilk taslağı üzerinde çalışan ve Versay Barış Antlaşmaları’na Alman Delegasyonu’nda katılan uzmanlardan biriydi. Anayasada başkanın yetkilerini ve gücünü tanımlayan maddelerin yazımında yer almıştı. Burada Weber’in başkanın parlamento yerine doğrudan halk tarafından seçilmesini belirten 41. maddeye dair rolü biliniyordu. Başkana kriz durumlarında olağanüstü yetkiler veren ve temel hakları askıya alma hakkı veren 48. maddeye dair rolü ise net değildi ancak kişisel etkisine dair şüpheler vardı. Sven Eliaeson, Sven Eliaeson, Constitutional Caesarism: Weber’s politics in their German context, The Cambridge Companion to Weber, ed. Stephen Turner, Cambridge University Press, 2000, s. 142.

[3] Bilindiği gibi Weber’in egemenlik/iktidar teorisi içinde karizma/karizmatik lider kuramı önemli bir yerde durur. Weber karizma kavramını kökleşmiş kurumlara ait bir özellik olarak da görse, karizma kuramını asıl olarak lider figürleriyle açımlar. Weber için karizma/karizmatik lider genelde olumlu çağrışımlara sahiptir ve karizmayı tarihin seyrini değiştiren, yenilik getiren istisnai aktörler olarak ele alır. Modernleşmeyle birlikte, bürokrasi ve rasyonelleşmenin soğuk duvarlarına karşı da karizmanın gerçek bir ruh taşıdığını düşünür.

[4] A.g.e., s. 144.

[5] Buna dair ayrıntılı bir çalışma için bkz. Peter Baehr, Caesarism, Charisma and Fate, Transaction Publishers, New Brunswick ve Londra, 2008.

[6] Max Weber, Economy and Society, ed. Guenther Roth and Claus Wittich, University of California Press, Berkeley ve Los Angeles, 1978.

[7] Eliaeson, s. 135.

[8] Baehr, s. 74-75.

[9] Reinhard Bendix, Max Weber Classic Monographs, Volume II: Max Weber: An Intellectual Portrait, Londra ve New York, 1960, s.434.

[10] Weber, s. 1457.

[11] Bendix, s. 443.

[12] Baehr, s. 94.

[13] Baehr, s. 96.

[14] Weber, s. 1452.