Hakikati Söylemek

İnsanın azınlıkta olması, tek kişilik bir azınlık olması bile, deli olduğu anlamına gelmiyordu. Bir doğru vardı, bir de doğru olmayan; doğruya sarıldığın zaman, tüm dünyayı karşına bile alsan deli olmuyordun (...) Akıllılık çoğunluğa bakılarak ölçülmez (George Orwell, 1984).

16 Haziran’da, milli maç havasında karşıladığımız "tarihî" karşılaşmaya tüm Türkiye odaklandı. On yedi yıl üzerine gelen bu tartışmanın sonrasında medya, şapkadan tavşan çıktı mı, kim başarılıydı, Yıldırım İmamoğlu'nun muhatabı haline mi geldi, demokrasi şöleni mi, kim Türkiye âşığı, seçmen davranışı ne olur analizlerinin içinde çalkalanırken; Prof. Ülkü Doğanay'ın işaret ettiği iki kavram oluşturduğu çağrışımlarla beni birtakım düşüncelere sevk etti. Neydi bunlar? Doğanay, tarafların kibir ve yalan mefhumunu ön plana çıkardığını, tartışmanın motifinin bu hat üzerinden ilerlediğini söyledi. Bu iki kavram, bana Antik Yunan'a ait parrhesia'yı anımsattı. Geçmişten günümüze taşıyabileceğimiz bu kavramın, demokrasi ve Türkiye arasındaki mesafeyi belirleyebilme açısından önemli olduğunu düşünüyorum.

Eski Yunan'a ait parrhesia kavramı, “özgür konuşma”, “dürüst konuşma”, “açık sözlülük”, hakikati söyleme konusunda dürüstlük anlamlarına geliyor (Foucault, 2005: 10). Diyojen insanlar için en güzel şeyin ne olduğu sorulduğunda, “konuşma özgürlüğü”, (parrhesia) der. Parrhesia'nın en önemli ayrımı, dinleyiciyi rahatsız edecek derecede bir yüzleşme sağlaması, hatta bazen biraz incitme ve öfkelendirme içermesidir. Ancak, parrrhesia boşboğazlık ya da cahilce açık sözlülük değildir. Boşboğaz olmadan, kuru gürültü yapmadan parrhesia kullanmak bilgelik göstergesidir. Antik Yunan'da parrhesia kullanmak, yani hakikati söylemek yaşam sanatının bir parçası sayılır (Foucault; 2005: 15).

Atina'da yurttaşların demokratia dedikleri kavramın üç temel bileşeni vardır: eşit konuşma hakkı (isegoria); eşit katılım (isonomia) ve parrhesia, yani özgürce konuşabilme hakkı. Bugünkü yurttaşlık kavrayışında oldukça ütopik duruyor bu haklar. Sokrates'in soru ve cevaplardan oluşan diyaloğu, parrhesia'nın temel tekniğidir. Parrhesia Atina'da iyi vatandaşa özgü kişisel ve etik bir tutum olarak da kabul edilir. Politikanın ve demokrasinin bir şartı olarak belirlenen kavram felsefede bir yaşama sanatı olarak ele alınır. "Ruhun terbiyesi" için gerekli insani erdeme sahip olanlar hakikati söyleyerek, insanları bilgelik, gerçeklik ve ruh güzelliği konusunda kendilerine özen göstermeye davet eder. Örneğin Sokrates Atinalı yurttaşlara hitap ettiği savunmasında, ironi, sorumluluk, açık sözlülük ve cesaretle yüklü olduğu için hakikati söyler. Sokrates öğrencileri ve yoldaşlarının tüm ikna çabalarına rağmen ve ölüme mahkûm edileceğini bildiği halde doğru bildiğini açık sözlülükle söylemekten caymamıştır. "İster salıverin, ister salıvermeyin beni; iyice bilin ki şunu, bir kez değil bin kez ölmem gerekse bile, hiç mi hiç değiştirmeyeceğim yolumu" (Platon, Sokrates'in Savunması).

Sokrates'in sözlerinde parrhesia'nın en önemli özelliği belirir: Söz ve eylem uyumlu olmalıdır. Sokrates "logos ile bios arasında bir armoni uyarınca akort edilebilen bir yaşam" amaçlar. Hakikati söylemek; akılla, erdemle, cesaretle ve hakikatle hemhal olmayı gerektirir. Sokrates'i bir sofistten ayıran da parrhesia kullanmasıdır. Sofist, cesaret, erdem ve hakikat hakkında uzun uzun söylevler verse de, kendisi erdemli ve cesur değildir. Sokrates, ise bir hakikat söyleyicisi olarak sözünden dönmemiş, logos ve bios, yani akıl ile yaşam arasındaki ahengini bozmamıştır. Yaşam sanatında ustalaşmanın sırrı bios ve logos'u uyumlu hale getirmekte, bilgi ve deneyimi birbirine ahenkle bağlayabilmekte gizlidir. Yaşam sanatına kendini adamış olan hakikat söyleyicisi, kendisi ile özel bir ilişkiye girmeyi amaç edinir. Yeryüzünden elini eteğini çekmeden, sadece kendi benliğine dönmeden, ötekilerle ilişki içinde olarak, kendini bilmeyi dener. Parrhesia kullanan kişi etik ve rasyonel bir şekilde diğerleri ile diyalog içine girer (Foucault, 2005: 115). Bu yüzden hakikati söyleyen özne, ötekine denetim ve bağımlılıktan azade olarak bağlanır. Peki hakikat söyleyicisine ne olur? Toplum ona ne yapar?

Doğruyu söyleyeni dokuz köyden kovarlar...

Parrhesia, Sokrates'in hayatına mal olmuştu. Bu ölüm, felsefe tarihinde bir kırılma ânı olarak düşünülebilir. Atinalılar, Sokrates'i gençliğin beynini zehirliyor diyerek ölüme mahkûm eder. Polisteki yurttaşların iyi ve erdemli olması için çabalayan Sokrates için verilen bu karar, başta Platon olmak üzere onun tüm öğrencileri için büyük hayal kırıklığı yaşatır. Hocasının trajik ölümü Platon'un da travması olmuş ve sorularla hakikate ulaşmaya çabalayan Sokratik diyaloğun anlamını sorgulamaya başlamış olmalı. Zira, parrrhesia'ya bu kadar tezat olan İdealar Kuramı’nı geliştirmesi başka türlü açıklanamaz.

Peki ne menem bir şeydir bu Sokratik sorgu, onu polis için bu kadar tehlikeli kılan şey nedir? Sokrates'in yönteminde önemli olan kanaatlerdir. Kanaatler, eşitler arasında gerçekleşen bir diyalog içinde karşısındakini anlama, onu anlayarak ikna etme sanatıdır. Diyalog çoğulcudur, belli bir gerçeklik olsa bile, değişmez ve evrensel değildir. Kanaatler çoğuldur ve her özne için gerçekliğin farklı veçheleri olduğu kabul görür. Bu şu demektir: Her insan bulunduğu konumdan, kendi bağlamından gerçekliği kavrar. Ama hiç kimse bulunduğu yerden tüm gerçekliği kavrayamaz... O yüzden diyalog önemlidir, çünkü başkasının zihninden dünyayı görebilmek için bir imkân sağlar. Sokratik diyalogda, amaç ispat etmek, galip gelmek, karşındakinin fikrini çürütmek değil, ortak bir kanaat düzlemi geliştirmektir. O yüzden son sözü söylemek, kestirip atmak yerine "kanaat oluşturmak" vardır (Berktay, 2009). İki eşit arasında, kanaatler müzakere edilir ama kesin bir yargı aranmaz. Evrensel bir doğru peşinde koşulmaz. Diyalogla ulaşılan kanaat, zaman ve mekânla sınırlı, konumlanmış bir gerçeklik içinde oluşan anlamlardan ibarettir. Parrhesia içinde gerçekleşen diyalog hakikat ile bir ilişki kurar, kişiler anlam dünyaları içindeki göreli gerçekliğe ulaşır. Sokrates'in çoğulcu ve eşitlikçi anlayışının ardından Platon; her insan kendi fikrini söylediği ve birbirine eşit olduğunda ortaya bir "hakikat" sorunu çıktığını görür. Filozof, demokrasi içindeki özgür konuşma ve açık sözlülüğün bedelinin ağır olduğunu düşünmüştür. Her yurttaş kendi doğrusuna inandı, kendi deneyiminde ısrar etti. Böylece, polis içinde ortak bir logos oluşamadı. Parrhesia'nın krizi işte bu noktada çıkar: Hakikati kim söyler? Ve hakikati söyleme ile iktidar arasındaki ilişki ne? Ve o söylenilenin hakikat olduğunu nereden bileceğiz?

Parrhesia krizi

Platon, tüm bu trajediden sorumlu olan kanaatlerin yerine "mutlak hakikat"i aramaya başlar. Kanaatler insanı yanıltır; insanın algıları değişkendir, yanıltıcıdır; çoğulluk ve özgürlük fikri öngörülmezlik ve tehlike getirir diye düşünür. Şu ünlü mağara alegorisi bu yanılsamayı yansıtır. Platon, hakikate sözle, eylemle değil, sadece zihinle ulaşılacağını varsaydı. Kanı gerçek değildir, herkese göre değişir oysa aşkın, evrensel ve tek bir hakikat vardır, o da idealardır ya da akıldır veya tanrıdır... Böylece, hakikatin bilgisi mutlaktır, aşkındır, zaman ve mekândan bağımsızdır geleneği yerleşmiştir. Parrhesia'nın yerini itaat ve mutlak olana uyum almıştır. İnsan ruhunun oynaklığının ve tutarsızlığının karşısında zihni aşkın bir hakikate bağlamanın verdiği güvenlik duygusunun bedeli, dünyadan kopmak oldu. Özneler kendine döndü. Oysa süreç dışarıda durandan kendine doğru değil, kendinden dışarıya doğruydu (Foucault, 210). Mutlak hakikat ve zorunluluk dünyasına bağlanan özne, yeryüzündeki özgürce eyleme ve sözünü söyleme özgürlüğünü kaybetti. Düzen, görüş birliği ve istikrar arayışı hakikati söyleme görevi, iktidar olana ait oldu. Hakikat baskısı, yönetici/halk, öğretmen/öğrenci, erkek/kadın, filozof/yurttaş ilişkisine dönüştü.

Sokratik ironinin asıl hedefi kişiye kendi cehaleti konusunda cahil olduğunu göstermek. Parrhesia'nın amacı kendi hakkındaki hakikatle yüzleşmek. Çünkü insanın kendini bilmesi, dünyayla etik ve rasyonel bir şekilde bağlantı kurabilmesiyle mümkün. Bana göre Parrhesia'dan kopuş, insanın düşünme pratiklerini ikilikler oluşturmaya doğru sevk etti. Öğrenilmiş, sabit, kalıp düşünce ve yargıları kastediyorum: kadın/erkek, kültür/doğa, madde/ruh, kirli/temiz, modern/geleneksel, düşünce/eylem gibi daha bir sürü üretebileceğimiz ama felsefedeki karşılığını daha çok ruh/madde ya da gerçeklik/hakikat üzerinden bulan dikotomiler kişinin düşünme pratiklerini sabitliyor.  Genel bir "yasa"ya bağlanmak, mutlak bir hakikate şuursuzca inanmak belli bir rahatlama sağlıyor. Ama bu konforun bedeli insanın kendinden vazgeçmesi oluyor.

Sokrates, insanları toplumun yapısına ve normlarını sorgulamaya, kendine özgü olanı bulmaya davet etti. Yani özgürleşmeye... Özgürleşmenin kaynağını ise her biri kendisi gibi olan insanların diyaloğunda buldu. Sokratik diyalogda, öznenin kendisinde değil, özneler arasında gizli olan anlamı bulmak elzemdir. Hakikate tartışarak, sorularla ve diyalogla ulaşılır. Zaten tek bir hakikat arayışı da yoktur. Tartışma, hubris'den (kibir) uzaktır. Tüm konuşanları dinlemeyi ve tüm konuşanlara tahammülü gerektirir. Çünkü asıl mesele anlamaktır, olup biteni ötekinin gözünden de görerek kendi bilgi alanımızı genişletmektir. Sokrates, ne kadar insan varsa o kadar logos olmalı derken anlamın kaynağı olarak ötekileri işaret eder. Bu anlamda, İmamoğlu ve Yıldırım'ın tartışmasını belli bir hedefe ulaşmanın aracı olarak değil, bizzat kendi başına araç olarak düşünmeyi öneriyorum. Uzlaşmaya varmak ya da birbirine galip gelmenin ötesinde iki tarafın söz aracılığıyla kendini ortaya koyması, kendi benliğini diğerlerine açmaya çalışması yolunda bir araç gibi… 

Kaynaklar

Foucault, M. (2000). Özne ve İktidar, çev. Işık Ergüden ve Osman Akınhay. Ayrıntı, İstanbul.

Foucault, M. (2005). Doğruyu Söylemek, çev. Kerem Eksen. Ayrıntı, İstanbul.

Berktay, F. (2009). Dünyayı Bugünde Sevmek: Hannah Arendt'in Politika Anlayışı. Metis, İstanbul.