Karaciğerim, Kaslarım ve Ben: Günümüz Tıbbî ve Terapötik Ethosu Üstüne [II]

Etnograf Paul J. Bohannan’ın [1920-2007] kısa ve özlü bir şekilde belirttiği gibi, bunun nedeni iktidarın doğası olarak görülen şeydi: “İnsanlar iktidara başkalarının tözünü tüketerek ulaşır.” [...] Piyasalar korunuyordu ve piyasa kuralları hastalıkları ihtiva eden ve insan bedeninin organları ve kanıyla güçlendirildiği söylenen büyülerle işletiliyordu. 

— David Graeber, 2004.[1]

Gerçekten de bugüne bugün, şer cephesini “damar sertliği” [ateroskleroz], “insülin [ve/veya leptin] direnci” ve “inflamasyon”un oluşturduğu bir “yaşam tarzı tıbbı” şebekesi söz konusudur. Alkol kullanımı, sigara içimi, “narkotik madde” suiistimali, stres, kafein ürünleri, tuzlu ve doymuş-yağlı yemekler, şişmanlık, karbonhidrat, hareketsizlik, zührevî hastalıklar, endüstriyel gıdalar ile giden, oradan “heteroseksüel-olmayan” cinsel edimlere dek uzanan bir sakıncalar listesi oluşturulur. Kişisel gelişim uzmanlığı, yaşam koçluğu ve aşk doktorluğu gibi keyfî norm bekçileri ile, sağlıklı yaşam reçetelerinden ideal beden imajına varan popüler bir sağlıklı yaşam empozisyonu kol gezer. Tıbbî yeniliklere ilişkin detaylar, sansasyonel ve görsel bir anlatıyla medyada kendine periyodik olarak yer bulur. Tıbbî ilişkinin dinamiği değişmiştir ve hastanın klinik karar süreçlerinde tasarruf sahibi oluşu, onun kendi bedenine dair her türlü risk ve sorumluluğu üstlenmesinin yaygın kabul görmesini beraberinde getirmiştir. Hastalığın toplumsal tarihi elenmiştir. Oysa bizatihi tıbbî tavsiyeler de, tarihsel koşullarda yoğrulan toplum ve kültür dairelerinde şekillenir. Yeni olanın eskisini derhal ikame ettiği bu heyecan atmosferi malumatçılığı şöhret vesilesi kılarken, tıp kurumunu da tarihselliğinden sıyırarak kendinden menkul bir hale sokar; hekimler ise gaipten ses taşıyan ulaklara dönüşür. Zanaatın anonimleşerek altının oyulması, hekimliğin usta-çırak yordamına, hikâye almaya, dinlemeye, görmeye, dokunmaya ve kümülatif deneyime dayalı o kamusal artizanal vasıflarının kaybı [sorumluluğun devriyle birlikte] mümessillerini ahlâki açıdan da steril kılacaktır. Öznelerin bedenlerinden sorumlu sayılmaları bir hak olarak dizayn edildikçe ve toplumsal kabul gördükçe, norm-dışına savrulmanın soyut yaptırımları da bir yükümlülük olarak faturalanır, bedelinin faturası da doğallıkla kendilerine çıkar. Uzmanların yahut konuşan kafaların trafiği ise sigortalandırılmıştır: Pratik ve basit önerileri şiar edinen Hippokrates okulunun o “ölçülülük” ve “denge” prensibi ile örülü isonomia anlatısı, kazalarla yol tıkandığında başvurulacak bir acil çıkış kapısı olarak yedeklenir; okulun tarihsel otantikliği ve epistemo-metodolojik altyapısı kof ve işgüzar bir mistifikasyonla trampa edilmiştir elbette.

Bir risk anlatısıyla çerçevelenmiş bedende hastalık, haricî bir kaynaktan gelir; dolayısıyla başa çıkılması gereken patojenler vardır. Lipid profili [kolesterol], oksidatif stresi [serbest radikaller] ve tansiyon seviyesiyle yüksek riskli bedenler mevcuttur ve bunlar, dışarıdan gelmesi her an muhtemel bir tehdide karşı [daha da] teyakkuzda olmak zorundadır. Mikrobiyolojik ve biyokimyasal ajanlar, bir salgın paniği doğrultusunda suçlanır, paniğin kendisi pandemikleşir ve giderek risk/güvenlik politikalarıyla yaşam, kapasiteleri törpülenerek salt hayatta kalma durumuna endekslenir; şişirilen paniğin kendisi ise bizatihi rızayı üretecektir. 19. yüzyıldaki kolera salgınları [“mavi ölüm”] ve onun zaman içinde kontrol altına alınabilmesi [bu tarihin ise bir zafer anlatısı olarak katılaşması], tıbbî paradigmada aksiyomatik bir değişimin, haliyle de üzerine yapılandırılacak bilgi dağarının yöntemsel ve işlevsel eksen kaymasının habercisi olmuştur: Dışsal, yabancı ve açık-seçik tanımlanmış bir tehdit ve onun kontrol altına alınmasıyla aktif olarak yaşatılabilen bir nesne olarak beden. Hijyen söyleminin gücü, kurgusal bir norm ve sıkı tanımlanmış ötekilerden oluşan yeni ve süreğen bir temizlik eylemini başlatacaktır. Nihayet, parçalarının kendisinden özerkleştiği bir beden, temizlik/hijyen ilkesinin uygulanabilmesi için daha olanaklı bir mecra sunacaktır. Ne olursa olsun arka planda yürürlükte olan unsur, o ezelî isonomia telaşesidir. Bu, bir bakıma tetiklenen o gizil endişeyi kuran anatomik kadercilikle ve alttan alta [tıpkı geçen yüzyılın başlarındaki gibi] varlığını hissettiren o “terapötik nihilizm” ile yüzleşilememesindendir. Derhal devreye sokulan homeostatik mitoloji uyarınca, henüz bilinmeyenler teslim edilmediği gibi, yersiz bir özgüvenin tahkimatı pahasına hatalara ilişkin bir özeleştirel akla da yanaşılmaz; komplikasyonlar, ilaç etkileşimleri ve yan etkileri bahsinde ise kulaklar sımsıkı tıkanır. Haliyle de alt-branşlara dek dallanan uzmanlıklar, çoğullaşan tedaviler, kişiselleşen tablolar, yaşam tarzına bağlanan kronik hastalıklar, diyet-egzersiz-terapi ve haz-tatmin-hız dolambaçları, tedavi/şifa [cure] yerine hastalıkların menajerliğinin bayiileşmesi, psikosomatik ve alerji gibi idiyopatik durumlar, hastalığın organisitesine dair muğlaklaşan sınırlar, hastalıkların reklam kliplerindeki tanımlanış ve sunumundaki light tarzlarla mahremden aleniye doğrudan geçişler, fon oluşturmak için boy gösteren starlar ve fiyakalı sponsorluklar, çareyi “içeride” arayan New Age anlatıları gibi motiflerin hummalı geçit resmine pasifçe el sallanır. El sallamakla yetinen hekim, dumura uğramış matematik-fizik altyapısının müsaade ettiği ölçüde dijital okuryazarlığın alelade bir reprezantına dönüşür, bilgi teknolojisi yarışında nefes nefese kalır. Tekniğin yol açtığı pratik bağımlılık, meslekî rekabeti gelişmelerin haberdar ve takipçisi olmaya çekerek ticari ihalelere alan açarken, hekimin pratiğini de hastane uzamına ve akıllı [smart] elektronik cihazlara çiviler. Ayrıca hastaların farkındalığı, internet dünyasının araştırmacı ve hemdertleriyle topluluklaşan hasta tipi, hizmet alıcısının [tüketicinin] sınırsız seçim/talep hakkı ve biyolojik yurttaşlık gibi faktörler sayesinde bu nitelik, mesleğin icrasına ilişkin bir tür teknik şartname olarak standartlaşır. Bilgi tekelinin kırılması ve “şartname-dışı” hekimliğe yönelik toplumsal inanç erozyonu, profesyonel özerkliğin de altını oyar. Teknoloji sağanağının gölgesindeki sağlık çalışanı ise, hizmet sunumunu aygıtlara devrederek yapay ve yasal bir güvenceye sığınır [defansif tıp] ve o arada giderek vasıfsızlaşır.[2] O meyanda terapötik nihilizm ise terapi söyleminin isonomist muğlaklığında yaşayıp gider. Bir dispozitif olarak işleme sokulur ve piyasa dinamikleriyle iç içe girer. Sahiden, Eva Illouz’un yerinde saptamasıyla, terapötik söylemin öznel[l]eştirici bir yanı olduğu vakidir. Bugüne bugün terapötik anlatılar veya iyilik hallerine ve bedensel durumlarımıza dair teknik sözcelemler, kendimizi ifade etme biçimimizin, bir benlik sahibi olmanın ve bunu ifade etmenin başlıca yolu haline geldi. Silsile odur ki, psikologların veya tıp mümesillerinin profesyonel menfaatlerinin sürdürülebilirliği ve hastaların “normal insan” yönünde keskin bir şekilde değiştirilmesi, terapötik hizmetler piyasasını genişletmekle kalmadı, aynı zamanda bu hizmetlerden faydalanan grupların sosyal kimliklerinde bir değişime damgasını vurdu. 1960’larla birlikte psikoloji tamamen kurumsallaşmış ve Amerikan/Batı popüler kültürünün temel bir yönü halini almıştı. Terapötik anlatı, geniş bir kültürel yankı bulmuştu. Kişisel gelişim ve kendini gerçekleştirme mitiyle o, artık bir telosa açılıyordu. Bu uğurda acının bireyselleştirildiği bir itiraf kumpanyası sürüp gitmekteydi. Söz konusu terapötik ethosta şeyler ve durumlar, nötral ifade, dokunma ve konuşma yöntemleri kullanarak yönetilebilir kılınmıştı.[3]

“Risk tıbbı”ndan ve onun öznel[l]eştirici potansiyelinden bize kalan hisse odur gerçekten de: Michel Foucault da, bir tehlike kültürü olmadan liberalizmin de olmayacağını söylüyordu.[4] Onun “Toplumu Savunmak Gerekir” mottosunda billurlaştığını söylediği sürekli savaş anlayışı, toplumsal normların dışına çıkanların, sapma ve düşmanların varlığına karşı bir daimi teyakkuz mantığını örgütler. Bu mantık uyarınca, topluma yönelen her türden tehdidin bertaraf edilmesi, “hijyen” tedbirlerine başvurulması ve önleyici denetim mekanizmaları kurulması ise “savunma” mevzisinin ana hatlarını teşkil eder. Söz konusu değer dizgesinde düşmanlar, “politik muarızlar” olarak değil, “biyolojik tehditler” olarak görülmeye başlar. Bununla birlikte savaş modelinin biyolojik bir temelde yapılanması, risk/tehlike figürlerinin üretimiyle ve tabii yönetimsel [governmental] dinamiklerle buluştuğunda karşımıza çıkan liberal manzara, siyasal beden açısından asıl tehditkâr olanın HIV değil, “HIV’le enfekte organizma” olduğudur. “Risk/tehlike”, kendiliğinden bir yatkınlığa karşılık gelir ve ortalamadan [mekanik bir ayrım çizgisiyle değil ama, spektral ve muğlak bir açılanmayla] sapar. Orada kalmaz; zira bu kavramın önemi, “suç” kavramı için doğal birer düşünsel iletken olmasından ileri gelir. Öyle ki riskin olduğu yerde tehlikeden, tehlikenin olduğu yerde de suçtan söz etmek, modern toplumun düşünsel yapısına nakşedilmiş bir klişedir. İşte bu klişe, ayrımcılığı “toplumsal hijyen ve sulh” adı altında ambalajlar ve meşru kılar.[5]

Buna paralel şekilde, 1970’li yıllarda Foucault’nun da asistanı olan François Ewald’ın [d. 1946] “sigorta türetimi” [neologism of insurance] şeklindeki alternatif risk teorizasyonu, sigortanın, geniş kitlelerin refahını temin ve tahkim etmek için işe koşulan risk temelli bir güvenlik pratiği olduğunu ortaya koyar. Güvenlik riskleri, risk grupları ile risk faktörleri gibi çoklu risk kategorileri de Ewald’ın risk mefhumuna biyopolitik yaklaşımı doğrultusunda analizi için elverişlidir.[6] Sigorta türetimi, “verili bir toplumsal bağlamda, sigorta teknolojisi için kârlı, kullanışlı ve gerekli işlevler oluşturma yolları”dır. Risk, olasılık, kâr, imkân ve yatırımı barındıran bir teknolojidir bu: “Sigorta, riske dair bir teknoloji olarak en başta bir rasyonellik planıdır; bazı gerçeklik unsurlarının parçalanma, tekrardan düzenlenme ve tertip edilme biçimleridir.”

Nasıl ki disipliner teknolojinin yükselişi, insan topluluklarına normallik bağlamında bir kavrayışı yerleştirdiyse, sigorta teknolojisinin yükselişi de, dünyaya ilişkin girişimci bir bağlamda düşünme alışkanlığını katılaştırmış oldu. Bürokratik ve idari akılsallığa bir tarihsel yanıt olarak ortaya çıkan yönetimsellik sanatı çerçevesinde bir verimlilik ve rekabet ilkesi açığa çıktı. Piyasanın kendi kendine bir doğrulama sahası haline gelmesi, “çıkar” kavramı çerçevesinde vuku buldu. Böylece insanlar da, risk ve ona bağlı problemlerle başa çıkmaya çalışan bireysel girişimcilere dönüştü.[7] Hukuk öznesinin karşına konumlanan bir “çıkar öznesi” tarih sahnesine çıkmış oldu. Doğrudan doğruya bireylerin kapasitesine çağrıda bulunan rekabet ilkesi, girişimciliğin bir “yaşam tarzı”, bir kişilik özelliği ve toplumsal bir değer olarak yerleşmesinde önemli rol oynadı. Nitekim, neoliberalizmin, kendi piyasasının ve tüketim rejiminin rahle-i tedrisatında türettiği bir yeni öznellik biçimi olarak “girişimci özne”, kendisini ve toplumu bir şirket gibi ele alan, rekabet normu çerçevesinde bizatihi kendiliğinin girişimcisi olan ve yine evrensel rekabet ilkesi doğrultusunda “işleten” bireydir.[8] Bu birey, risk dünyasıyla karşı karşıya gelip sahip olduğu kaynaklara, karşısına çıkan fırsatlar, olasılıklara ve bu olasılıklara bağlı fırsat maliyetlerine değer biçer; adlı adınca zar atar. Tüketim faaliyeti de söz konusu girişimci sistemin içerisinden gerçekleştirilir; alışveriş edimleri birer yatırıma dönüşür. 

Ewald’e göre risk, teknolojinin gelişimiyle birlikte artan tehlikelerle ilişkili olmaktan öte, olayların ele alınması, düşünülmesi ve kamuoyunda temsil edilmesinde gerekli olan stratejik muhakemenin bir parçasıdır. Rastlantı, olumsallık, olasılık, keyfîlik, zarar gibi kavramlar sigorta kurumlarının risk tanımı içinde önemli bir yer tutar ve sigortacılık mantığı, her şeyin “risk” başlığı altında toplanabileceğine, bizatihi riskin de yaratılabileceğine müşterilerini ikna etmiştir. Zira bizzat tanımı uyarınca sigortalama, önceden düşünülmeyen, hesapta olmayan şeyleri hesap edebilme ve olasılık kapsamına almadır. Her gündelik olayın/nesnenin sigorta endüstrisi tarafından içerilmesi, yani her tikel durumun kâr ve zarar olasılığı hesabının konusu olması sigortayı dünyanın nesnel bir çözümleme merkezine oturttuğu gibi, esas olarak sigortalanan bireyin de, başına gelebilecek her şeyin doğal nedeni ve sorumlusu olduğu yolunda bir kabulü içinde barındırır. Olmuş ya da muhtemel [ancak, tanımı gereği öngörülemeyen] kazaların tazmin ve rücû edilmesi sigorta hesaplamaları arasında yer aldığı için, tek tek olaylarda adaleti yerine getiren, yani de facto adalet mercii olarak karşımıza çıkan, yine sigorta kurumları olacaktır.[9] Aktüerya kırtasiyeciliği, riski rasyonalize ederek bütün toplumsal yüzeylere yayacaktır. Aynı finansal hegemonya, günün sonunda, riski minimize etmenin pazarlanmasını da gerektirecektir. Zygmunt Bauman’ın bu minvalde bir tarihsel saptaması vardır: “Endüstriyel ilerlemenin en başarılı olduğu alan, riskleri katlamasıydı: Daha fazla risk, daha büyük riskler, daha önce görülmemiş riskler... Bugün ise, epey zamandan beri, ‘ekonomik ilerleme’nin önemli bölümünü güdüleyen şey, daha önce ürettiği riskleri zararsızlaştırma gereksinimidir.”[10]

Bu ahvalin sağlığa ilişkin söyledikleri de vardır: Bauman’a göre, sağlık ve fitness, sanılanın aksine iki farklı söyleme aittirler ve çok farklı endişelere hitap ederler. Üreticiler toplumunun diğer tüm normatif kavramları gibi sağlık da “norm” ile “norm-dışı” arasındaki sınırı belirler ve gözetir. Fitness ise, aksine, hiçbir şekilde “katı” bir kavram değildir ve sınırları herhangi bir kesinlikle belirlenemez. Esas sınavını gelecek zaman ifadeleriyle verir; “fit olmak” demek, henüz denenmemiş ve öngörülmesi imkânsız duyguları yaşamaya hazır, esnek ve uyum yeteneği yüksek bir “emici” bedene sahip olmak demektir. Herhangi bir bedensel standarda karşılık gelmez; işaret ettiği şey, bedenin genişleme kapasitesidir ve tercihan sınırsız olmalıdır. Bununla birlikte fitness ideali, özbakımı kapsar ve böylece giderek sağlıklı yaşam hedefine de bulaşır. Dün normal, dolayısıyla tatminkâr addedilen bir şey bugün endişe kaynağı, hatta hastalıklı kabul edilebilir ve tıbbî girişim için meşru nedenler halini alabilir. Hastalık kavramı da büsbütün bulanık ve puslu bir hal alır; istisnai, başı ve sonu belli, bir kereye mahsus bir durum olarak görülmek yerine, sağlığın sürekli bir eşlikçisi, onun “öteki yüzü” ve daimi bir tehdit unsuru olarak görülür. Sağlıklı yaşam için mücadele, hastalığa karşı sonu gelmeyen bir savaşa dönüşür ve bir “risk” çemberine karşı sürekli tetikte olmayı gerektirir. Uygulanan tedavilerin yol açtığı ikincil sorunlar, yani iatrojenik tablolar söz konusu çemberi genişlettikçe genişletir. Sağlıklı yaşam hedefi, doğasının aksine, tuhaf bir şekilde fitness idealine benzemeye başlar ve sonu gelmez, belli bir doyum noktası olmayan, gidiş yolu bakımından belirsiz ve fazladan kaygı üreten bir süreç haline gelir. Sağlık da, günden güne “risk optimizasyonu” ile daha fazla özdeşlenir. Her halükarda bu, tüketim toplumunun bedensel açıdan fit olmak üzere eğitilmiş sakinlerinin sağlık profesyonellerinden beklediği ve bulamadıklarında da onlara öfke duydukları bir şeydir.[11]

İşte tam da bu noktada, güncel izdüşümleriyle sağlığı biraz tasvir etmek gerekiyor. Bugüne bugün sağlık, yeni bir erdeme[12] dönüştü. Kişilerin bizzat kendileri ve temasta oldukları başkaları için bir buyruk olarak anlaşıldı ve çağdaş etik rejimler içerisinde kendisine konum edindi. Pek çok hayırsever kuruluş, sağlığı teşvik eden kampanyalar yürüterek politik yetkililerden taleplerde bulundu. Aktüel ya da potansiyel hastalar, aile ve yakınlarını da içerecek şekilde, bütüncül sağlık politik ekonomisinin kilit aktörleri haline geldi. Yeni bir etkin yurttaşlık kültürüyle harekete geçirilen, sağlıklarına etkin bir ilgi duyan ve “biyopedagoji” tarafından cesaretlendirilen pek çok kişi yalnızca tıp profesyonellerinin pasif alıcıları veya uzmanlığın tüketicisi olan “hastalar” olarak kalmayı reddetti. Onlar, yaşamlarının diriliğini geliştirmek, bedensel varoluşlarını optimize etmek için tıp, biyolojik bilimler, eczacılık ve tamamlayıcı tıp öğretilerini etkin şekilde seçerek kullanan tüketicilere dönüştü. Bilgi talep ettiler, başarılı tedaviler umdular, sonuçlar umdukları gibi olmayınca da [komplikasyon yahut malpraktis] yasal mercilere başvurmaktan çekinmediler. Tıbbın öznellikleri[mizi] şekillendirme yordamları bugün bambaşka bir forma büründü. Hasar durumları, tamir, tazmin-telafi, sigortalanma, seçim, hata, yatırım, kalite, rekabet, risk yönetimi gibi bir dizi sözcük, geleceğe ilişkin aktif, bilinçli, pozitif ve ihtiyatlı bir projeksiyon çizen öznelerin diline [ister istemez] pelesenk oldu. Nikolas Rose’un tabiriyle, giderek kendimizle “bedensel” bireyler olarak, yani, bireyselliğini, en azından bir kısmını, bedenimiz, bedensel varlığımız içinde temellendiren ve kısmen biyotıbbın dili içinde kendimiz üstüne eyleyen, yargı üreten, eklemlenen ve deneyimleyen varlıklar olarak ilgilenir hale geliyoruz. Sağlığın teşviki ve geliştirilmesiyle ilgili resmî söylemlerden, kitle medyasında hastalık ve acı deneyimlerinin meraklı anlatımlarına, oradan diyet ve alıştırmalarla ilgili popüler söylemlere dek, aynı anda bedensel ve psikolojik “zindelik” adı altında beden üzerinde eylemde bulunma aracılığıyla kişinin yeniden inşa sürecinde giderek artan bir baskı görüyoruz. Egzersizler, diyet, vitaminler, dövmeler, beden takıları, uyuşturucular, dahası az evvel dökümlenen kozmetik cerrahi, cinsiyet geçişleri, organ nakilleri, tüp bebek gibi furyalar eliyle, bedensel varoluş ve kendiliğin dirimselliği [vitality] benlikle ilgili deneyimlerin ayrıcalıklı alanlarına dönüşmüş oldu. Bununla beraber, elbette sağlık ve yaşam idealleri etrafından örgütlenmiş bir etik; endişe, korku, hatta kişinin biyolojik geleceğine yönelik bir kaygı üretebilir ya da bunlardan birine tutunarak dayanıklı kılabilir. Bu bir bahse tutuşma halidir: Bir çaresizliğe ya da kararsızlığa yol açabileceği gibi, genellikle, geleceğin belirsizliği karşısında cehalete, teslimiyete ve umutsuzluğa itiraz eden bir ahlâk ekonomisi üretir. En azından kısmen hastalık ve ölüm oranlarıyla ilgili korku ve kaygılar, bir umut, tahmin ve beklenti ethosuyla çerçevelenmiş olur. Söz konusu ahlâki umut ekonomisi, aynı zamanda daha geleneksel anlamıyla da bir ekonomidir, tedavi ve iyileşme umudu ve yeniliği için yatırım devrelerini harekete geçirir. Bu, Rose’a göre, pek çok farklı aktörü birbirine bağlar ve esasında etho-politika olarak adlandırılabilecek daha geniş ölçekli değişimin bir boyutudur. Etho-politika ile, duyarlıklar, inançlar ve değerler üstünden eylemek yoluyla, kısacası etik üstünden eylemek yoluyla insanların davranışını biçimlendirme çabasına işaret edilir. Öyle ki mevcut biyosiyasal atmosferde, özellikle cemaatçi temaların yeniden diriltilmesinde, insan varoluşunun ethosu [yani kişiler, gruplar, kurumların duyarlıkları, ahlâki doğası, ya da rehberlik eden inançlar] bireyin özerk kendini-yönetmesinin, iyi bir yönetimin buyruklarıyla bağlantı kurabileceği bir “ortam” sağlamaya başlamıştır...[13] 



[1] Anarşist Bir Antropolojiden Parçalar, çev. B. Kurtege-Sefer, İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, 2012, s. 31.

[2] Neil Postman, buna yakınsayan argümanlarını Teknopoli’sinin “Makinelerin İdeolojileri: Tıp Teknolojisi” başlıklı bölümünde paylaşıyordu. Bkz. Teknopoli: Yeni Dünya Düzeni içinde, çev. M. E. Yılmaz, İstanbul: Paradigma, 2006, s. 109-123.

[3] E. Illouz, Soğuk Yakınlıklar: Duygusal Kapitalizmin Şekillenmesi, çev. Ö. Ç. Aksoy, İstanbul: İletişim, 2011, s. 58-62, 74-88.

[4] The Birth of Biopolitics: Lectures at the College de France [1978-1979], çev. G. Burchell, Palgrave Macmillan, 2008, s. 67.

[5] U. Özmakas, Biyopolitika: İktidar ve Direniş, İstanbul: İletişim, 2018, s. 145-146 ve 156.

[6] Stefan Elbe, “Risking Lives: AIDS, Security and Three Concepts of Risk”, Security Dialogue, 39/2-3, 2008, s. 177-198. 

[7] Todd May, “Yeni Girişimciler: Foucault ve Tüketim Toplumu”, çev. M. Mandalinci, Cogito, 70-71. sayı [“Michel Foucault”], 2012, s. 96-105.

[8] P. Dardot ve C. Laval, Dünyanın Yeni Aklı: Neoliberal Toplum Üzerine Deneme, çev. I. Ergüden, İstanbul: Bilgi Üniversitesi, 2012, s. 199-200 vd.

[9] Bkz. F. Ewald, “Insurance and Risk”, The Foucault Effect içinde, ed. G. Burchell vd., Harvester Press, 1991, s. 197-210.

[10] Modernlik ve Müphemlik, çev. İ. Türkmen, İstanbul: Ayrıntı, 2003, s. 348-349.

[11] “Tüketicinin Bedeni”, Akışkan Modernite içinde, çev. S. O. Çavuş, İstanbul: Can, 2017, s. 122-127.

[12] Bu yeni gerçeğin radikal bir eleştirisi için, Türkçede, şu kitabın özellikle ikinci kısmına bakılabilir: Yeni Bir Erdeme Dönüşen Sağlığa Karşı, haz. J. M. Metzl ve A. Kirkland, çev. N. Elhüseyni, İstanbul: YKY, 2017, s. 83-122.

[13] Krş. N. Rose, “Biopolitics in the Twenty-First Century”, The Politics of Life Itself: Biomedicine, Power, and Subjectivity in the Twenty-First Century içinde, Princeton University Press, 2008, s. 9-40, 22-27.