“Senin Bedenin, Benim Kararım”: Türkiye’de Üremenin Eril Normalitesi

Başlıkta geçen sloganı mizojinist, beyaz ırk üstünlüğünü savunan Nick Fuentes, 2024 ABD seçimlerinde Donald Trump’ın tekrar seçilmesinin hemen ardından X’te yayınladı (Donegan, 2024). Trump’ın seçim kampanyasında kullandığı cinsiyetçi dilin zaferini ilan eden bu slogan kürtaj tartışmalarında feministler tarafından kullanılan “benim bedenim, benim kararım” ifadesinin eril bir tersine çevrimidir. Geçtiğimiz hafta Fenerbahçe ile yapılan maç öncesinde “Doğal olan normal doğum” pankartıyla sahaya çıkan Sivassporlu futbolcuların da doğum yapan kadın bedenini sahiplendikleri söylenemez mi? Bu sahiplenici dilin Türkiye’de sıklıkla erkeklerin alanı olarak işaretlenen futbola taşınmasını sosyal medyadaki mizahi tepkiler üzerinden takip etmek mümkünse de, bu yazıda Sivasspor’un taşıdığı pankart Türkiye’de toplumsal cinsiyet rejimindeki paradigmatik değişiklikleri üreme ve nüfus politikaları ekseninde izlemek için önemli bir ipucu olarak ele alınacaktır. Bu bağlamda 2008’de “en az üç çocuk” söylemiyle başlayan pronatalist politikaların günümüze kadar doğum, kürtaj, aile, annelik ve kadın üzerinden yürüttüğü, alanını her geçen gün genişleten ve giderek daha eril bir karakter kazanan biyopolitik tekniklerle birlikte bunların olası tehlikelerini ortaya koymaya çalışacağım.

AKP’nin son dönemine kadar kürtaja erişimin kısıtlanmasıyla fiili bir yasağın uygulandığı, aile planlaması hizmetlerinin sunulmadığı, kutsal aile söylemleriyle evliliklerin özendirildiği ve boşanmaların zorlaştırıldığı politikaların öne çıktığı görülmektedir. Doğum oranlarının düşüşüyle öne çıkan ancak sadece bu düzlemde değerlendirilemeyecek olan bu politikalar makbul aile, annelik ve kadınlık kurgularıyla toplumsal cinsiyet rejimindeki krizin restorasyonunu da içermektedir. İktidarın 2025 yılını “Aile Yılı” ilan etmesi ve bu kapsamda çeşitli alanlarda yürüttüğü politikaların buyurganlığı 2008’den beri kurgulanan aile biçimlerine ve doğum hızı artışına yönelik politikaların karşılıksız kalmasına yönelik daha otoriter çareler aramasıyla ilişkilendirilebilir. Nitekim Attar’ın (2024) çalışmasında AKP’nin doğum yanlısı uygulamalarının ve söylemlerinin doğurganlık üzerinde gerçek bir nedensellik etkisi yaratmadığı ortaya konulmuştur. Kandiyoti’nin “sessiz direniş” olarak tanımladığı kadın hareketlenmesi bu durumun nedenlerinden biri olarak görülebilir.

“Geç evlenme, ayrı oturma veya bekar kalma eğiliminin İslam dünyasının muhafazakâr kesimleri arasında bile yaygınlaştığı bir gerçektir. Kadınların aldıkları bu tür kararlar bilinçli bir ideolojik eğilime dayanmasa bile “ortamı terk ederek” oyunbozanlık etme, işlerine gelmeyen kurallardan sessizce sıyrılma sonucunu doğurmaktadır. İşin ironik tarafı bireysel gibi görünen bu seçimlerin uzun vadede ataerkil sistem açısından neredeyse örgütlü feminist hareketlerin talepleri kadar yıkıcı-yıpratıcı olabilmesidir.” (Kandiyoti, 2025: 200).

Kadınların güçlenmesi, yaşam tarzlarının çeşitlenmesi gibi ‘oyunbozan’ dinamiklerin yanında gençlerin evlenmemesi, evlilik yaşlarının ilerlemesi, az çocukluluk veya çocuksuzluk gibi modellerin çoğalması tercih olmanın ötesinde işsizlik, istihdamdaki güvencesizlik, aileyi geçindirme kaygıları, bakımla ilgili tüm yüklerin bireylere yüklenmesi gibi reel ekonomik-politik unsurlara da dayanmaktadır. Bu durumun yarattığı toplumsal cinsiyet krizi son dönemlerde, bu koşulların yol açtığı aileye, kadına, çocuğa ve egemen erkekliğe sahip olamama üzerinden “erkek mağduriyetini” öne çıkaran söylemlerin yükselmesine sahne olmuştur. Bu “mağduriyetin” yaratılmasında rol oynayan iktidar, buradan doğan öfkeyi de düzenleyip denetleyerek erkeklere oyunbozucu değil oyunkurucu olma sözü vermektedir. Üreme üzerindeki eril tahakküm elbette yeni bir olgu değildir; nüfusun iktidarın alanına girmesi 19. yüzyıldan itibaren gözlemlenebilir. Ancak günümüzde aldığı biçimiyle üremenin temel öznesi olan kadınlar muhatap alınmamakta, üremenin nasıl, ne zaman ve ne kadar olması gerektiği doğrudan eril bir karar mekanizmasıyla iş birliği içinde kurulmaya çalışılmaktadır. Bu yolla toplumsal cinsiyet rejimindeki kriz Kandiyoti’nin ifadesiyle eril restorasyona da (2016: 109) tabi tutulmaktadır. Erkek mağduriyetinin restorasyonunda sahip olunamayan ve bozulan her şeyin sorumlusu olarak kadınlara, feministlere ve lgbtia+ bireylere işaret edilmektedir. Bunun sonucunda da bahsedilen grupların şiddet görmeleri ve öldürülmelerine sessiz kalınmaktadır. Zira normal olanın sınırları yaşam üzerinden çizilmekte, ölümlerin ve yaşamın koşullarının normalliği tartışmaya açılmamaktadır. Başlangıçta geçen sloganın “senin yaşamın, benim kararım” (her life, his decision) olarak düzeltilmesinin mevcut politik atmosferin gayelerini açıklamada daha uygun düşeceği söylenebilir.

Dikkat çeken bir diğer nokta, üremeye ilişkin biyopolitik uygulamaların alanının giderek genişletilmesidir. AKP, doğum oranlarını etkilediğini düşündüğü sezaryene ilişkin ilk kısıtlamayı 2012 yılında Umumi Hıfzıssıhha Kanunu’nun 153. maddesine sezaryen doğum için tıbbi gereklilik şartını ekleyerek gerçekleştirmiştir. Ancak Türkiye’de sezaryen doğum oranları hâlâ yüksekliğini korumaktadır. Uzmanlar sıklıkla bu durumun nedeni olarak vajinal doğum ekiplerinin yetersizliğine işaret etse de (Ballı, 2025), bu kısıtlamalara yakın zamanda özel tıp merkezlerinde planlı sezaryen yapılması yasağı da eklenmiştir. Kısıtlamalar ve yasaklar toplumda sağlık hizmetlerine erişim açısından eşitsizlikleri derinleştirme tehlikesi taşımaktadır. Kürtaja mevcut koşullardaki ulaşılabilir ve ücretsiz erişimin önündeki engeller nasıl sınıfsal ve bölgesel eşitsizlikleri derinleştirdiyse, sezaryene ilişkin kısıtlamalar da benzer bir sonuç yaratacaktır. Uygulamaya geçirilen bu politikalara çeşitlenen söylemlerle eşlik edilmektedir. Sağlık Bakanlığı’nın “Annecim başardık” adlı kamu spotu sezaryene ilişkin sorunun kaynağı olarak kadınlara işaret etmekte, fetüs bile oyunbozan kadına ne yapması gerektiğini anlatmaktadır. Doğmaya hazır olmayan bebeğin annesinin kararıyla gözlerini bilmediği bir yere açması ve annesini bulamama kaygısına karşılık, “normal” olarak doğan bebeğin mutluluğu ve annesiyle hemen kurduğu bağı fetüsün ağzından dinlediğimiz bu video ile de sorumlu tutulanlar fakat söz hakkı verilmeyenler yine kadınlardır.  Vajinal doğum yerine normal doğum ifadesinin tercih edilmesi ise sezaryeni, sezaryenle doğum yapan kadını, sezaryen yöntemle doğan bebeğe yapılacak anneliği normalliğin dışında, desteklenmeyen, makbul olmayan bir anomali olarak kurmaktadır. Aile olmanın yolu Sağlık Bakanı Kemal Memişoğlu’nun son açıklaması doğrultusunda çocuk sahibi olmaktan, çocuk sahibi olmanın yolu da “normal” doğumdan geçmektedir. İktidar, var olma yollarına ilişkin alanları kuşatmak, buradaki temsilcileri olarak erkekleri görevlendirmek isteyebilir, ancak toplumsal gerçekliklere, toplumun kaynak ve yönelimlerine ilişkin etmenlere, yaşamın koşullarına ve ölüme bu kadar yakın oluşumuza sessiz kaldığı sürece oyunbozanlık da bizim kararımız olacaktır.  


KAYNAKÇA

Attar, M. Aykut (2024) The post-2008 pro-natalist rhetoric in Türkiye: There is no robust causal effect on actual fertility. Nüfusbilim Dergisi, 46: 5-26.

Ballı, Nisa Nur (2025) Türkiye’de sezaryen doğum oranı neden yüksek? Inside Turkey, Web adresi: https://insideturkey.news/tr/2025/01/31/turkiyede-sezaryen-dogum-orani-neden-yuksek/ Erişim tarihi: 28.04.2025

Donegan, Moira (2024) ‘Your body, my choice’: what misogynistic Trump supporters feel about sexual power. The Guardian, Web adresi: https://www.theguardian.com/commentisfree/2024/nov/13/your-body-my-choice-maga-men Erişim tarihi: 27.04.2025

Kandiyoti, Deniz (2016) Locating the politics of gender: Patriarchy, neoliberal governance and violence in Turkey. Research and policy on Turkey, 1(2): 103-118.

Kandiyoti, Deniz (2025) Ataerkillikten eril restorasyona: Küresel toplumsal cinsiyet krizinin izdüşümleri. Feminist Tahayyül, 6(1): 193-204.