“Geçmişte ölümün ne kadar da tandık ve sıradan yaşamın içersinde olduğunu görebilmek için Tolstoy’un İvan İliç’in Ölümü romanını okumanız gerekir… Orada ölüm, evin ya da vatanın içerisinde kalır”
Ulus Baker, Beyin Ekran, s. 253.
Rus edebiyatının en büyük yazarlarından birisi olan Lev Nikolayeviç Tolstoy’un, epik ve tragedyaya yakın tarzdaki romanlarından hariç, küçük çaptaki romanı İvan İlyiç’in Ölümü’nü okurken etkilendiğim şey ölümün yoğun baskısının sade bir şekilde betimlenmesiydi. Daha sonra Ulus Baker’in yukarıdaki sözlerinin gerçekliğini irdelerken romanda ölümün, ev, vatan gibi temalarla birlikte çizilmiş sınır çizgilerinin üzerinde dolaştığını hissettim. Aklımdan geçenler ise şunlardı: İnsan, çoğu zaman doğduğu yere gömülmek ister, dönüp dolaştığı yer yine onun doğduğu evidir, yurdudur. Gömüldüğü yer ise yine buralardır. Ölüm, bizi başladığımız yere döndürür. İşte burada, Ulus Baker’in, İvan İlyiç’in Ölümü’nü neden okumamız gerektiği ile ilgili sözleri bir şeye işaret ediyor, o da gündelik hayatın dinginliği içinde ölüm deneyiminin bir sınırlılık getirdiği, kişinin evine, vatanına hapsolması. İlk olarak, bu çıkmazlığı ya da belirlenmişliği anlamak için, bu yazıyı yazmayı gerekli gördüğümü belirtmeliyim.
Gene Baker’e gönderim yaparsak, herhangi birinin ölümü evle ve vatanla sınırlı kaldığında başka etkenler devreye girer. Bu manada, ölümle ilgili düşüncelerimizin kendi evimizde, kendi vatanımızda ve yalnızlığımızla biçimlendiğini söyleyebiliriz. O yüzden bu biçimlenme başkalarına da sirayet eder. Öyle ki, İvan’ın ölümü bir odanın içindedir, 19 yüzyıl Rusya’sının içindedir, başkaları ise etrafındadır. Ölümün temsil edilişi, Tolstoy’un yapıtında İvan’ın bedeni ve evi üzerindendir. Ortada yatan cansız bir beden, etrafında toplanan kalabalık. Ne kadar tanıdık bir resim. Bu kalabalığın içinde ölen kişiye düşman olanların ruhunda oluşan gizil duyguların açığa çıktığı anlar vardır. Bu yönde, Tolstoy, İvan İlyiç’in Ölümü’nde “başkasının ölümü ve başkasının ölümünü istemek” gibi iki düşünceye eğiliyor. Bu iki düşünceyi ya da kavramı, nasıl derseniz deyin, diğer yazarlar da yapıtlarında çoğunlukla işlemişlerdir. Fyodor Dostoyevski Karamazov Kardeşler’de (babanın ölümü), Emile Zola Therese Raquin’de (bir kuzenin ölümü), Jaymes Joyce Dublinliler’de (yaşarken ölmüş olanlar), Ahmet Hamdi Tanpınar Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde (Hayri İrdal’ın Cemal Bey’i içten içe öldürmek istemesi)… Bu bize bir şey söylüyor. Edebiyatçılar trajedi olarak ölümü ele alıyorlar, onu yapıtlarına alırken dönüştürüyorlar. Peki, nasıl dönüştürüyorlar? Bunu bir resim gibi düşünün. Önümüzde bir resim var, resme bakıyoruz ve olağan şeyler görüyoruz. Ancak, onun önünde biraz durup etkileşim içerisine girmeye başladığımızda, estetik deneyimle, farklı şeyler açığa çıkmaya başlar. Mesela, Hans Holbein’ın Elçiler (1533) resmini ele alalım. Holbein, bu resmin ön tarafına, ne olduğu anlaşılmayan, abuk sabuk bir nesne koyar. Bu nesnenin ne olduğunu anlamak içinse tıpkı ziyaretçilerin yaptığı gibi, bizim de resmin sol tarafına yatıp bakmamız gerekir. Baktığımız zaman ortaya çıkan nesne bir kafatasıdır. Biraz daha eğilip büküldüğümüzde ise bunun ölüm olduğunu anlarız. Kuşkusuz ki, Holbein’ın yaptığı bir optik yanılsamadır. Ama bakış açımızın değişmesiyle, ölümü hatırlarız. İstediğimiz kadar böbürlensek de, üstünde durmak istemesek bile, Holbein’ın bize gösterdiği aslında kendi ölümümüzdür. Burada Holbein’ın dönüştürdüğü, ölüm kavramı ve onun temsil edilişidir. Artık bu saatten sonra Holbein’ın yaptığı resme ilk baktığımız gibi bakamayız. Dolayısıyla, etrafımızdaki yakınlarımızı tanırken acaba bize karşı içlerinde besledikleri bir nefret var mı diye soran bakışlarımız olabilir. Bu kendimi ve başkasını sorgulama anlarıdır. İşte bu vesileyle de, kendi ölümümüzü, başkasının ölümünü, bir nebze olsun anlamamız için, bu yazıyı kaleme aldım. Beni burada asıl ilgilendiren kendi ölümümüz durumunda başkalarının neler hissedeceğini göstermek çabasıdır. Ve eğer vardığımız sonuçlardan biri ikircikli yapılar, gelgitler, sevinmeler ise bunu sorgulamak gereklidir. Benim Tolstoy’un yapıtıyla olan ilişkim de bu diskurun üzerine kuruludur.
Yazıya başlamadan önce son olarak şunları söyleyebilirim: Georg Steiner, Tostoy mu Dostoyevski mi? isimli kitabı için şunu söyler: “Bu kitap eski tarz eleştiri denemesidir.” Ben de Steiner gibi büyük bir roman kuramcısının yanında haddimi bilerek ve biraz da zorlayarak, ondan feyiz alarak, burada şunu söyleyebilirim: Bu yazı, “eski tarz” küçük bir eleştiri denemesidir. Çünkü bu küçük eleştiri denemesi ilhamını Steiner’ın kitabından almıştır. Bu yüzden, bu yazıda Steiner’ın deyimiyle “yorumsal ve eleştirel” bir yaklaşımı benimsemeye çalışacağım. Üzerimde önce Steiner’ın sonra Tolstoy’un ağırlığı var, burada yazacaklarımdan ben sorumluyum.
Romana Dair Kısa Bir Not
Bu roman, yani İvan İlyiç’in Ölümü İvan’ın ölümlü yaşamının bir bölümünden oluşuyor. George Steiner, Tolstoy mu Dostoyevski mi?’de bu roman için şunları söylüyor:
“İvan İlyiç’in Ölümü, Yer Altından Notlar’a karşılık gelir; bu kitap ruhun karanlıkları yerine, acı veren bir yavaşlıkla ve kesinlikle bedenin karanlık yerlerine iner. O, isyankar bedene dair, acılarıyla ve kokuşmuşluklarıyla tenselliğin aklın narin disiplinine nasıl nüfuz edip dağıttığını anlatan, bugüne kadar yazılmış en korkunç şiirdir.”[1]
Steiner’a göre, Tolstoy’un yoğun ve sıkıştırılmış yaratımı ruh ıstırapları, yalnızlık, çaresizlik mefhumlarıyla beraber Dostoyevski’nin Yer Altından Notlar’yla akrabadır. Bildiğimiz gibi Yer Altından Notlar’da Dostoyevski, insanı mantıksal çatışkı ve akıldışı olarak gösterir. Dostoyevski’nin insanlık yazgısı diyalektiği ruhta iç bölünmeler meydana getirir. Bu bakımdan, Tolstoy’un da etik anlamda kahramanlarına yaptırdığı iç hesaplaşmalar vardır. Ve bu iki yazar bazen edebî yaratım olarak ortak yerlerde dolaşmaktadır. Steiner’ın yaklaşımı ise bize bu iki büyük yazarın yapıtının, insanın çaresizliği söz konusu olduğunda trajik kavramının benzer niteliklerle oluştuğunu söyler. Kimilerine göre Tolstoy’un, diğer büyük romanlarına nazaran İvan İlyiç’in Ölümü’nde yaratılan iç dünya daha yoğundur. Kimilerine göre ise Anna Karenina, Savaş ve Barış, Diriliş büyüklük ve edebî yaratım konusunda başta giderler (Lukacs’ı burada anabiliriz). İvan İlyiç’in Ölümü, ölüme giden bir insanı tasvir eden bir romandır. Steiner’dan alıntılayacak olursak bu romanda, “Tıpkı Bosch’un tablolarındaki cüce figürlerde olduğu gibi, sıkıştırılmayla oluşturulmuş vahşi bir enerji vardır”.[2] Hatta burada, Bosch’un yanına Bruegel’in sakat figürlerini de ekleyebiliriz… Şunu söylemeliyiz ki, sosyolojinin ve psikanalizin açtığı teorik güzergâhın dışından başka, George Lukacs’ın Roman Kuramı’ndan sonra, Arnold Hauser’in Sanatın Toplumsal Tarihi ve ismini anamadığım benzeri kitapların yardımıyla edebiyat ve sanat okumaları daha heterojenlik kazandı. 1950’lerde George Steiner’ın, dillendirdiği “eski eleştiri”ye dayanarak yapıta yüzeysel yaklaşım ötelendi… Yorumsal ve eleştirel bir model olarak metafizik, psikanalatik, teolojik, ekonomik, toplumsal okumalar belirgin oldu.
O halde, psikanalize dayanarak söylemek gerekirse, Tolstoy’un yapıtının bazı ölüm semptomlarını içermesi söz konusudur. Ama burada şunu da söyleyebiliriz: Amacımız Freud’un geleneksel olarak anlattığı ve bizim kullanacağımız bilinçdışı unsurunun bir tekrarını yapmak değil. Amacımız ilk olarak Tolstoy’un romanına bakarken, bilinçdışı kavramıyla ne yapacağımız. O halde elimizdeki romanı, yani İvan İlyiç’in Ölümü’nü neden okumalıyız? sorusu yorumsal ve eleştirel çabamız için sebep olarak görülebilir. Romana dair yazdığımız bu kısa anlatımdan sonra kuramsal olarak meselemizi dayandırabileceğimiz yerlere bakmak gerek.
Ölüm Tabusu
Ölüm tabusu Frazer’dan Girard’a kadar çok geniş bir antropolojik çalışma alanıdır. Ama biz Freud’un açtığı antropolojik ve psikanalitik çerçeveye göre, bir eleştirel yorum getirmeye çalışacağız. Totem sisteminin ahlâki kısıtlamalara bağlı olarak ilkel insan topluluklarında yeşermeye başlayan, baba ve oğul arasındaki mücadeleden çıkan, dişiler için ölüm kavgası, başkasının ölmesini istemeyi ortaya çıkarmıştır. Fakat biz burada bütün dişileri kendine ayırmak isteyen baba ve oğullar arasındaki çekişmeye hiç girmeyelim.
Freud, Totem ve Tabu’da “ölüm korkusunun” kolektif psikoloji ve bireysel psikolojide oluşmakta olduğunu ve bir klanda, ölene veyahut ölmekte olana karşı “üzülme, sevinme yarattığı hususunu” dikkatle söyler. Örneğin bir totem hayvanı veya bir insan öldüğünde oluşan korku, pişmanlıkla beraber sevgiye veya nefrete dönüşebilir. Böylelikle, “hayatta kalanlar ve ölenler” ikiliğinin arasındaki gerilim, “korku, tedirginlik” mefhumlarının açığa çıkmasını sağlar. Hatta ambivilans kavramı da böyle ortaya çıkar. Freud’a göre, ölüm tabusu “ölülerle temas” etrafında cereyan eder. Ölen kişiyle temas ilkel klanlarda, kabilelerde yasaklanır. Çünkü ölen kişiyle temasın -burada temas “dokunma, göz göze gelme, ölünün bulunduğu yerde olma” gibi ontolojik ön kabulleri içerir-, yaşayanlara kötülük getireceği sanılır. Freud ölen kişiye dokunan bir klan üyesinin kirleneceğini, dışlanacağını, diğer kabile üyeleri ile asla görüşmemesi, konuşmaması gerektiğini söyler. Nitekim ölen kişiyle temas klandan soyutlanmayı getirir. Hatta ölen kişinin isminin dahi ağızlarda dolaşamayacağı bir sistem olan ölüm tabusu farklı teorilere göre kurban ritüeline kadar varır. Ve Freud’un anlattığına göre ölülere ilişkin tabu antropolojik olarak insan/tanrı ilişkisine kadar da götürülebilir. Pekâlâ çok sevilen, saygın, el üstünde tutulan bir kişinin ölümü hayatta kalanlar için eziyet haline gelebilir. Ölen kişinin ruhunun geride kalanları rahatsız etme durumu da ölüm tabusunun olmazsa olmasıdır ve bilinçdışı mefhumunun önemi burada ortaya çıkar. Çünkü Freud’un kendi açıklamalarına ve ampirik gözlemlerine göre, nevrozlardaki suçlama unsurunun da bilinçdışında bastırılmış düşmanlıklardan kaynaklandığı momentler vardır. Bu bağlamda düşündüğümüzde, insan bir yakının ölmesinde acaba benim kabahatim olmuş mudur diye kendini yiyip bitirebilir. “Kocasını kaybeden bir kadın, annesini kaybeden bir kız, sıklıkla görüldüğü gibi, kendisine ‘saplantılı suçlamalar’ olarak niteleyeceğimiz suçlamalar yöneltir.”[3] Freudyen çerçevede, bir dikkatsizlik veya ihtimal var ise bir kişinin ölümü, bir diğerinde bireysel etik sorgulamalara yol açar. Ardından suçlamalar gelir, tabii bu suçlamalar kendi kendini suçlamalardır. Freud şöyle yazar:
“Aslında saplantı suçlamalarda dile getirildiği gibi sevdiği kişinin ölümünden dolayı yas tutan kişi ne onun ölümüne yol açmıştır ne de ortada bir ihmal söz konusudur; ama yas tutan kişinin içinde elinden gelse kendisinin ölen kişiyi ölüme yollayacağı, sevilen kişinin bu dünyadan göçüp gitmesinden memnunluk duyacağı duygusu bilinçdışında yaşayıp durmuştur. Sevilen kişinin ölümünden sonraki saplantılı suçlama da içteki bu bilinçdışı duyguya karşı açığa vurulan tepkidir.”[4]
O halde şunu anlıyoruz, çok yakınımızın veya uzaktan bir akrabamızın ölümü bizde bazı duygusal gelgitler yaratabilir. Bir yandan kendimizi savunur durumda bulurken, diğer yandan bilinçdışımızda ölen kişiye karşı sürekli bir düşmanlık, neşe besleyebiliriz. Yani Freud’un tezine göre, seven veya sevilen kişiye karşı hayatta kalan insanın bilinçdışında kendisinden gizli yaşayıp duran gizli duygular vardır. Bu bir insanın duygularında ambivalansın varlığını gösteren klasik bir örnektir. Bunu da Freud, kişinin kendisinin yaşadığı ruhsal yapıya göre ambivilansın bir prototipi olarak görür. Freud’un yorumsal modeli, ambivalent’ın içeriği dinseldir.
Başkasının Ölmesini İsteme[5]
Yukarıda kısa olarak değindiğim başkasının ölmesini istemenin bilinçdışı yönü, burada daha ayrıntılı açıklama gereksinimi doğuruyor. Ama bu açıklamanın yerine Tolstoy’un romanına bakarak ilerlersek, ampirik bir yorum modeli inşa edebiliriz. Bilinçdışı işlev gören düşmanlık-sevinç duygularının ikiliklerini romanda, İvan’ın ölümünden dolayı oluşan “başkasının yerine geçme” kriziyle görürüz. Peki, bu kriz romanda nasıl oluşur? Şöyle, mesai arkadaşları İvan’ın ölüme tanık olmamışlar, ilk önce gazete haberi ile ölümü duymuşlar, cenazesine gitmek için kararsız kalmışlardır. Hukuk dairesine gelen bir gazetedeki haberle duyulan ölümün ardından, bir zamanlar herkesin hakkında konuştuğu bu adam yok olmuştur artık. Ölüm haberi ise şöyledir: “Praskovya Fyodorovna Golovina, sevgili eşi mahkeme üyesi İvan İlyiç Golovin’in 4 Şubat 1882 günü öldüğünü akraba ve dostlarına derin bir acıyla duyurur. Cenazesi Cuma öğle üzeri, saat 1’de kaldırılacaktır.”[6] Arkadaşları bu ölüm haberini o anda okurlar, olağan bir şekilde kendi içlerinde tartarlar. Cenazesine gitmek istemezler. Üstelik mesai arkadaşlarından biri içten içe boşalan yerlere geçmeyi ister. Öyle ki, dairede yükselmek isteyen arkadaşlarından Fyodor Vasilyeviç, “‘Ştabel’in ya da Vinnikov’un yerini herhalde bana verirler artık’ diye geçirdi aklından. Ta ne zaman verdikleri söz var. Bu terfi benim için nereden baksan yılık sekiz yüz ruble ek gelir demek… kalemden gelecek olanlar da cabası,”[7] diye içinden geçirir. Şunu da anlıyoruz, sadece İvan değil, ölüm söz konusu olduğunda başka kişilerin de işyerinde yeri tehlikededir. Bu da başkasının yerine geçme arzusunun dışavurumudur. İvan İlyiç’in ölümü arkadaşları için bir meslekî kariyer ve parasal açısından bir avantajdır. Bu avantaj ise, bir iktidar içgüdüsü olan “hayatta kalma”nın işaretidir. İnsanın doğasının basit bir veçhesidir bu. Romanda Tolstoy tam da burada şöyle yazar:
“Bu ölüm geride kalanlarda bir yandan memuriyetle ilgili olan yükselme, yer değiştirme hesaplarına yol açarken, bir yandan da ölenin yakın bir dost olduğu durumlarda hemen hep olduğu gibi ‘ölen ben değilim, o’ duygusundan kaynaklanan bir sevinç de yaratmıştı.
‘Ben ölmedim, o öldü’ düşüncesi geride kalan herkesin içinden geçti. İvan İlyiç’in dostları denen yakın tanıdıklar çevresini düşündüren bir başka şey de cenaze törenine katılmak gibi nezaket gereği yerine getirmeleri gereken can sıkıcı görevlerdi.”[8]
Yukarıdaki pasajda okunduğu gibi cenaze törenine gitmek “sıkıcı bir görevdir”. “Ben ölmedim, o öldü ya da ölen ben değilim, o” düşüncelerinin arkasında ise birey merkezlilikle beraber emniyet hissi vardır. Burada, bir haz kaynağı olarak gizlenmiş sevinmenin ortaya çıktığını düşünebiliriz. İvan’ın ölümünden sonra hayatta kalma arzusunun doyum hali yekpare bir gerçektir. Hele bir de kişinin kendisinin hayatta olduğu ve fakat arkadaşının öldüğü bir durumda ise. Romandaki karakterlerden olan Pyotr İvanoviç’in haletiruhiyesi ise bu durumda şöyledir:
“Üç gün boyunca gece gündüz acılar içinde kıvranmak, sonra da ölüm… Bu her an benim de başıma gelebilir… diye düşünüp dehşete kapıldı. Ama hemen sonra, nasıl olduğunu kendi de anlamadan, tüm bunların onun değil, İvan İlyiç’in başına geldiği, kendisinin başına asla böyle şeyler gelmeyeceği, gelemeyeceği… böyle düşünmenin kendine eziyetten başka bir şey olmadığı, […] şeklindeki bildik, olağan düşünceleri yardımına yetişti. Bu düşüncelerle rahatlayan Pyotr İvanoviç, büyük bir ilgiyle İvan İlyiç’in ölümüne ilişkin ayrıntılı sorular sormaya başladı: Ölüm İvan İlyiç’e özgü bir olgu, bir tek onun yaşayacağı bir şeymiş, kendisini hiç ilgilendirmiyormuş gibi.”[9]
Esasen, somut bir göndergesi vardır yukarıdaki pasajın: Freudyen öznenin dramı, İvan’ın “somut olarak ortadan kalkışı”, moral bir hakikat ortaya çıkartır. Suçluluk işlenen suçtan değil, (zaten ortada bir suç yoktur) ahlâki olarak suç Pyotr’un suçluluk bilincinden kaynaklanır. Tıpkı Karamazov Kardeşler’de Mitya’nın babasını öldürmek istemesi, düşünmesi, yok sayması gibi. Pyotr’un da burada kendini düşünerek idealleştirmesi İvan’ı ötelemesidir, açığa çıkan. Ama diğer yandan İvan’ın ölümünde kendi ölümünü görmesi. İşte suçlulukla beraber sorumluluk duygusunun da çatallandığı yer buradır. Bilinçdışının ayırt edici özellikleri olarak birbirine eklemlenen hisler, Pyotr’un ruhsal dışavurumunu sağlar. Buna göre Tolstoy’un dünyasında başkasının ölümü Freudyen bakış açısından sıyrılarak, yaratı eylemine dönüşür. Artık basit bir bilinçdışı unsura dayanmaz, başkasının ölümü. Bir taraftan olumlamayla bir taraftan olumsuzlamayla betimler Tolstoy, bunu. Şimdi ise romandaki cenaze töreni önem kazanır.
Cenaze törenin kısa özeti ise şöyledir: Pyotr İvanoviç (İvan İlyiç’in hukuk bürosundan en yakın arkadaşı) cenaze evine gelmek istemese de, yine de son görevini yerine getirmek için gelir, çünkü kendisini ona borçlu sayar. Pyotr, eve girdiğinde ortak arkadaşları olan Şwartz da merdivenlerden aşağı ona doğru iner. Şwartz bir an durur gibi yapar, Pyotr’u bekler. Pyotr, bunun akşam oynayacakları bir iskambil oyunu olan “wint” için olduğunu aklına getirir. Derken, Şwartz, merdivenlerden yukarı çıkan Pyotr’a ölünün yatılı olduğu odayı gösterir, ama onun da aklında akşam oynayacakları oyun vardır! Pyotor odaya girdiğinde, kasılır, haçlar çıkarır, yerlere eğilir, selam verir. Herkes karalar içinde ölünün başında ağlar, yas tutar. Ortalıkta bir sessizlik hâkimdir. Sessizlik, açılan kapı ve adım atan ayakların sesleriyle bölünür. Tam anlamıyla bir cenaze töreni ortamıyla karşı karşıyayızdır. Cenaze törenleri, yaşayanların hayatta kalmasına, yas tutmasına olanak sağlayan ortamlardır. Başkalarının ölümü açısından cenaze törenine gelenlerin yas tutarken varlık durumları sıkıntılı ve sınırlıdır. Yas tutanlar sadece tanıklarıdır ölümün. Tanıklar ölenler değil, hayatta kalanlardır. Çünkü ölü, kendisine sadece bakışla, bulunmakla ilişki kurulabileceğini onlara hatırlatır. İşte Ulus Baker’in anlattığı gibi ölüm burada ev içinde biçimlenir, kalır. Öte yandan, Heidegger’in de dediği gibi “ancak başkalarının can verişini sahici anlamda tecrübe edemeyiz, olsa olsa onların yanında oluruz sadece”.[10] Sadece sorumluluk duygusu taşıyan, hayatta kalan insanlar, cenazede içlerindeki hissettikleri suçlulukla bulunurlar. Freud’un da önceden gösterdiği gibi, bilinçdışı suçluluk duygusu gerçek ve somut bir şeye bağlıdır. Tolstoy’un dünyasında bir başkasının bilinci daima asgari düzeyde ortaya çıkar. Ölüm (bizatihi ölen kişi için ölüm) İvan’ın cesedi üzerinden görünür. Bir tarafta ölen kişi vardır, diğer tarafta ötekinin ayrıcalığı! Tekrar Freud’a dönersek “başkasının ölmesini isteme” arzusu kişide bilinçdışı/usdışı olarak işlev görür. Ama Tolstoy, Pyotr karakterine fail olarak yaklaşır, onu yaratıcı suç kavramının kaynağı olarak betimler. Öte yandan, sadece iyileşmeye karşı bir duruşla suçluluk gayet dilsizdir. Freud’un, Lacan’ın semptomatik okumaları gösterdi ki hiçbir arıza sabit değildir. İnsanın ruhunun kemikleşmiş ve şeyleşmiş yapıları sürekli bir şekilde bilinçdışı olarak ortaya çıkar. Bununla beraber insan ruhunda gayri idari olarak bilinçdışı, görüldüğü gibi başkasının ölmesini istemek konusunda belirleyici yapılar ortaya çıkartır. Bu da daha önce ifade ettiğimiz gibi sevilen bir kişinin ölmesinde diğer kişilerin ölen kişiye besledikleri “haset, düşmanlık, nefret” duyguları belirmesiyle olur. Zaten Tolstoy’un yapıtından yaptığımız alıntılarda bu duygu momentlerini bastırılmış şekilde görüyoruz. Yazının sonuna gelirken şunu söyleyebiliriz: İvan’ın trajik yazgısı onu bulunduğu ortamda bir şeye zorluyor, o da nihai ölüme. Bu bir memento mori’dir. Yani, ölümü ve ölmüşleri hatırla! Zaten, İvan İlyiç’in Ölümü’nün bize teskin ettiği de budur.
İvan İlyiç’in Ölümü’nü neden okumalıyız?
Kimin hangi romanı okuması gerektiğine veya okumak isteyip istemediğine yargı getirecek durumda değiliz. Ama şöyle bir şey diyebiliriz: Roman sanatının Cervantes’in Don Quijote eserinden beri geliştiği tarihsel süreç, Mihail Bahtin’den esinlenerek söylersek, biraz “orkestralama”dır.[11] Bu orkestralamaya ister erken dalalım, ister geç dalalım hiç fark etmez. Herhangi bir alan körlüğüne düşmemek için bu gereklidir. Kendimiz herhangi bir sınıfsal düzleme yakın değilsek bile en azından Rus burjuvazisinin 19. yüzyıldaki insan tiplerini görmek istersek, Sçedrin’in Golovlev Ailesi, Dostoyevski’nin Budala’sı, Gonçarov’un Oblomov’u ve üzerine eğildiğimiz Tolstoy’un İvan İlyiç’in Ölümü gibi romanları okumak gerekir. Nasıl ki, yaşadığımız çağda Shakespeare’in Hamlet’i bugün bize bir “şeyler” söylüyorsa, İvan İlyiç’in Ölümü de bize bir “şeyler” söyler. Bu bir “şeyler” eften püften şeyler değildir, gayet ciddi şeylerdir. İşte belki de bu yüzden de okumak gerekir İvan İlyiç’in Ölümü’nü. Yani bize, ölüme dair bir şeyler söylediği için. En önemlisi de kendimiz ve başkalarının ölümümüze dair şeyler söylediği için, okumalıyız.
Kaynaklar
Baker, U. (2015), Beyin Ekran, Birikim: İstanbul.
Freud, S. (2016), Totem ve Tabu, Say Yayınları: İstanbul.
Heidegger, M. (2011), Varlık ve Zaman, Agora: İstanbul.
Tolstoy, L. (2017), İvan İlyiç’in Ölümü, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları: İstanbul.
Steiner, G. (2015), Tolstoy mu Dostoyevski mi?, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları: İstanbul.
[1] Tolstoy mu Dostoyevski mi?, s. 276.
[2] Tolstoy mu Dostoyevski mi?, s. 276.
[3] Totem ve Tabu, s. 108.
[4] Totem ve Tabu, s. 108.
[5] Burada, “başkasının ölümünü isteme” dediğimizde basit anlamdaki bir eksik arzusundan bahsetmiyoruz.
[6] İvan İlyiç’in Ölümü, s. 1.
[7] İvan İlyiç’in Ölümü, s. 2.
[8] İvan İlyiç’in Ölümü, s. 3.
[9] İvan İlyiç’in Ölümü, s. 9.
[10] Varlık ve Zaman, s. 253.
[11] Orkestralamak: Bahtin’in müzik terminolojisinden ödünç aldığı en ünlü terim “polifonik” romandır ama bunun başlama aracı orkestralamadır. Müzik [“roman bir dönemin yaşamının ansiklopedisidir” tanımında içerildiği şekliyle] görme ediminden [Bahtin’in “roman dönemin tüm toplumsal seslerinin azami ölçüde eksiksiz kaydıdır” diyerek yaptığı yeniden tanımlamayla] işitme edimine geçme metaforudur.