Savaş ve Barış’ı Yeniden Okumak

Tolstoy, devasa yapıtı hakkında “sahte tevazu olmadan bu, İlyada gibi bir şey” derken Savaş ve Barış’ın en özlü tanımını yapmış, fakat aynı zamanda bir gerçeğe de, yüzlerce yıl kuşaktan kuşağa anlatılagelen sözlü edebiyatın savaş üzerine bu en büyük destanının yazılı edebiyattaki bir tür benzerinin kendi yapıtı olduğuna da işaret etmiş oluyordu.[1]

Gençliğinde Çarlık ordusunun subayı olarak önce Kafkasya’da, ardından Kırım’da savaşı yaşamış ve bu deneyimlerini ilk iki yapıtında anlatmış olan Tolstoy dev yapıtı Savaş ve Barış’a “barış” anlatısıyla, 1805’te Rus soylularının son huzurlu günlerinin anlatımıyla başlar. Rostov, Bolkonski, Bezuhov ve Kuragin adlı bu soylu ailelerin,  Petersburg salonlarında, Moskova’nın soylu evleri ve Rus eyaletlerindeki malikânelerde geçen gündelik yaşamları sergilenir. Soyluların ve sivil-asker üst yöneticilerin “barış” içindeki bu yaşamları en küçük ayrıntılarıyla ve olağanüstü bir canlılıkla anlatılır. Merkezî aktörler vasıtasıyla geleneksel soylu ailelerin üyelerinin sosyal, politik ve askerî liderlik pozisyonlarını, yönetici mevkileri nasıl işgal ettiği ve Petersburg ve Moskova metropollerinde ve ayrıca kırsal kesimde toplumsal yaşamı nasıl belirlediği gösterilir. Bu çevrelerce sık sık “evlilik piyasası” işlevi de dahil olmak üzere ilişkilerin beslenip şekillendirildiği balolar, partiler ve diğer kutlamalar düzenlenir ve bu tür “sosyal” faaliyetlerde servet ve itibar ölçülür, tartılır ve kendi servetini ve itibarını artırmak için kimin kiminle ilişki kurması gerektiği konusunda müzakere edilir. Napolyon savaşları sırasında Fransız özentili ‒“Avrupalılaşmış”‒ Rus soyluları aralarında sık sık Fransızca konuşurlar; zira Büyük Katerina döneminde yüksek sosyete dili Almancanın yerini Fransızca almıştır. Soylular savaştan sonra Moskova salonlarında yalnız Rusça konuşma kararı alırlar, yanlışlıkla Fransızca konuşanlar, oluşturulan bağış komitesine “ceza” ödeyecektir. Ancak bu soylular Fransız kültürünün o denli etkisi altındadırlar ki bunlardan bazıları Rusça konuşurken, kimi zaman söyleyeceklerine Rusça karşılık bulmakta bir hayli zorlanırlar ve ağızlarından çıkan Fransızca sözcükler için para cezası ödemek zorunda kalırlar.

Tolstoy bu başyapıtında on civarında ana karaktere ve yüzlerce yan karaktere yer verir. Tolstoy’un büyük sanatçı yeteneği bu canlı karakterlerin çiziminde olduğu gibi Rus soylularının davet ve kutlamalarının, baloların, kızakla kaymaların, kâh bir avın, kâh bir opera ziyaretinin, İngiliz kulübü ve mason toplantılarının, yarış ve düelloların, doğum ve ölüm sahnelerinin ve doğa görünümlerinin tasvir edilmesinde de çok belirgindir. Her ne kadar Napolyon’un Rus tarafındaki siyasi dengi Çar I. Aleksandr ise de askerî bakımdan Rus cephesindeki hasmı General Kutuzov’dur. Romanın “savaş” anlatısı, Rus ordusunun 1805 yılı sonunda Avusturya güçleriyle birlikte Napolyon ordularıyla yaptığı Austerlitz muharebesiyle başlar ve bu anlatı Rus başkomutanı General Mihail Kutuzov ile Napolyon Bonapart’ın karşı karşıya geldiği ve Napolyon savaşları olarak bilinen Borodino ve Tarutino’da yapılan Rus-Fransız savaşlarıyla romanda giderek daha fazla yer tutar. General Kutuzov sade, mütevazı kişiliğiyle Avrupalıların genelde oluşturduğu kahraman tipine uymaz. Ancak ahlâki yüceliğine işaret edilen Kutuzov, çıkar çevrelerinin gözden düşürme çabaları sonucunda suçlu konumuna düşürülür. Tolstoy bu durumu büyük adamların trajedisi olarak yorumlamıştır. Diğer taraftan tarihsel olarak önemli bir işlevi olan Napolyon, savaşla ilgili her sohbette adı mutlaka geçmekle birlikte romanda birçok bakımdan önemsiz bir figürdür. Romanda göründüğü birkaç pasajda kendisini ve savaştaki rolünü abartan bir kişi olarak betimlenmiştir. Lenin’in “Rus devriminin aynası“ diye adlandırdığı ve Gorki’nin “gözlerinde yüzlerce göz barındırır” dediği büyük gerçekçi Tolstoy, bu yapıtında nedense Napolyon’u yer yer gülünçleştirip bir hayli karikatürleştirerek anlatır. Ayrıca onun Napolyon’u, karakter olarak doğruluk, doğallık ve içtenlik gibi romanın diğer kahramanlarının sahip olduğu erdemlerden de yoksundur. Anton Çehov, Napolyon’un bu tasvirini bir eksiklik olarak görecek ve şöyle yazacaktır:

Her gece kalkıp Savaş ve Barış’ı okuyorum. Öyle bir ilgiyle, öyle saf bir hayretle okuyorum ki sanki bana romanı daha önce okumamışım gibi geliyor. Bu harika! Ama Napolyon’un göründüğü pasajlar hiç hoşuma gitmiyor. Napolyon’dan söz edildiğinde, onun gerçekte olduğundan daha aptal olduğunu kanıtlamak için eften püften bahaneler bulunup her yola başvuruluyor. Piyer’in, Prens Andrey’in veya çok önemsiz Nikolay Rostov’un bile yaptığı her şey ‒ tüm bunlar akıllı, doğal ve özverili; fakat Napolyon’un düşünüp yaptığı her şey yapmacık, akılsızca, kibirli ve önemsiz.[2]

Tolstoy tarlada çift sürerken, Repin (1887)

Lukacs’ın “ne yazdıysa Rusya’da ‘iki ulus’ arasındaki; köylülerle toprak sahipleri arasındaki amansız bölünmeyi anlatmıştır hep” dediği Tolstoy’un bu romanında da insan olarak öne çıkan figürü Platon Karatayev de aslında bir “mujik” olup ilerlemiş yaşına rağmen ormanda kaçak ağaç kestiği için ceza olarak hâlâ orduda er olarak tutulur. Romanın önemli karakterlerinden Piyer Bezuhov’la, Fransız esir kampında tanışmasıyla romana girer. O, “bir Rus’ta iyi ve cana yakın ne varsa hepsinin canlı bir ifadesi”dir. “Büyük ve derin fikirleri” aydınlarda değil de sıradan köylülerde bulan Tolstoy, felsefenin büyük ismini verdiği bu köylü kahramanını, o Rus halkına özgü “büyük ve derin fikirlerin” de gerçek sahibi yapar. Din onun için doğal bir ihtiyaçtır. Her akşam yattığında “Tanrım, şimdi bir taş gibi yatır; sabah da has ekmek gibi kaldır!” diye dua eder. Şarkı söylediği zaman, dinlendiklerini bilen şarkıcılar gibi değil, “kuşların şakıdığı gibi” şarkı söyler.

Ancak Platon karakterinin düşünce dünyasında ortaya çıkan çelişkiler, ne maddeci ve idealist görüşleri kendince harmanlayarak benimseyen Tolstoy’un düşünce dünyasındaki çelişkilerden ne de o dönemin Rus toplumunun çelişkilerinden ayrı düşünülebilir. Lenin “köylü devriminin sanattaki aynası” olarak gördüğü Tolstoy’un düşünce dünyasındaki bu çelişkili yanı hep vurgulamıştır: “Tolstoy’un görüşlerindeki çelişkiler … köylülüğün devrimimizdeki tarihi etkinliğinin yer aldığı çelişkili koşulların gerçek bir aynasıdır.”[3]

Romanın bir başka önemli karakteri Prens Andrey Bolkonski 1805’te Austerlitz yakınlarında yaralandığında kendini bir savaş kahramanı olarak görmez; o sırada ne Çar’ı ne de vatanını düşünür; fakat üzerinde ölçülemeyecek kadar büyük ve yüksek olan gökyüzünü görmekten mutlu olur:

Başının üstünde artık gökyüzünden başka bir şey yoktu: yavaş yavaş kayan kurşuni bulutlarıyla, bulanık ama yine de ölçülemeyecek kadar yüksek bir gökyüzü. "Ne sessiz, ne sakin, ne azametli, hiç de koştuğum zamanki gibi değil," diye düşünüyordu, "hiç de koştuğumuz, bağrıştığımız, dövüştüğümüz zamanki gibi değil; Fransız'la topçunun öfkeli ve korkmuş yüzlerle tomarı çekiştirdikleri zamanki gibi değil; bu yüksek, sonsuz gökyüzünde bulutlar hiç de öyle kaymıyor. Nasıl olmuş da ben bu yüksek gökyüzünü daha önce görmemişim? Sonunda onu görebildiğim için öyle mutluyum ki. Evet! Bu sonsuz gökyüzünden başka her şey boş, her şey yalan. Ondan başka hiçbir şey, hiçbir şey yok. Fakat hatta o da yok, hiçbir şey yok, sessizlikten, sessizliğe ulaşmaktan başka. Tanrı'ya şükür.[4]

“Bu sonsuz gökyüzünden başka her şey boş, her şey yalan,” diyen Andrey, aslında daha Borodino’dan önce savaşın “hayattaki en korkunç şey” olduğunu anlamıştır. Ona göre en çok insanı öldüren, en büyük ödülü alıyor ve ardından Şükran Duası okuyordu. “Tanrı onları oradan nasıl izleyip işitebilir!”

Doğa betimlemeleri neredeyse benzersiz olan Tolstoy’un kahramanları yaşanan süre içinde ve yaşadıklarıyla sürekli gelişirler, derinleşirler ve varoluşun anlamını ararlar. Bu durum her şeyden önce gerçek bir başkahraman olmayan romanda ana karakterin rolünü oynama olasılığı en yüksek kişi olan Piyer Bezuhov için geçerlidir. Tolstoy yaşamındaki anlam arayışını ve yaşam felsefesini en çok onun omuzlarına yükler. Öyle ki Stefan Zweig, kaleme aldığı o harikulade Tolstoy portresinde şöyle yazacaktır: “Savaş ve Barış’taki düşünceli ağırbaşlı Piyer Bezuhov … fizik yapılarına kadar bunalımdan önceki Tolstoy’un tıpatıp aynısıdır…”[5] Roman boyunca, her zaman doğru zamanda ve doğru yerde sendeleyerek ilerlerken, bazı açılardan peri masalındaki korkuyu öğrenmek için yola çıkan çocuğu andırır. Umurunda olmayan büyük servetler ona düşer, birçok macera ve deneme yaşar, bazı yanlış yollarda kaybolur ve sonunda güzel prenses Nataşa Rostova’nın aşkını bile kazanır.

Tolstoy’un bu yapıtı kaleme alırken başlıca kaygılarından birinin kahramanlık, fedakârlık, vatan sevgisi ve benzeri resmî anlatıları, bireysel aktörlerin çıkarlarının hâkim olduğu bir gerçeklikle karşılaştırmak ve kahramanlık mitini etkisiz hale getirmek olduğu söylenebilir. Romanda önemli bir odak noktası Napolyon Bonaparte figürüdür ve kendisini Fransa İmparatoru ilan eden bu figürün askerî ve siyasi bakımdan oynadığı roldür. Belki de Napolyon efsanesinin büyüsünün bozulması ya da en azından onun rastlantı ile deha arasında göreceleştirilmesi yapıtın temel dertlerindendir. Tolstoy Napolyon figürünü ele alırken onun büyüklüğü ve dehası hayalini dünyaya yayan tarihçi topluluğuyla da hesaplaşır: Tarihi büyük adamlar yapar, deniyordu uzun bir süre. Bu idealist tarih anlayışına göre bir yandan “büyük adamların tarih yazdığı” ileri sürülürken bir yandan da savaşlar dahil, olan biten tüm siyasal ve toplumsal olayların kaçınılmaz bir yazgı olduğu sonucuna varılır. Böylesi idealist bir tarih anlayışı üzerine temellendirilen tarih anlatımına karşı Bertolt Brecht’in yönelttiği “okuyan bir işçinin soruları”ndan ikisi şöyledir: “Genç İskender Hindistan'ı fethetti. Yalnız mıydı? Sezar Galyalıları yendi. Bir aşçı olsun yok muydu yanında?”

Savaş ve Barış’ın yukarıda değinildiği gibi birçok yönüyle Napolyon dahil kahramanlarının gerçekte anti-kahraman olduğu söylenebilir. Susan Sontag da tuttuğu günlüklerinde buna işaret eder. 20 Ekim 1956 tarihinde Tolstoy’un Savaş ve Barış’ı hakkında günlüğüne şunları yazıyor:

ana konusu: anti-kahramanlık destanının varlığını sürdürmesi

ulusal ölçekte anti-kahraman Kutuzov, Napoleon’a karşı zafer kazanıyor

bireysel ölçekte anti-kahraman Pierre, baş kahraman Andrey’e üstün geliyor.[6]

Savaş ve barışın insanlık tarihi içinde kapladığı sürelere bakıldığında son 3.500 yılın 3.250 yılında savaş, sadece 250 yılında barış yaşandığı görülüyor: On üç yıllık savaşın ardından sadece bir barış yılı. Ayrıca 1823’ten 2003’e kadar devletlerarasındaki “savaş korelasyonları” başlıklı bir çalışmada da yeryüzünde bir savaşın patlak vermesi için geçen sürenin 1,9 yıl olduğu saptanmıştır. Kuşkusuz savaş, halklar birbirini boğazlamak istediği için çıkıyor değil, tam tersine bir avuç muktedir, ekonomik ve siyasal sorunlarına savaş yoluyla “çözüm” bulmak istediği için çıkıyor. Oysa savaşta kazanacak hiçbir şeyi olmayan ama başta yaşamları olmak üzere kaybedecek çok şeyi olan insanlar, nüfusun halkı oluşturan ezici çoğunluğudur. Ve bu, tüm ülkeler ve halklar için geçerlidir. Sözgelimi Ruslar, sıradan Rus halkı, savaşı en az Amerikalılar, Japonlar, İtalyanlar, Almanlar veya Ukraynalılar kadar istemez. Hiçbir insanın kendisini diğerlerinden ayıracak bir savaş geni ya da barış geni yoktur. Tarih boyunca çoğunluğun acı çekmesine her zaman azınlığın ekonomik ve politik çıkarları neden olmuştur. Marx Kapital’de “Eğer para Augier’in dediği gibi, ‘dünyaya bir yanağında doğuştan kan lekesiyle geliyorsa’, sermaye tepeden tırnağa her gözeneğinden kan ve pislik damlayarak geliyor,” dedikten sonra yer verdiği bir dipnotunda sermayenin artan kâr oranlarıyla birlikte neleri göze alabileceğini şöyle ifade ediyor:

Sermaye, kâr olmadığı zaman ya da az kâr edildiği zaman hiç hoşnut olmaz, tıpkı eskiden doğanın boşluktan hoşlanmadığının söylenmesi gibi. Yeterli kâr olunca sermayeye bir cesaret gelir. Güvenli bir yüzde on kâr ile her yerde çalışmaya razıdır; (…) yüzde 100, bütün insani yasaları ayaklar altına aldırır; yüzde 300 kâr ile sahibini astırma olasılığı bile olsa, işlemeyeceği cinayet, atılmayacağı tehlike yoktur. Eğer kargaşalık ve kavga kâr getirecekse, bunları rahatça teşvik eder.[7]


[1] Bu başyapıt Türkçeye İkinci Dünya Savaşı yıllarında Nâzım Hikmet ve Zeki Baştımar tarafından çevrilmiş ve Maarif Vekâleti tarafından Harb ve Sulh adıyla yayımlanmıştır. Nâzım Hikmet bu yapıtın çevirisine Ocak 1943’te Bursa cezaevinde başlamış, o sırada “dışarıda” bulunan ve ileride TKP Genel Sekreteri olacak Zeki Baştımar da 1944 yılında çeviriye devam ettiği sırada tutuklanarak cezaevine girmiştir. Bu metin kimi değişiklikler yapılarak 2010 yılında Can Yayınları tarafından Savaş ve Barış adıyla yeniden yayımlanmıştır. Ayrıca İletişim Yayınları (çev. Leyla Soykut, 2 cilt, 1822 sayfa) ve Yordam Kitap (çev. Mete Ergin, 4 cilt, 2048 sayfa) da bu romanı yayımlamıştır.

[2] Dimitri Sorokine, Napoléon dans la literatture russe (Rus Edebiyatında Napolyon), Paris, 1974, s. 259; Peter Dürmüller, “Napoleon in Krieg und Frieden”, 30 Haziran 2008, s. 8.

[3] G. Lukacs, Avrupa Gerçekçiliği, çev. Mehmet H. Doğan, Payel Yayınları, Ocak 1977, s. 190.

[4] Lev Tolstoy, Savaş ve Barış, çev. Zeki Baştımar ve Nâzım Hikmet, Can Yayınları, s. 221.

[5] Stefan Zweig, Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar, çev. Gülperi Sert, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, s. 311.

[6] Susan Sontag, Yeniden Doğan Günlükler ve Defterler 1947-1963, çev. Begüm Kovulmaz, Agora Kitaplığı, 2013, s. 83.

[7] K. Marx, Kapital (Birinci Cilt), çev. Alaattin Bilgi, Sol Yayınları, 1975, s. 801.