Yirminci yüzyılın ikinci yarısından geriye doğru baktığımızda, kaba bir hesapla, son iki yüz- üç yüz yılı, insanlığın genel anlamda bilgilenmek, özgürleşmek, eşitlenmek, adalet arzusuna karşılık bulmak, yerel ve genel despotik yapılara karşı korunmak ve elbette her konuda ilerlemek ve karanlık geçmişin tasallutundan kurtulmak için yoğun bir uğraş içinde olduğunu ve başkaldırılarda bulunduğunu görürüz. Bu mücadele pratikleri sonuçta başat öznelerin arzu ettikleri hedefler açısından başarılı olsun veya akamete uğrasın en nihayetinde ideal anlamda bir barışa, huzura, güvene ve eşitliğe izin vermemiştir. En azından mücadele içinde yer alan kimi özneler açısından, öngörülen değişimler özgürlükçü bir fırsat sunmamıştır. Çünkü bütün bu amaçlar uğruna geliştirilen siyasal mücadelelerin kurtuluş reçetelerinin, özünde, kendi içlerinde barındırdıkları her bir öteki için de bir kurtuluş vaadi taşımadığı ortaya çıkmıştır. Aksine, içlerindeki ötekileri, farklılıkları genelin tabiatına uydurmaya, nihai hedefler için araçsallaştırmaya, başat olana benzeştirmeye ve daha da ilerisi bu yolla eritip yok etmeye çalışmışlardır. Bahsi geçen mücadele dönemlerinde, mücadelenin başat unsurlarının kurtuluşa dair sunduğu özgürlük, eşitlik, adalet vaadi doğrultusunda ne tekil olarak insanı ne de çeşitli grupları somut varlık haliyle olduğu gibi tanımlayabildiğini, bütün bileşenlerini bir ve genel bir tanımından hareketle farklılıkları içermeyen ortak bir tanımın içine sıkıştırdıklarını görüyoruz. Kurtuluş bir millet, bir halk, bir sınıf, bir etnik grup, hatta bir cins için tasarlandığında bütün bu yapıların da kendi içlerinde tanınmaya veya görülmeye muhtaç “ötekiler”, farklı düşünen ve yaşayan insan ve gruplar barındırdığı göz ardı edilmiştir. Bu açıdan kendi içinde genel ve kapsayıcı bir uzlaşmaya dayanan eşitlik, özgürlük, adalete dair hâkim fiil ve düşünceler, ilkeler her bir ötekinin, farklı olanın birbirine indirgenemez niteliğiyle uyuşmamıştır. Uyuşamadığı her nokta ise ötekinin tam da baskılanıp silinmeye, başat olana benzeştirilmeye çalışıldığı özniteliğine ait farklılıkları olmuştur.
Yüzyıllar boyunca ilerici bir saikle hareket ettiği düşünülen kurtuluşçu siyasal-toplumsal mücadele organizasyonlarının dahi öteki ve farklı olana dair bakarkör olduğu bir zeminde, otoriter devlet yapılarının ve toplumların içinde beliren tahakkümcü başat yapıların, öteki olana, farklılıklara hiç tahammül etmediği ve hayat hakkı tanımadığı yoğun acılarla tecrübe edildi. Yirminci yüzyılın ikinci yarısından sonra, içlerindeki öteki ve farklı olana kör, ancak genelin idealleriyle örtüşmüş soyut bir kurtuluş vaadi sunan görece özgürlükçü hareketler yerine, mücadele alanlarında cılız sesleriyle yer almaya başlayan küçük LGBT grupların veya bireylerin, kadın hakları savunucularının, etnik, dinsel, kültürel ve çevreci hak savunucusu grup ve bireylerin, kendilerine dair daha somut, güncel pratiklerle uyumlu bir özgürlük ve yaşam hakkı talebiyle karşılaşıldı. Bu içerikteki yeni mücadele ihtiyacı, gerek tekil olarak bireylerin gerek etnik-dinsel-cinsel grupların kendi farklılıklarını dışlayan, kendilerini sistemin dışında bırakan, örseleyen ve hiçleştiren siyasal-ideolojik örgütlenme ve mücadele pratiklerinin yarattığı derin hayal kırıklıkları ve dayattıkları çözümsüzlükler sonucu doğmuştur. Öteki etiketi taşıyan her birey ve grup, en doğru yöntemin en önce doğrudan kendi haklarına yönelik taleplerde bulunmak olduğuna inanmış ve bu yolda örgütlenmeye çalışmıştır. Zira büyük ve genel bir mücadele zeminine yerleştiklerinde, o zeminin başat güçlerince silik ve görünmez kılındıklarını tecrübe etmişlerdir. Ancak ötekileştirilmiş grup, birey ve organizasyonlar, her meydana çıktıklarında, kendilerine hayatın içinde yer açmaya çalıştıklarında hem devlet gücünün hem de küçük tahakkümcü yapıların cebrine maruz kalmışlardır. Baskının yönü, güçlü bir biçimde öteki ve farklı olanın ayırt edici niteliklerini yok etmeye, silikleştirmeye ve genelin karakterine benzeştirmeye çalışmak yönünde olmuştur. Bu süreçler boyunca gerek doğrudan devletin türlü baskı mekanizmalarının gerek özünde devlet güdümünde ancak görece özerk küçük despotik yapıların benzerlikleri, farklılıkları yok etmeyi devletin-milletin birliği, bütünlüğü ve bekası ile ilişkilendirdiği gözlemlenmiştir. Bu fiiller, öteki ve farklı olanın sistemli bir biçimde kriminalize edildiği pratiklerle de paralel geliştirilmiş, hız ve yoğunluk kazanmıştır. Oysa bu yeni siyasal-politik-etik mücadele alanında güçlü bir şekilde beliren duygu, her tür çoğulculuğa açık yeni bir dünya tasavvurudur. Bu yeni mücadele öznelerinin beklentisi, öteki ve farklı olanın, kurucu sistemlerin başat unsurlarınca meşruiyet alanının dışına çıkarılmaması, sistemin kötücül cebrine maruz bırakılmaması, irrasyonel ilan edilmemesi, ütopik ve anlamsız etiketleriyle fikrî ve pratik alandan zor yoluyla uzaklaştırılmaması ve sonuçta öznitelikleriyle var olma hallerine dokunulmamasıdır.
Küreselleşmeci, ultra kapitalist yeni dünya düzeninde bütün bu farklı olanlar/ötekinin tanımı içinde kalanlar bir yandan kapitalizmin küresel düzlemde tek tipleştiren, benzeştiren, farklılıkları asimile eden, kimliksiz, kişiliksiz, mekanik ve robotik tüketici insan modeli yaratma noktasındaki baskısıyla, bir taraftan da geç modernleşme problemi içindeki despotik, otoriter, faşizan siyasal sistemlerin farklılıklara, ötekilere tümüyle kapalı şedit uygulamalarıyla karşılaşmışlardır. Bu despotik sistemler, bütün akli yeteneklerini farklılıkları bularak silme, benzeştirme veya yok etme yönünde kullanabilmişlerdir. Kendini görünür kılan, ifade etmeye ve yaşamaya çalışan her bir öteki ve genelden türlü yönleriyle farklı olan siyasal-politik-etik ve kültürel yaşamsal hücre, devletin ve genele ait bünyenin gövdesinde beliren kanser hücreleri gibi algılanmış ve saldırıya uğramıştır. Farklılık ve ötekilik niteliğine sahip her canlı hücre ya bünyeden cebir yoluyla sökülüp atılmaya çalışılmış ya çoğunluğun hücrelerince baskı altına alınarak işlevsizleştirilmeye, kendine benzetilmeye çalışılmıştır. Bu bağlamda medya da güçlü bir araç olarak bu başat yapıların olduklarından daha fazla görünür olması için devreye sokulmuştur. Medya başat yapılara içkin gerçeklikleri sürekli tekrarlayarak ve tanımlayarak doğal görünümlü bir seçilim yanılgısı yaratmaya çalışmıştır. Bütün bunları gerek görsel gerek dilsel edimler yoluyla bilinçli bir şekilde kurmuş, farklı ve öteki olanı bir suç algısı içinde aşırılık-akıldışılık, anormallik, irrasyonellik etiketiyle işaretlemiştir. Bu anlamlandırma pratiğinde her tür çoğulcu yapıyı örseleyen, yok sayan, benzeştiren ve hiçleştiren bir genel eğilim görülür.
Edmund Burke, insanın doğal yapısında daha çok benzerlik bulma arayışı olduğunu iddia eder: “İnsan zihninin doğası gereği çok daha zevkle ve şevkle yaptığı iş, farklılıkları aramaktan ziyade, benzerlikleri arayıp bulmaktır” (Yüce ve Güzel Kavramlarının Kaynağı Hakkında Felsefi Bir Soruşturma, BilgeSu, Ankara, çev. M. Barış Gümüşbaş, 2008, s. 22). Düşünüre katılmamak mümkün görünmüyor. Çünkü ayrımlar, farklılıklar üzerinde durmak, zor ve meşakkatli bir iştir. Benzerlik kurmak hem kolay hem de haz vericidir. Zira ayrıksıya/ötekiye/farklı olana ait ayrıntılarda saklı bilgiye, duyguya, deneyime sahip olmak için düşünmek, aramak, incelemek, bilgiyi sürekli yenilemek, kısacası yorulmak gerekir. Genel görüntünün aldatıcı, yanıltıcı olduğunu düşünmek, bunlara dair kuşkular taşımak ve tasarlamak yorucudur, zahmetli ve huzur bozucudur. Kuşku yorar, inanç huzur ve konfor sağlar. Farklı olanın, ötekinin doğasına dair bilgi edinme süreci, gözlem, deneyim, kavramlar oluşturma ve bu kavramları sınıflandırma, ayırt edici özellikler üzerinde tek tek durma uzun ve sabır gerektiren bir iştir. Oysa benzerlik bulmak zahmet istemez. İki şey arasında ilk göze çarpan ve en kolay erişilen nitelikler üzerinden bir benzeşim ilişkisi kurarsınız ve artık o iki şeye sadece benzeştikleri ortak noktalar üzerinden anlam ve nitelik yüklemesi yapar, amaçlarınız doğrultusunda da o şeyleri işlevselleştirirsiniz. Çünkü benzerlik kurduğunuz, benzeştirmeye çabaladığınız iki şey arasında artık genel bir uyuşum sağlamış ve fikrî, duygusal huzura ermişsinizdir. Dolayısıyla benzer bulduğunuz veya benzeştirdiğiniz şeylerin ayırt edici özellikleri, ayrıntılarda gizli nitelikleri artık sizi ilgilendirmez. Benzerlik kurulduğunda veya şeylerden güçsüz olan güçlü olana benzeştirildiğinde bu, genel ve herkesçe paylaşılan bir bilgiye dönüşecektir, ortak bir haz da yaratacaktır. Ancak bu faaliyet her zaman benzeşen iki unsur arasında güçlü olanın lehine gelişir. Bu bilgi ve yeti özel ve zahmetli bir bilgilenme süreci gerektirmez çünkü daha çok gözleme ve deneyime dayalıdır. Öteki ve farklı olana ait bilgiye eğilmek, onu görmek, tanımlamak, kavramsallaştırmak için genele ait olmayan bir bilgi farkı yaratmanız gerekir ki bu da özellikle bizim de içinde olduğumuz geç modernleşmiş toplumların hiç de üstlenmeyecekleri bir zihnî ve ahlâki çaba demektir.
Bu toplumların sadece siyasal, ideolojik düzlemde değil, kültürel ve sanatsal düzlemde de benzeştirmeler üzerinden gerici, yoz, ilerlemeye kapalı bir düşünsel konfora yaslandıklarını gözlemleyebiliriz. Benzeştirmenin imgelemi rahatlatan, okşayan, ona hoşluk veren hazza dayalı, kolaycı yapısı âdeta sihirli bir araca dönüştürülmüş ve yaşamın her alanına sirayet ettirilmiştir. Zira benzeştirme ve benzerlik kurma duygusu ortak bir kanı ve inanca dönüşür; bu da inanmanın konformizmine alışık toplumlara huzur verir. Çünkü inanma yerine şüphecilik, öteki ve ayrıksı olana dair bir bilme ve merak duygusu yaratacaktır ki bu da sözünü ettiğimiz toplumların hiç işine gelmez. Ayrıca farklı olanın bilgisine erişmek istemek, aynı zamanda onu tanımak/tanımlamak ve ona hayat hakkı tanımayı da gerektireceğinden, bu yola asla tenezzül edilmez. Elbette benzeştirmenin tek amacı bu değildir. Farklı ve öteki olanın, genelin var olma biçimine karşı bir tehdit, bir tahrik, bir nifak ve dirlik düzen bozucu unsur olarak algılanması da benzeştirerek farklı olandan kurtulmaya çalışmanın motivasyonlarından biridir.
Toplumumuz ve siyasal sistemimiz açısından düşünüldüğünde, son yüzyılı, bünyemizde bulunan bütün farklılıkları türlü yöntemlerle hâkim olana benzetmeye çalışmakla geçirdiğimizi, bütün mesaimizi, birikimimizi buna ayırdığımızı dehşet içinde idrak edebiliyoruz. Bu tahakkümcü siyasi yapılar, sadece günümüzde farklı olanı başat yapılara benzetmekle kalmazlar, tarihî hafızanın derinliklerinde kazılara girişirler ve bu topraklarda yaşamış olan diğer bütün halkların, ulusların, uygarlıkların aslında kendilerine ait olduklarını iddia ederler. Öyle ki tarihin tozlu sayfalarında gördükleri en küçük farklı bir rengin, dokunun, biçimin dahi kendilerine benzeştirme siyasetinden azade olmasına izin vermezler. Geçmişte veya bugün hiçbir şey farklılıklarıyla kendisi olarak kalamaz. Bunu yaparken çoğunlukla benzerlik icadına girişirler. Zira benzerlik bulma üzerinden iğfal edilen bilimsel gerçekleri saptırma girişimleri, benzerlik yoksa da bunu icat etmeyi gerekli kılmıştır. Bu benzetme hırsı, benzetmecilerin imgeleminde, temsilin, aslına olan benzerliği oranında hastalıklı bir haz yaratır. O derece ki neredeyse imgelemlerinin, asıl olarak kendileri ve temsil öğesi arasında bir benzerlik kuramayan ya da bulamayan hiçbir faaliyetinden haz almazlar ve bundan mutsuz olurlar. Bu çeşit güçlü benzetme faaliyetleri, öteki üzerinde dayanılmaz bir basınç yaratır ve hem öteki hem de genel olarak toplumda bu benzetme ve benzeşme Nietzsche’nin deyişiyle bir toplumsal zorunluluk olarak algılanıp hâkim ideolojinin güdümünde bir “dava”ya dönüştürülür. Bu basıncın öteki olanda ve genel olarak toplumda, davaya katılmanın, ona ortak olmanın yarattığı enerjiye karşı direnmek yerine, gönüllü olarak “dava”nın rüzgârına kapılmanın daha kolay olacağı algısı yarattığı da bir vakıadır. Bu da benzetme politikasının her zaman doğrudan uygulanmayıp dolaylı yollardan da uygulandığı anlamına gelir. Değişme ve hâkim olana benzeme fiilinin öznenin rızasına dayanıyormuş gibi görünmesi bundandır. Bu benzetme güdüsünün, günümüzde hâlâ histerik bir ruh haliyle sürüyor olduğunu görmek elbette umutsuzluk verici ve gelecek açısından endişe vericidir.
Sonuç itibarıyla benzeştirmenin bu toplumlar ve sistemler için dayanılmaz, karşı konulmaz bir hafifliği vardır. Bu yüzden farklı ve öteki olana karşı hiçbir tahammülleri yoktur, gerek bireyler, gerek toplum, gerekse başat siyasal ve ideolojik yapılar farklılıkları benzeştirerek yok etmek üzere programlanmış gibidir.