"Muhteşem şehirlere ve limanlara, kazanılan servetlere, görkemli evlerin ve sarayların yapımına, aile soyağaçlarının kenarına, yağmanın ortasına, dünyanın zenginliğini imparatorluğun ihtişamının ispatı olarak sunan sergilere, heykeli dikilmiş kahramanların saklı tutulan hikâyelerine, gizli kalmış kişisel günlüklere, hatta İngilizliğin kurucu anlatılarından olan iki Dünya Savaşı'ndaki [kahramanlıklara], dilsiz bırakılmış ve unutulmuş Öteki'nin gölgesi düşer."[1]
(Stuart Hall)
“Güneşin batmadığı İmparatorluk” İngiltere’nin sınırları dışında var olan toplumlara, özellikle de aynı kıtayı paylaşmıyorlarsa, güneşi hissetme şansı vermediği bir dönemi yaşadı bu dünya. Bu dönem kolonyal dönem olarak da adlandırılan sömürgecilik yüzyılıydı. Dünya keşfedilmesi ve ele geçirilmesi gereken bir yer olarak görülüyor ve aslında tam anlamıyla talan ediliyordu. Sömürgecilik ideolojisi, işgal edilen toplumlara “refah ve medeniyet” götüreceği algısı yaratarak talanı haklı göstermeye çalışıyordu. Ancak sömürgecilik ideolojisinin temelini hammadde ihtiyacı, ürünlerin tüketimini arttırma ve daha fazla üretim için insan gücü sağlama oluşturuyordu. Unuttukları çok önemli iki şey vardı: ötekinin yaşamsal varlığı ve onların kültürleri.
Ötekiler, Batı’nın medeni icatları ile karşılaştıklarında iş işten çoktan geçmişti. “Keşif” için toplumları lime lime edildiğinde ise -ki bu parçalanma, ötekinin kültürünü yazma, tanımlama, anlatma ve hatta tekrar yaratma (kültür-tarih yazımı) ile gerçekleşiyordu- onlarla savaşmanın zorluğunun farkına vardılar. Bunun tek yolunun, onlar gibi savaşmak olduğunu öğrendiler. Kuşatma topla, tüfekle olamayacaktı. Kültüre adapte olarak, entegre gibi görünerek, iş ve kültür piyasasında bir yer edinerek ve kapitalist kültürün kendi argümanlarını kullanarak gerçekleşecekti. Bu sefer onlar, Bauman’ın sözüyle, “modernleşmenin altında ezildikleri için yine aynı sömürgecilerin iç ekonomilerindeki açıklarında yuva kurma ihtimaliyle” yola çıktılar.
Yıllar geçtikçe yarattıkları ötekilerin kendi medeniyetlerinin vazgeçilmezleri olacağına kim inanırdı. Bütün kimlikleri yeniden yorumlayarak tanımlayan, kavramsal ve tartışmaya açık bir perspektif yaratarak ötekileri “özne” gibi gösterip nesneleştiren bir ana akım İngiliz kültürel, toplumsal, siyasal ve ekonomik kurumlar ideolojisi oluşturulmuştu. Keşfettiği toprakların hazin tarihini “muhteşem atmosferler” yaratarak müzelerinde seyirlik bir eşya gibi sergileyen İngiltere “ötekileri” kendi ideoloji çerçevesinde tanımladı, sınıflandırdı ve hatta kaydetti. Çoğunluk üzerinden tanımlanmış “azınlık olarak ötekilik” sınıfını yarattı. Etnik köken, din ve ırk ile işaretlenen “beyaz olmayan”lar, Afrika, Ortadoğu, Çin, Latin Amerika kökenlilerdi. Ve resmî ideoloji istediği “ötekileri” İngiliz yaptı, istemediklerini sınırdışı etti. 1950’lerden itibaren ise bütün bu tarihsel, sosyal ve kültürel sömürüyü bir “miras” olarak tanımlayıp kültürel çeşitlilik ve çok-kültürlülük üzerinden yeni yan kültürler üretti. Bu kültürler İngiliz kültürünün baskın hâkimiyeti altında şekillenerek değişime uğrasalar da temel geleneklerini canlı tutmak için kimlik olarak varlıklarını göstermeye devam ettiler. Asimile olmuş illüzyonu yaratırken, nostaljiyle yaşamayı sürdürdüler. Aynı şekilde yine bu yan kültürler ve topluluklar İngiliz ana akım kültürel, toplumsal, siyasal ve ekonomik yapılarını değişime de uğrattılar. O “ihtişamlı” İngiliz tarihine “Dilsiz bırakılmış ve unutulmuş Öteki'nin gölgesi düşer," diyen Stuart Hall’un bu tanımlamasında ötekinin derin izlerini dramatik, ancak net bir şekilde görürüz.
Fotoğraf, öteki ve tarih anlatımı
Her ne kadar dilsiz bırakılsa da öteki, her bir demiryoluna, fabrikaya, toprağa, taş ocağına ya da sonraları kültür ve sanat üreticisi olarak estetiğine kendi gölgesini düşürdü. Bu gölgenin izini, resmî popüler tarihin ezilenler ve hor görülenlerin (ötekileştirilmiş azınlıkların) tarihi üzerindeki hükümdarlığı ve onları bir canavar gibi yutması nedeniyle yıllarca hiç göremedik. Gerçekleştirilen zulümlerin çoğu unutuldu. Çünkü unutmak da tıpkı hatırlamak gibi ideolojik ve siyasiydi. Toplumların neyi hatırlayacağına ya da neyi unutacağına her türlü iktidar odağı karar veriyordu. Bu yüzden bir ülkenin tarihine bakacaksak eğer sadece popüler tarihine değil, kişisel tarihlere, ötekileştirilmiş azınlıkların tarihine de bakmak gerekir. Bu sebeple Benjamin’in önermesiyle tarihçi, (tarihsel maddeci-entelektüel-bilincinde olan-belki de bir fotoğrafçı) “tarihin tüylerini tersine fırçalamayı kendisi için görev sayan” kişi olmalıdır. Ona göre bir tarihsel maddeci için önemli olan “geçmişe ait bir görüntüyü tehlike anında, tarihsel özneye ansızın gözüktüğü biçimiyle korumaktır”. Çünkü tehlikelerin en büyüğü “kendini egemen sınıfların bir aracı kılma tehlikesi”dir. İşte bu yüzden gündelik yaşamın önemsiz gibi görünen sıradanlığında iktidarın kurduğu tarihsel örgüye karşı kendini ansızın ortaya koyan hikâyeler vardır. Bu hikâyeler kişisel tarih de diyebileceğimiz geçmişten gelen bellek ile çerçevelenen çoklu tarih anları ve anlatılarıdır.
Benjamin’in tarih anlatımı bana hep fotoğrafı çağrıştırır. Burada onu tekrar hatırlayışımın nedenlerinden biri, birbirine bağlamsal bir şekilde sıkı sıkıya bağlı tüm bu kavramsal çırpınışlarımın bir karşılığı niteliğinde oluşudur. En önemlisi ise gündelik yaşam içinde sıradan insanın sıradışı hikâyelerini optik ancak samimi bir gözle anlatan Dora Günel’in kendisidir. Çünkü Benjamin’in tarihsel maddeciliğinin bir yansıması gibidir onun fotoğrafları. Sıradan insana dokunurken objektifi, aynı zamanda ülke gündelik tarihinin kültürel olarak izlerini de yansıtır. Ânı yakalamak derdiyle hareket etmez; ânı geçmişten, şimdiden ya da gelecekten kendi çağırır. Çünkü onun fotoğraflarında Türkiye tarihinin hiç konuşulmamış, kültürel ya da toplumsal olarak hiç tartışılmamış durumlarının yalın ancak şiddetli temsilleri vardır. Bazen kendi kişisel tarihini fotoğrafik özne haline getirir, ölümü anlatır, bazen bir sokağın monografisini tutar, bazen yaşları 80’in üzerinde farklı etnik ve dinsel kimlikten kadınlarla sohbete tutuşur. Bellek çalışmalarıdır aslında yaptığı. Portrelerle onları ölümsüz kılar ve onların sesi olur. Kimi zaman da belgesel fotoğrafçıların hiç de hoşlanmadıkları Sontag’ın deyimiyle “tepedekileri” fotoğraflar... Beyaz yakalının peşine takılıp evine konuk olur. Yıllardır gerek sosyolojide gerekse diğer sosyal bilimler alanlarında “Kimdir bu orta sınıf?” sorusunun üzerinde anlaşılan, ortak bir tanımı yokken, Günel bu sınıfı tanımak ve belki de kendi sınıfını görselleştirmek için çabalar. Bütün bu saydığım konular acı, kan, şiddet barındırmaz. Bu yüzden bu tür ajitatif duygulardan hoşlanan izleyicilere göre değildir fotoğrafları. Yalındır, içtendir, samimidir, bizi anlatır, sosyolojik olarak okunacak derinlikte ve öğretidedir.
Londra Portreleri
Türkiye’nin dışına taşıdığı “Ötekinin Gölgesi” adlı yeni projesi ile Günel’in amacı odaklandığı ülkeye özgü bir gündelik yaşamı belgelemek değil, global düzenin kurucusu olan İngiltere’nin bir parçasını oluşturan öznelerini konuşturarak onları görünür kılmaktır, anlamaya çalışmaktır, sorgulamaktır. Fotoğraflarına eşlik eden röportajlarıyla öznelerinin seslerini yan yana koymaktır. Son dönemlerde yapılan fotoğraf projelerinde en üzücü olan şey fotoğrafa konu olan kişilerin fotoğrafı yırtıp dışarı çıkıverecek kadar konuşmak istemeleridir. Son zamanlarda fotoğrafın tek başına yeterli olamadığı, fotoğraftaki öznelerin de konuşmak istediği, fotoğrafçının onlar üzerinde kurduğu iktidara karşı direndikleri yolunda düşüncelerim olmuştu. Tam da o sırada Dora Günel’in “Ötekinin Gölgesi” fotoğrafları imdadıma yetişti. Sosyolojik ve etnografik temeller üzerine kurduğu bu çalışmada Günel, Londra’da yaşayan otuz beş kişi ile görüşmeler yaparak, her birini teker teker dinleyerek ve aynı bir sosyoloğun ya da etnografın yaptığı gibi hepsine aynı soruları sorarak verdikleri cevapları kaydetmiş.
Portrelerin verdiği cevaplar beni kuramsal olarak farklı yerlere götürdü. Fotoğraflar ise kişisel hikâyelerin dışavurumu ve kendileri ile birlikte taşıdıkları kimliklerin temsiliydi. Bu yüzden sadece öznelere değil, mekânsal portredeki öznenin arkasına ve orada yer alan nesnelere bakarak fotoğrafların sosyolojik derinliğini anlayabiliriz. Sözleri ve fotoğraflarıyla değerlendirdiğimizde göç, kimlik, kültürlerarası iletişim, kültürlerarasılık, kültürel çeşitlilik, yeni kapitalizm ve post-kolonyalizm gibi büyük konularda yazılacak çok şey olduğunu söylemeliyim. Onların hikâyelerinin bendeki yansımasını yazının başından beri anlatmaya çalıştım. Şimdi onların sözlerini de ekleyerek yazıyı taçlandırmaya çalışacağım.
“Londra diğer yaşadığım şehirlerden kültürel olarak çok daha çeşitli. Her yer birbirinden farklı ve hiçbir yer diğerinden daha kötü değil.”
Londra, Hall’un da tanımladığı gibi, post-kolonyal metropolis’lerin en önemli temsilcilerinden biridir. Bu şehir öteki’lerin “evlerinden uzakta evler” yarattıkları, hem “içerideki” hem de “dışarıdaki” gibi, ancak özgürce ve huzur içinde yaşadıkları bir dünya algısı yaratır. Günel’in konuklarının en belirgin çelişkisi de tam olarak burada yatmaktadır: Hem içindedirler hem de dışında kalmayı tercih etmektedirler. Gündelik yaşam içinde gerek çalıştıkları yerlerde gerekse evlerini paylaştıkları kişilerle kurdukları iletişim kültürlerarası bir diyaloğu gerektirir. Hemen hemen hepsinin vurguladığı en önemli nokta ise çok-kültürlülüktür. Bu ideoloji sayesinde farklı kültürlerin iç içe yaşayabilmesine olanak sağlayan bir toplumsal yaşam kurulmuştur.
“Londra’nın bu kültürel çeşitliliğini kıyamet kopmadığı sürece koruyacağını düşünüyorum.”
Günel’in portreleri bir İngiliz ile değil de onunla benzer yaşam hayalleri ile bir araya gelmiş diğer yabancılarla sosyalleşir. Bu sosyalleşme sayesinde dünyanın farklı bölgelerinden gelen insanların oluşturduğu yeni bir kültürleşme ile karşı karşıya kalırız. Bir yandan İngiliz kültürü ile yaşarken diğer yandan bir Portekizlinin temizlik anlayışı ile bir Türk’ün yemek kültürü birbirini etkileyebilir. Kültürel alışkanlıklardan kaynaklanan birtakım sorunlar olabildiği gibi önyargılar sebebiyle çatışmalar da yaşanabilir. Her ne kadar bir illüzyon yaratsa da bu çatışmaların şiddete dönüşmemesinin sebepleri İngiliz yasaları ve kültürel çeşitliliğin bir politika halini alması ve korunmasıdır. Ancak ilginç olan ise bu çeşitlilik içinde her bir ötekinin kendi ötekisini yaratıyor olmasıdır. Her bir birey ya da topluluk geçmişten getirdikleri kültürel, sosyal ve tarihsel önyargıları şimdiye ya da yaşadığı âna taşır.
“Lüks bir mahalle olmasa da, yani sıradan bir mahallede bile bir sorun olmadığı sürece insanlar sokak ortasında birbirlerine nedensizce bağırmaz. Bilemiyorum, bazen bu insanlar… gürültülü ve daha önceden hiç görmediğiniz tarzda şeyler yapıyorlar. Bir gün elliye yakın kişi yolun ortasında olduğundan otobüsler güçlükle geçebiliyordu ama kimse çıkıp da bir şey dememişti çünkü burası Tottenham... sanki kendi bahçelerindeymiş gibiydiler. Neden bu durumla karşılaşmak zorunda kalayım ki?
Yani Doğu Batı’nın ötekisi ise her Doğulunun da bir ötekisi olduğunu unutmamak gerekir, belki de Batı’nın karşısında onun hükümdarlığını içselleştirdiğimiz en belirgin açıklamayı self-oryantalizm kavramında buluruz. “Kendi kendini Doğululaştırmak” olarak tanımlayabileceğimiz bu içselleştirilmiş oryantalizm İngiltere’nin kendi doğusuna yaptığından daha tehlikelidir.
“Bencil olmazsan kaybedersin.”
Vurgulanması gereken noktalardan bir diğeri ise zaman ile kurulan bağdır. Çünkü zaman bir göçmen için çok değerlidir. Kimisi birkaç işte birden çalışır. Temel gayeleri para kazanmak ve daha çok deneyim sahibi olmaktır. Bu deneyim geri dönmek isteyenler için daha iyi bir iş ve bol kazanç demektir. Kalıcı olanlar için ise hep bir üst basamağa geçme hayalidir, tıpkı bir İngiliz’in yapabildiği gibi, hem de onun ülkesinde. Ancak Richard Sennett’in (2008) belirttiği gibi “yeni ekonomi zaman içinde oradan oraya, bir işten diğerine sürüklenen yaşantılardan” beslenir, “uzun vade yok”, “bırak git”, “kendini adama”, “fedakârlıkta bulunma” sloganlarıyla uzun vadede kişilerin davranışlarını değiştirir. Esneklik ve kısa vadeye dayalı yeni kapitalizmin kişiler üzerinde kurduğu bu tahakküm ile birlikte kişilerin “güven ve sadakat bağları zayıflamakta”, “iradeyle davranış birbirinden kopmaktadır” (Sennett, 2008: 24-30). Esnek kapitalizmin kişiler üzerinde kariyer oluşturma baskısı kişinin yaşamı boyunca becerilerini değiştirmeden ilerlemesini, bir kurumun bir bölümünden başlayarak ilerlediği geleneksel kariyerleri yok eder (Sennet, 2008: 21).
“Arkadaşlık sanki bir lüks olmaya başladı.”
Londra portrelerindeki her bir konuk farklı ve serbest işlerde çalışarak zamanının büyük bir bölümünü İngiliz ekonomisine değer katarak geçiriyor. Bu sebeple zamanı nitelikli kullanmak gerekiyor. Bu durum sosyalleşme ve arkadaşlık edinmeyi bir lüks haline getiriyor. Çünkü arkadaşlık kurmak ve sürdürmek için zaman, emek ve para harcamak gerekiyor. Sistemin dayattığı ekonomik sloganlar bu sisteme entegre olmuş olanların gündelik yaşamlarını ve belki de Sennett’in dediği gibi karakterlerini etkiliyor.
Her bir karakter farklı ülkelerden geliyor da olsa, özellikle aynı yaş grubundaki portrelerin ortak birçok özelliğinin olduğu söylenebilir. Teknolojiyi arkadaş bulmaktan iş takibine kadar birçok farklı alanda iyi kullanmaları bu özelliklerinden sadece biri. Özellikle internetin ortaya çıkması ile birlikte sınırların olmadığı, geniş bir evreni tanımlayan ağdaşlık onları sıradan vatandaştan ayırıyor. Çünkü sadece yüz yüze iletişim ile değil, sanal iletişimle de bir sosyalleşme yaratıyorlar. Bu teknoloji aynı zamanda onların nostalji ile kurdukları bağı da zayıflatmış görünüyor. İletişimin ucuzlaması ve demokratikleşmesi ile “memleket” artık tek tuşla ekranlarında beliriveren bir sanal görüntüye dönüşmüş durumda.
“... bir sürü avantaj var. Farklı ülkelerden bol ve çeşitli yemekler bulabiliyorsun.”
"İngiliz yemek kültürü diye bir şey yok”.
Londra’nın zengin mutfak kültürü anne veya baba yemeklerinin yerini almasa da o lezzete yakın yemekleri ve hatta dünya yemeklerinin farklı lezzetlerini tatma şansı veriyor. Günel’in portreleri, İngiliz mutfak kültürünün olmadığını, yemek yemeğe gidilecekse de kimsenin bir İngiliz lokantasına gitmek istemediğini vurguluyor. Londra, Hint mutfağından Çin mutfağına, Yunan lezzetlerinden Latin Amerika tatlarına kadar istenilen her türlü yemeği bulma imkânı veriyor.
Post-kolonyal İngiliz mutfağının bugünkü halinin ilk nedeni, İngilizlerin sömürgecilik ile birlikte keşfedilmeye ve ehlileştirmeye gittikleri ülkelerin yemek ve baharatlarını İngiltere’ye getirip kendilerine göre yeniden üretmeleridir. Örneğin birçok Hint baharatının karışımından oluşan köri tozu bir İngiliz icadıdır ve günümüz Hint mutfağının vazgeçilmezlerindendir (Rolfson, 2017). İkincisi ise “ötekinin” kendine ait yemek lezzetiyle İngiltere’ye gelip, terk ettiği ülke arasındaki bağı pekiştirmek, nostaljiyi kurmak ve entegre olmak amacıyla etnik temelli restoran kurmasıdır. Üçüncüsü de hızlı sanayileşmeyle birlikte insanların, özellikle de kadınların işte ve okulda daha fazla zaman harcamaları ve evde yemek için harcanan surenin giderek azalmasıdır.
Heldke (2013: 395-398) İngiltere’deki bu post-kolonyal mutfağı “kültürel yemek sömürgeciliği” olarak tanımlayarak, Batılı Beyaz kâşifin gerçek öteki ile yüz yüze gelmeden, hayalindeki “egzotik temsili” yemek üzerinden nasıl şekillendirdiğini vurgular. Böylelikle kültürel sömürgecilik anlayışı ve onu yayanlar, keşfedilecek etnik tatları emperyal lezzete nasıl uyduracaklarının arayışına girmişlerdir. Çünkü onlar, “yeniye, benzersize, anlaşılması zora ve bilinmeyene” koşulsuz bir ilgi duyarlar. Egzotik olanın varlığı hem yereldir hem de bir hayli sıradışıdır, Otantiktir (Heldke, 2013: 395-398). Bu yüzden bu restoranlar Londra’nın farklı mahallelerinde boy gösterirler. Yemek çok-kültürlü olan sosyal çevrede etnik grup kimliğini yaratıp pekiştirir. Londra’nın bu “çok-kültürlü” yapısı, farklı etnik gruplar arasındaki gerilimi homojenleştirmek veya başka şekilde hafifletmek isteyen post-kolonyal ulus-devletin temsillerindendir.
Günel’in yarattığı bu proje, çok-kültürlülük politikalarının iflasını açıklayan Avrupa liderlerinden göçmenleri defetmeye çalışan politik liderlere kadar iki sert uçlu dünyanın bir yansıması olarak geniş yelpaze ile okuyabileceğimiz kuramsal bir perspektif sunuyor. Fotoğraflar ve sözler ikili bir yapı yaratarak derin ve sorgulanabilir bir görsel hazineyi sosyolojik ve etnografik olarak analize tabi tutmayı kolaylaştırıyor. İnsanları anlamadan, onların durumlarını sorgulamadan ve kendini onların yerine koyup özdüşünümsel bir yaklaşımla empati kurmadan fotoğraf çekenlere de bir örnek teşkil ediyor. İnsanı merkeze koyduğunu iddia eden, ancak insanı anlamaktan yoksun olanlara da örnek olması dileğiyle...
Fotoğraflar: Dora Günel
Kaynakça
Bauman, Zygmunt (2016). “Mülteci krizi insanlığın krizidir”, Röportaj, http://www.dusunbil.com/bauman-multeci-krizi-insanligin-krizidir/
Benjamin, Walter (2002). Tarih Kavramı Üzerine, Pasajlar, İstanbul: YKY, s. 37-49.
Hall, Stuart (1999). “Un settling ‘the heritage’, reimagining the post‐nation Whose heritage?”, Paragraf Çevirisi: Sezai Ozan Zeybek, Third Text, 13:49.
Sennet, Richard (2008). Karakter Aşınması, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Rolfson, Terri (2017). “Curries, Chutneys, and Imperial Britain”, Constellation, cilt 8, sayı 2, s. 1-9. DOI: https://doi.org/10.29173/cons29329
Heldke, Lisa (2013). “Let’s Cook Thai: Recipes for Colonialism”, Food and Culture A Reader, Carole Counihan ve Penny Van Esterik (ed.), Newyork: Routladge.
[1] Stuart Hall (1999), “Un settling ‘the heritage’, re‐imagining the post‐nation Whose heritage?”, Paragraf Çevirisi: Sezai Ozan Zeybek, Third Text, 13:49, s. 10.