Emma Jung, Carl Gustav Jung’un eşi ve hayat boyu destekçisi olmuş özel bir kadın. Psikanalize ilgisini hiç kaybetmemiş, yükseköğrenim görmesi engellenmiş, kendi başına Latince, Yunanca, kimya ve cebir çalışmış, ömrünü eşine ve çocuklarına vakfetmiş, aynı zamanda bir zihin emekçisi. Kolektif bilinçdışı, psikanaliz ve cinsellik ilişkisi, psikanalizde kadın ve erkek cinsiyetlerinin ele alınışı gibi tartışmalarda Emma’nın görünmeyen bir emeği var. Kocasının odasıyla aynı katta, hastaları kabul edebileceği kendine ait bir oda edinmeyi başaran Emma, ilk ve son seansları kocasının -karar seansları olarak da okunabilir-, bu ikisi arasındaki seansları da kendisinin yürütebileceği bir odaya kavuşmak için yaklaşık otuz yıl beklemiş.
Virginia Woolf, Kendine Ait Bir Oda’yı yazdığı günden bu yana kitabı, kadınların edebiyattaki yeri üzerine bir başyapıt olarak güncelliğini koruyor. “Oda” mefhumuna yakından bakmanın; başlangıcı ve bazen geri dönülen yeri simgelemesi açısından, düşünsel doğurganlığı temsil ettiğini kabul ediyoruz. Belki de daha çok yorumlama hareketini başlatan mekân olarak “Oda”… Kendi üzerine katlanan, dönen, düşünsel eylemin yordamı…
İçinde nefeslenebileceğimiz mekânlar (kültür merkezleri, siyasi partiler, dernekler, odalar ve benzerleri) kadınlar için çok önemli. Elbette odaya kavuşmak yeterli değil. Ekonomik bağımlılık, çocuk bakımı, ev içi emeği gibi pek çok yük de var kadınların üzerinde. Bu bağlamda “Feminist Odalar” yazı başlığı, metaforik olarak ifade etmek istediğim temaların hem adresi hem de tartışmaların yaşadığı topolojik üretimi simgeleyecek. Bir üçgeni kareye çevirmenin yöntemi olarak topoloji, matematikle uğraşanlar dışında bize çok-katmanlı bir bilgi vermeyebilir. Buradaki kasıt; eğer elimizde bir çamur varsa onu yoğurarak biçim değişikliğine de gidebilmeyi, yeniden üretmeyi ifade eder. Elinizde oyun hamuru, çamur, insan nitelikleri, eril dil, kadın cinayetleri veya edebiyat eleştirisi malzeme olarak bulunabilir. “Oda” bu bağlamda kadınlar açısından hiç de esrarengiz olmayan, her gün haberlerde okuduğumuz kocasından şiddet gören komşunun da, cinsiyetin nasıl tanımlandığı üzerine çalışan bir kadının da mekânıdır.
“Feminist Odalar” yazı başlığı ve içerikleri; Türkiye’de ve Dünya’da daha önce var olmuş, dönüşmüş, birbirine eklemlenmiş odaları tartışmaya açacak. Pencereleri, apartman boşluklarını, kilitlenen kapıların anahtarlarını, görüntüleri silinen sokak kameralarını, güneşe yönelen çiçekleri betimleyecek. Bir tür haritalama, açığa çıkarma ve tartışma/öğrenme sürecini anlatmaya çalışacak. Bu çabayı ortaklaştırmayı öğrenebilmek, kadınların en önemli özelliklerinden biri. Yeri gelmişken nitelikli bir dergiden söz edeyim. FEMINERVA, altıncı sayısına ulaşmış, üç aylık feminist bir dergi. Güz 2019 sayısında, “Feminist Terapi”, “Erkekler Neden Görünmüyor?”, “Eril Kentler ve Kadınlar” gibi başlıklar taşıyan yazılar, haberler ve dosya konusu olarak da AŞK var. Aksu Bora, “Ankara’da Küçük Bir Oda” başlıklı yazısında, benim de kısa sürelerle içinde bulunduğum odadaki buluşmaları, toplantıları anlatmış. O odadan sonra, Paris ve Brüksel’de dünya kadınlarının toplaştığı odalarda çalışmıştım, KASAUM’un hepimiz üzerinde çok önemli bir etkisi olmuştu.
Emma Jung’un tek başına kazandığı odasından, “Ankara’da Küçük Bir Oda”ya doğru gelişen feminist hareket, bugün tüm dünyada başka başka feminizmler olarak da boy gösteriyor. Akademik ya da bağımsız yürütülen araştırmalar; Toplumsal Cinsiyet Eşitliği, Erkeklik Çalışmaları, Feminist Edebiyat Eleştirisi, Feminist Psikanaliz, Feminist Devlet Kuramı gibi ana başlıklarda toplanıyor. Birbirinden etkilenen ya da ayrışan feminizmlerin farklı veçheleri.
Her kadının kendine ait odası yok tabii ama olumlu gelişmeler de var. Biraz örnekle meseleye yakından bakmaya çalışayım. Örneğin belediyelerde eşitlik birimleri kuruluyor. Kadınlar kendilerini ait hissedebildikleri mekânlara sahip oluyorlar. Bu belediyelerin tüm projelerinde (Nilüfer ve Diyarbakır belediyeleri gibi) kadınlar hesaba katılarak stratejik planlar yapılıyor. Bazı kadınlar hiç de ferah olmayan, güneş görmeyen odalara sahip. Gültan Kışanak’ın Kürt Siyasetinin Mor Rengi adlı kitabını yazdığı Kandıra F Tipi Cezaevi’ndeki hücresi aynı zamanda onun çalışma odası. Bu aralar kendisine posta ya da görüş yoluyla ulaşan kitaplara yasak kondu ama çalışmaya devam ediyor.
Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Vakfı Merkezi’nde de odalarımız var artık. Vakıf, 1990-2018 yılları arasında kadın merkezli ulusal/uluslararası sempozyumlar, paneller, konferanslar, söyleşiler, açık oturumlar, oyun gösterimleri, eğitim seminerleri, konserler, sergiler, okuma günleri, geziler, dia ve film gösterileri, imza günleri, şiir dinletileri olmak üzere beş yüz civarında etkinlik düzenledi. Edebiyathaber adlı internet sitesi, yaklaşık bir yıldır “Yazarın Odası” başlıklı söyleşilerde kısa sorularla, yazarların nasıl bir çalışma düzeni olduğunu, okuma ve yazma alışkanlıklarını inceliyor ve okurlara ulaştırıyor. Kadın yazarlara yönelik özel bir ilgileri olduğunu söylemek mümkün.
Peki, bu odalar metaforik olarak bizim açımızdan ne anlam taşıyor?
İlk aşama; kendimizi gerçekleştirebildiğimiz, zamanımıza sahip çıkabildiğimiz her yer bizim odamız oluveriyor. Oda’dan kasıt yalnızca dört duvar değil. O odalarda bir toplantıya ya da makaleye hazırlık yapıyoruz. Dergiler çıkarıyoruz, kitaplar yazıyoruz, kadın yürüyüşleri organize ediyoruz.
İkinci aşama; feminist odaların zihinsel ya da pratik üretim süreçlerinin organizasyonu açısından kadınların bireysel/kolektif mekânları haline dönüşmesi, deneyimlerin aktarımı ve dayanışmalar açısından birer merkez haline gelmesinin yarattığı olanaklarla ilgili. Feminist filtreleme (bilinç, söylem ve pratik bağlamında) hayatın her alanında; metinlerde, konferanslarda, toplu taşıma araçlarında, evlerde giderek kuvvetleniyor. Bu tartışmayı biraz açayım. Feminist filtreleme kavram seti; özellikle dil içinde iştigal ederken, dikkat kesilmek, elemek, eril olanı açığa çıkarmak amaçlarını toplumsal cinsiyet eşitliği temelinde işlemeyi ifade ediyor. İlk aklıma gelenlerden biri, “Karı gibi kıvırtma!” uyarısını yapan bir erkeğe, sadece bakışlarıyla bile ders verebilen kadınların sayısı artık az değil. Ya da Kemal Tahir’in romanlarında, erotikleştirilen tecavüz sahnelerini, düşmanlaştırılan kadınları fark edebilmek için Merin Sever’in “Sınavı Geçemeyen Büyük Yazar: Kemal Tahir”[1] adlı makalesini okumak ve bir kadın etkinliğinde anlatmak mümkün oluyor. Odalardan tüm bir toplumsal yaşama yönelen yolculukların ortak mola yerleri, zamansız yaşayan kadınlara kendi zamanlarını bu sayede teslim edebiliyor.
Ortak mola yerlerimizin yansısında Türkiye’de çokça sayıda kadın atölyesi, yazın atölyesi -ki katılımcıları çoğunlukla kadınlardır-, eğitimler, kolektifler, platformlar görüyoruz. Bu odalar da kendimize ait birer oda ama sadece o değil, neşenin örgütlendiği mekânlar olarak günlük hayatımızda kuvvetli yerler edindiler. Böylelikle acının karşısında ya da yanında neşeyi hayatımızın içine katmak, kadınlar açısından bir baş etme yöntemi haline gelebildi.
Sanırım şimdilik en büyük ve neşeli mekânımız odalardan çıkıp sokaklarla tanıştığımız, odalarla sokakların birleştiği, 8 Mart Gece Yürüyüşü’müzün gerçekleştiği Beyoğlu… Semtin adı ne kadar ironik değil mi? Kadın hareketinin kendisini en güçlü biçimde temsil ettiği mekânın adında geçen iki sözcük. Bey ve oğul!
[1] Gaflet: Modern Türkçe Edebiyatın Cinsiyetçi Sinir Uçları, Hazırlayanlar: Sema Kaygusuz, Deniz Gündoğan İbrişim, Metis Yayınları, s. 80.