Costa-Gavras, çağdaş politik sinemanın en önemli yönetmeni. Yunan asıllı Fransız sanatçı, Kazancakis’den ödünç aldığı başlıkla (Gitmesi mümkün olmayan yerlere git[1]) seksen altı yıllık özyaşam öyküsünü 517 sayfalık kitapta anlatmış. Kendisi aynı zamanda senaryo yazarı da olduğu için, bir bakıma kendi çocukluk, gençlik ve meslek hayatının filmini çekmiş bu kitapta. Her satır çok görsel, çok sinematik.
Bu anı kitabı konusunda bir tanıtım yazma girişiminde bulunmuştum. Tam o tarihlerde Costa-Gavras’ın ölüm haberi yayınlandı. Yalan haberdi.
Costa-Gavras, Türkiye’de de sadece sinema çevrelerinde değil, sol çevrelerde de tanınan bir şahsiyet. Sık sık Türkiye’ye gelmişliği de var. Bu ilişki Yılmaz Güney ile birlikte 1982’de Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye ödülünü paylaşmakla başlamış.
“Altın Palmiye’yi kazandığımı öğrenince çok sevindim. Bir Türk ve bir Yunan, aynı yıl büyük ödülü paylaşıyordu. Tören salonundakiler nasıl bir şey bekliyorlardı anlamadım. Sahneye çıktık ve yoğun alkışlar altında birbirimize sarıldık” (s. 326).
Yönetmen aslında daha sonra Fatoş Güney’le yaptığı birkaç görüşme sonrasında Yılmaz Güney’in hayatı, özellikle cezaevinden ve Türkiye’den kaçışı konusunda bir film yapmaya niyetlenmişti. Ancak çeşitli engeller nedeniyle bu proje gerçekleşemedi.
Costa-Gavras kitabında birkaç yerde daha Türkiye’den söz ediyor.
“Fransız Sinematek’inin kurucusu Henri Langlois (1914) İzmir doğumlu. 1922 Felaketi’ni hatırlıyor.(…) Türk devrimcilerinin kente girmesiyle İzmir’deki çeşitli cemaatler dağıldı. Kasıtlı olarak çıkarılan yangında şehirdeki Yunan izleri silindi” (s. 260).
Yazar, babasının Kral karşıtı olduğunu ve Anadolu’da savaştığını yazıyor:
“Bu aptal adam (Kral) başka bir kaç hıyarla birlikte, Bizans’ı yeniden canlandırmak istiyordu. Bunun adı da ‘Megali İdea’ (Büyük Fikir/İdeal) idi. Babam iki yıl Küçük Asya’da (Anadolu’da) savaştı. Arkadaşlarını, yoldaşlarını kaybetti. Bu arada savaşı da kaybettiler. Böylelikle ‘Büyük Fikir/İdeal’, ‘Büyük Felaket’e dönüşmüştü” (s. 94-95).
Atina’daki Parthenon’dan söz ederken de Türklerin adı geçiyor: “Parthenon’a yönelik ikinci saldırı 1687’de Türkler ve Venedikliler tarafından gerçekleştirildi. Türkler, Parthenon’u camiye çevirdi, sonra da topçuların kullandığı patlayıcı madde deposu haline getirdiler. Venedikliler de bu depoyu bombalayınca, kolonların bir kısmı yıkıldı, çatı çöktü” (s. 430).
1955 yılında Paris’e yabancı bir öğrenci adayı olarak geldiğinde görüp yaşadıklarını biz de yaklaşık yirmi yıl sonra yaşamıştık. Pek fazla bir değişiklik olmamıştı.
Anıların büyük bir bölümü meslekî hayatına ilişkin. Hangi filmi nasıl tasarladı, kimlerle çekti, seyirci tepkisi ne oldu. Tek tek anlatıyor. Aralara da çeşitli konulardaki görüş, yaklaşım ve izlenimlerini eklemiş: “Paris’e geldiğimden beri, Yunanistan’da iken çok yoğun olan dini ‘kaygılardan’ kurtulmuş hissediyordum kendimi” (s. 87).
Yunan kökeni konusunda yazdıkları da ilginç. Önce bir atasözünü aktarıyor: “Ormanda bir kurt ile bir Yunan’a rastlarsan, Yunan’a ateş et!”. Sonra dil konusuna değiniyor: “Dil, kimliğin, rahatlığın, esenliğin kökenidir. Yunancayı günlük konuşmalarda pek kullanmadığım için benim dilim Fransızca” (s. 311). Costa-Gavras anılarını da Fransızca yazmış. Yunancaya daha sonra çevrildi. Zaten kendisini Fransız olarak tanımlıyor: “Bizim, Batılıların ve özel olarak da Fransızların, eski Komünist bloka yönelik kibir ve ukalalığımız konusunda bir film fikri…” (s. 375). Z, İtiraf, Sıkıyönetim üçlemesi ile sinema dünyasına parlak bir yıldız olarak giren yönetmen, Paris’te sinema eğitimi almış ve dönemin ünlü/önemli yönetmenlerinin yanında çıraklık yapmış. Costa-Gavras’ın Avrupalı bir sinemacı olarak önemli bir özelliği, Hollywood tarafından da talep edilen bir yönetmen olması. Costa-Gavras, en az üç filminde (Sıkıyönetim, Kayıp ve Mad City) gazetecileri, muhabirleri anlatıyor. Çok hızlı, çok renkli bir yaşamı var. Sürekli olarak seyahatte. Dünyanın dört bir köşesinde ya film çekiyor, ya bir sonraki filminin hazırlıklarını yapıyor ya da bir ödül törenine veya bir etkinliğe davetli. Castro, Allende, Mitterrand gibi devlet adamları, Bunuel, Clair, Verneuil, Marquez, Montand, Brando, Ford, Travolta, Hoffman gibi sinemacı ya da yazarlarla sıkı dostluklar kurmuş. Kitabı okurken dünya turuna çıkıyorsunuz.
Costa-Gavras sol değerleri benimsemiş bir sanatçı. Yves Montand ve Vaclav Havel’in solu terk edip kapitalist değerleri ya da Amerikan emperyalizmini övmesini kaldıramamış. Eleştiriyor (s. 220, 387).
Gerçi ben ilk yazıyı yazdığımda Paris’ten bir okur, “A ne güzel tesadüf, ben de bu aralar aynı kitabı okuyorum,” diye bir mesaj göndermişti. Ben de cevaben “Güzel kitap. Ama ben Costa-Gavras’ı HDP’li sanıyordum, CHP’li çıktı,” dedim. Diyalog kesildi.
Sanatçı, çok belli ki, Sartre’ın tanımladığı anlamda “angaje bir aydın”. Ne var ki belki de konumu, şanı şöhreti nedeniyle yerleşik düzenle fazla sıkı fıkı ilişkiler içinde. Hoşuma gitmeyen bir sahne anlatıyor: Havana’da Küba Meclis Başkanı, Gabriel Marquez ve Le Monde Diplomatique’in yöneticisi Ignacio Ramonet’nin de bulunduğu bol alkollü bir ortamda her konuşmacı, âdeta övünerek Marx’ın hiçbir kitabını doğru dürüst okumadığını itiraf ediyor. Okumaya girişen de anlamadığını söylüyor zaten (s. 542).
Birkaç küçük takılma daha: Aslında anılarda mahremiyete hiç girmiyor. İyi. Ama başkalarının şahane, lüks, fiyakalı ev ya da ofislerini anlatmasına rağmen, kendi mekânlarından hiç söz etmiyor. Para pul konusunda da biraz ketum bir ağabeyimiz. Çocuklarının nasıl sinemacı olduklarını da öğrenmek istiyor okur. Eskiden gazetecilik yapmış olan Fransız eşinin, Costa-Gavras’ın basın toplantılarında muhabirleri fırçalayıp onlara sorulması gereken sorular konusunda yardımcı olması da bana pek hoş gelmedi doğrusu. Hiç kimse mükemmel değildir.
Her şeye rağmen zevkle ve çok şey öğrenerek okunan bir kitap. Yazar emin değil, galiba Prévert’in bir sözü imiş. Ama bizim gibiler için hayat düsturu olacak bir cümle: “En güçlü olmak istemiyorum, en yakışıklı ve en büyük de olmak istemiyorum. Ben değişik olmak istiyorum” (s. 177).