Kriz’in ve kriz söyleminin egemen olduğu bir dönemi yaşıyoruz. Neoliberalizmin krizi, ekolojik kriz, iklim krizi, gıda krizi, siyasetin krizi… Benzer dönemlerde olduğu gibi, kriz’in neyin, kimin krizi olduğu konusunda oldukça farklı tanımlar/tartışmalar sürüyor. Ama içlerinde en fazla iklim ve ekolojik kriz -tabiatıyla- daha öne çıkıyor. Şimdi “ya barbarlık ya sosyalizm” sloganının yerini de “ya yok oluş ya sosyalizm” alıyor. Dolayısıyla iklim/ekoloji krizine karşı toplumsal hareketler -kadın hareketini de aşarak- bu dönem için belirleyici bir hareket haline geliyor.
“Küresel ısınma”, “iklim değişikliği” derken büyük medya kuruluşları da artık “iklim krizi” kavramını kullanmaya başladı. Oxford Sözlüğü, içinde bulunduğumuz yılın kelimesi olarak “iklim acil durumu” anlamına gelen “climate emergency” ifadesini seçti. Geçen yıldan beri süreduran kitle seferberliği iklim/ekoloji krizini, özellikle gençler olmak üzere, en geniş toplum kesimlerin gündemine soktu. İngiltere’de “Extinction Rebellion – Yok oluş İsyanı”, Greta Thunberg’in başlattığı Gelecek için Cuma okul boykotu eylemleri, küresel bir dalga yaratmış durumda.
Yaşanan kitle seferberliği, Avrupa’da Yeşiller’in oylarında artışa neden oldu. Ama diğer partilerin de –neo-faşist, sağ-popülist partiler hariç- “yeşillenmesi”ni hızlandırdı. ABD ve İngiltere’deki “sosyal demokrat” partilerin seçim programlarının temelini “Green New Deal (GND) - Yeşil Yeni Düzen” paradigması oluşturdu. Nitekim şu an için iklim krizinden çıkış için önerilen en popüler geçiş programı da bu; her ne kadar GND konusunda tam uzlaşma yoksa da. Neoliberalizmin krizi ve iklim/ekoloji kriz ile çifte kriz yaşayan kapitalizme karşı dünyanın dört bir yanında dalgalar halinde isyan baharları yaşansa da sosyalist/komünist harekette hâlâ bir “yükseliş” yaşanmıyor. Bu da bizi, Gramsci’nin “eski batıyor ama yeni de doğmuyor” mealinde tanımladığı kriz kavramına götürüyor, tekrar.
Tam da böyle bir anda, bir an durup, yarım yüzyıl geriye giderek, neoliberalizmin doğumuna, kriz teorilerinin şafağına gidelim. Foucault’nun teorik çıkışı, post-modernizm mahfuzuna doldurulan envaiçeşit eleştiri, geleneksel “sosyal demokrat” ve sosyalist partilerin çöküşü, “demokrasinin krizi”, “siyasetin krizi”, “temsiliyet krizi” ve benzeri başlıklarında zuhur eden kriz tartışmalarına…
Fakat, benim bu yazıda üzerinde duracağım, tam da bu “demokrasinin/siyasetin/temsiliyetin krizi”ne karşı ortaya çıkan “yeni toplumsal hareketler” olarak kategorileştirilen hareketlerin içindeki “çevre hareketi” ya da “yeşil” hareketin doğumundaki tartışmalara giderek, bizim şimdi yaşadığımız “kriz”i anlamaya çalışmak olacak. Soru basit aslında, yarım yüzyılda “kriz” tartışmasında nasıl bir ilerleme sağladık ya da sağladık mı?
Yeşil hareket: Sisyphus’un çilesi
Tanıl Bora, Türkiye’de de “yeşil parti” kurma girişimlerinin başladığı erken bir tarihte, “Yeşil hareket nüvelerinin, Batı’daki Yeşillerin radikal demokratik perspektifi çerçevesinde tartışılması” için “malzeme sağlamayı” amaçlayan Yeşiller ve Sosyalizm[1] (ilk ve tek baskı 1988’de) derlemesine yazdığı uzun “Sunuş” yazısının sonunda şöyle demiş: “Artık siyasal açıdan Yeşillerin şimdisi değil, geçmişi incelemeye değer” (s. 108). Ta o tarihte, bizde Yeşil hareket daha yeni yeni başlarken, Batı’da, özellikle Almanya’da, kendinin inkârına dönüşmüştür de, Bora, bu yüzden böyle diyor olmalı.
2005’ten sonra çevre ve ekoloji hareketine dahil olmuş biri olarak, Bora’nın 1988’de yayımlanmış bu metnini okurken, “yeşil” hareketin Sisyphus’un kaderini paylaştığı hissine kapılmaktan kendimi alamadım. 1970’lerde Almanya’da yaşanan öykü başka diyarlarda ve başka zamanlarda tekrar edip duruyor. Kaya aşağı yuvarlanıyor ve biz ya da birileri yeniden onu yukarı çıkarmaya talip oluyoruz. Bu “yine dene yine yenil”[2] tekrarını düşünmek gerekiyor. Neden tekrardan çıkılamıyor? Kuşaklar ve/ya dönemler arasında kopukluk mu var? Sorduğumuz, sorguladığımız soru(n)lar mı yanlış, sorgulama yöntemimiz mi?
Bora, uzun “sunuş”unda, insanların “yeşil hareket” gibi bir harekete meyletmesinin iki nedenine işaret etmiş: Birincisi, “Batı’nın gelişmiş kapitalist ülkelerinin iyiden iyiye kurumların donuk ve sarsılmaz yapısı içinde bürokratikleşmiş olan parlamenter sistemleri”; ikincisi, “siyasetin profesyonelleşip, ‘sıradan insanlar’dan giderek uzaklaşması” (s. 9).
Kuşkusuz bu “özel şartları” daha genel bir bağlama oturtabiliriz: Dünyada sosyalizmden duyulan inkisar-ı hayal, 68 isyanlarının geriye bıraktığı olumlu/olumsuz bakiye, liberalizmin ve Keynesçiliğin yaşadığı kriz ve neoliberalizmin doğuşunu sağlayan ekonomik ve sosyal düzenekler (esnek ve otomasyon tekniklerine dayalı iş düzeni, medya teknolojilerinin gelişimi, devletin ekonomiden çekilişi –“toplum yoktur” vb.). Bürokratikleşmiş ve profesyonelleşmiş siyaset tanımının geleneksel sol, sosyalist partiler için de misliyle geçerli olduğunu biliyoruz. Ki yeni isyan dalgaları bu partilerin bayraklarını yükseltmedi; hâlâ daha öyle. “Bizde ve her yerde”.
Bu özel ve genel koşullar dahilinde, “Yeşiller”in doğuş hikâyesini okuduğumuzda, bir dejavu yaşadığımız hissine kapılmamak imkânsız.
Almanya’nın hem dernekçilik geleneğinden güç alan hem de 68’in yarattığı politizasyondan beslenen taban örgütleri olan Yurttaş İnisiyatifleri’nin, “kentsel dönüşüm”, imar, çevre kirliliği gibi konularda söz ve karar süreçlerine katılım çabaları, sonrasında nükleer santrallere ve silahlanmaya karşı çıkışlar, sonrasında barış hareketiyle beslenmesi… Yeşiller’in, sol hareketin tedrisatından geçen kişilerden oluşan bir arayış olduğunu hesaba katarak, geleneksel solun devrimci ve sosyal-demokrat bölüklerinin hem bürokratik yapıları, örneğin SPD’nin ekonomik büyüme ile refahı ve demokrasiyi eşitleyen yaklaşımı, nükleer enerjiyi savunmaları gibi politikalarının ya da Yurttaş İnisiyatifleri’nin uğraştığı yerel meseleleri küçümseyen devrim stratejilerinin kapsama alanı dışında kalmaları gayet anlaşılır. Onların temel stratejisini, “kurumların içinden uzun yürüyüş” olarak formüle etmiş, 68 hareketinin flaş izmi “Kızıl” Rudi Dutschke. Bora’nın da altını çizdiği gibi, “Yeşil hareket, (bütün unsurlarınca iktidar sorunu önemli bir sorun olarak benimsenmese bile) kapitalist düzeni dönüştürmenin, alternatif bir toplumu kurmanın arayışını, hem mevcut sistemin kurumlarının içinde, hem de onların dışında, alternatif yapılar geliştirerek sürdüren” bir patika anlamını taşıyordu. Burada da asıl ayrıcalığı, doğrudan yurttaş inisiyatifine, sıradan insanın söz ve karar süreçlerine doğrudan katılımını, “doğrudan demokrasi”yi vücuda getirmesinden alıyordu.
“Ütoposlar” ve “Realoslar”
Tabandan gelişen hareket kısa süre sonra hegomonik siyaset yapma tarzıyla, daha doğrusu mantalitesiyle cebelleşmekle yüz yüze kaldı. “Anti”cilik, “programsızlık”, “alternatifsizlik” eleştirilerinin hem cezbedici hem de kahredici tazyikine maruz kalıyor. Nükleer enerjiye karşı çıktıkça “Almanya enerji ihtiyacını nasıl karşılayacak, alternatifiniz ne?” sorusuyla baskı altına alınmaya çalışılıyor. Sosyal demokrat SPD, KPD bu taban inisiyatiflerini “programsızlık”la, küçük burjuva liberallik, ütopik olma eleştirileri ile baskı altına almaya çalışıyorlar. Yeşil hareket, bu tazyik ve teşvik altında “ütoposlar” ve “realoslar” olarak ayrışmaya başlıyor. Taban inisiyatiflerinden, doğrudan eylemlerden geçerek “partileşme süreci”ne, “parti olmayan parti” kurma sürecine giren Yeşiller içinde Rudolf Bahro’nun başını çektiği “ütoposlar”, baştan itibaren, SPD ile ittifaka karşı çıkarak, örneğin “işsiz insanlara somut olarak ne önereceğiz? Kapitalist sistemin ne kadar bozuk olduğunu böylelikle görmüş oluyorsunuz mu diyeceğiz?” sorusuna, “Hamburg’daki işsiz gemi işçilerinin Alternatif üretim komünleri oluşturmaları” gibi sıradışı önerilerle “alternatif toplum projesi”nden vazgeçmemeye çalışıyorlar. Fakat mücadeleyi “realoslar” kazandı.
Sonuçta, mevcut parlamenter, bürokratikleşmiş ve kastlaşmış, toplumun taleplerine, arzularına yanıt vermekten uzaklaşmış siyaset sistemine karşı başlayan hareket tam da bu sistemin içinde ehlileşmiş olarak buluyor kendini. Belediyelerde ve parlamentoda koltuk sahibi olmak için girişilen arayışlar, ittifaklar için ödenen bedeller Yeşil hareketi, “parti gibi parti” haline getiriyor.
Bu yüzden Bora, “siyasal açıdan Yeşillerin şimdisi değil, geçmişi incelemeye değer” demekte oldukça haklı.
Sisyphos’un çilesi
Yeşiller’in uzun öyküsünün bu kısa özeti bile bizim “tekrar” ettiğimiz hissini vermiştir umarım. “Parti olmayan parti” söylemi ilk Yeşil Parti girişiminden ÖDP’ye kadar sürdürüldü. “Almanya enerji ihtiyacını nasıl karşılayacak?” sorusu da yabancı değil. Enerji politikalarına karşı bizde gelişen HES, RES, GES, Termik ve Nükleer karşıtı harekete de aynı basınç uygulanıyor. Çevre ve ekoloji hareketinin program(sızlığı) tartışmasını biz de yapıyoruz. Bazı sloganlarımız bile aynı: Bizim “Her yer Kazdağları/Cerattepe” sloganımız “Brokdorf her yerdedir” sloganını yankılıyor. Biz de şansımızı yerel ve genel seçimlerde denedik… Gezi direnişinin enerjisinin 7 Haziran’a HDP’ye, HDP’nin “devlet aklı” (CHP’nin de paylaştığı) tarafından marjinalize edilmesiyle, sonraki seçimlerde CHP’ye tahvil edilmesinde olduğu gibi…[3]
Yeşillerin “geçmişi”nden özetle tartışmak istediğim ve tartışmamız gereken sorunu şöyle tarif edebilirim belki. Yeşillerin doğuşundaki özel ve genel koşulların “demokrasi krizi”, “temsiliyet krizi”ni yarattığına dair hayli geniş bir literatür var. “Yeşiller” gibi hareketlerin de bu krize yeni yollar, yordamlar, cevaplar üretebilecek pratikler, patikalar olduğu inancı, o kadar kuvvetli hal aldı ki, “yeni toplumsal hareketler” literatürü doğdu. Bu literatüre ilaveten otonomcu Marksizm’den fışkıran, Negri ve Hardt’ın yaptığı “çokluk” literatürünü, Foucault’tan, Deleuze’den fışkıran “öznellik” literatürünü de ekleyebiliriz. Velhasıl, geldiğimiz yer/zaman açısından kriz sürüyor. Eski batıyor ama yeni doğmuyor.
Geçen yarım yüzyılı meşgul eden “demokrasi/temsil krizi” tartışması fuzuli miydi? “Temsiliyet simyası”nın kendisi mi simyaydı? “Parti olmayan parti”, “doğrudan demokrasi” hayal miydi? Bugün hâlâ, “bizde ve her yerde”, isyanların sol, sosyalist, komünist partilerin yelkenlerini şişirmemesinin nedenini başka yerde mi arayalım? Kapitalizm çoklu bir kriz yaşarken bu tartışmayı, ya da arayışı diyelim en iyisi, paranteze alıp eski stratejilerle, eski partilerimizle ya da eski partilerimizle yeni stratejilerle yola devam mı edelim? En tabandaki “sivil toplum örgütü”nün, ya da bizim lügatimizle “demokratik kitle örgütü”nün bile demokratikleşememesini nasıl izah etmeliyiz? Bu ve benzeri sorulara “yeşil hareket” kadar geleneksel sol, sosyalist ve komünist partilerin de muhatap olduğu aşikâr.
[1] Yeşiller ve Sosyalizm, der. Tanıl Bora, İletişim Yayınları, 1988.
[2] “Yine dene yine yenil” tartışmasının bizdeki yankısına dair Aykut hocanın şu yazısını hatırlayalım: https://birartibir.org/ekoloji/122-yine-dene-yine-yenil-nereye-kadar
[3] Türkiye’deki çevre hareketinin estirdiği demokrasi rüzgârı üzerine daha fazla söz için Saha dergisinin 5. sayısındaki Sinan Erensü’nün ve benim yazıma bakabilirsiniz: https://www.hyd.org.tr/attachments/article/510/saha5.pdf