Thomas Nagel zihinsel durumların eksiksiz bir şekilde maddi olgulara indirgenebileceğini varsayan fizikselciliğe karşı eleştirilerini sunduğu 1974 tarihli makalesinin daha başlığında bizi yarasaları, yarasa olmayı düşünmeye davet ediyordu: “Bir Yarasa Olmak Neye Benzer?”[1] Nagel’ın bu meşhur makalesinde temel argümanı deneyimin indirgenemez bir öznel yanının olduğu, bilincin de deneyimin bu tümüyle öznel yönünün dikkate alınmaksızın tam olarak açıklanamayacağıdır. İnsanlara özgü olduğunu varsaydığı bir bilinci iyice allayıp pullamak değildir Nagel’ın gayesi: Pek çok hayvanın, hatta başka galaksilerden canlıların da belli bir tür bilince sahip olmasının mümkün olduğunu teslim eder, ancak bilincin varlığını bir teste tabi kılar. Bir varlığın zihinsel durumlarının bulunması, yani bilinç sahibi olması o varlık için o varlık olmanın neye benzediği sorusunun sorulabilir olmasına bağlıdır. Bu sorunun yanıtını bilmemiz gerekmez, zaten Nagel’a göre indirgenemez doğası itibarıyla bu öznel alana nüfuz etmemiz mümkün değildir, ancak yine de söz konusu varlığın öznel deneyiminin somut bir karşılığının bulunduğunu, onun her ne ise o olmasını sağlayan, onu diğer canlılardan, başka bir şey olmaktan ayıran bir öznellik çekirdeğinin olduğunu tasavvur edebiliriz.
Nagel bu iddiasını desteklemek için yarasalara başvurur, çünkü evrim ağacında geriye doğru gittikçe insanların canlılara bilinç atfetme temayülünün azalacağını bilir.[2] Halbuki yarasalar memelidir, insanlara oldukça yakındır, dolayısıyla belli bir bilince sahip oldukları şüphe götürmez. Nagel’ın insanlara evrimsel olarak görece yakın onca diğer hayvan arasından özellikle yarasaları tercih etmesi ise yarasaların dünyayı algılama biçiminin insanınkinden bütünüyle farklı olması nedeniyledir. Yarasaların pek çoğunun sahip olduğu ekolokasyon kendi çıkardıkları seslerin yankılarından hareketle çevresindeki varlıkların konumunu tespit edebilmelerini sağlar. Nagel’a göre biz insanlar yarasaların bu şaşırtıcı yeteneğinin farkında olabiliriz, bu algılamanın nasıl gerçekleştiğini belli ölçüde öğrenebilir ya da izah edebiliriz, hatta yarasa olmanın ne demek olduğunu belki kendimizce hayal de edebiliriz, ancak yarasa olmanın o yarasa için ne demek olduğunu, yolumuzu görerek değil, çıkardığımız seslerle bulmanın nasıl bir içsel deneyime tekabül ettiğini, dünyaya bir yarasanın penceresinden açılmanın ne mene bir şey olduğunu tam olarak bilemez, idrak edemeyiz.
Nagel’ın yalnızca zihin ile beden arasına değil, aynı zamanda farklı bilinçler arasına ördüğü bu duvarı incelemeyi (ve sarsmayı) şimdilik bir yana bırakıp ona rehberlik eden soruyu bir farkla yeniden soralım: “Bir yarasa olmak bugün neye benzer?” Bugün 1974 yılının dünyasının çok uzağında, bambaşka bir yerdeyiz. Peki maddi süreçlere indirgenemeyen, dünyayla kurulan özel bir ilişkinin belirlediği bu öznel deneyimin de, dünyanın geçirdiği büyük değişimler sonrasında, bambaşka bir hal aldığını; yarasa olmak o gün her neye benziyorduysa bugün bütünüyle aynı şeye tekabül edemeyeceğini söylememiz gerekmez mi? İnsanın çevresiyle, çevresindeki canlı varlığıyla olan ilişkisi daha Sanayi Devrimi’nden itibaren köklü bir değişime girmiş, John Berger’ın altını çizdiği gibi, hayvanlar hızla gözden ıraklaşmaya başlamıştı.[3] Bu kopuşun güncel bakiyesi, Berger’a göre, günümüz şehir insanının vahşi hayvanlarla karşılaşma imkânının artık çocuk kitaplarını süsleyen cansız imgelerle sınırlanması ve gerçek bir deneyim uğruna hayvanat bahçelerine koşanların da bakışlarına asla bir karşılık bulamadıkları için uğradıkları hayal kırıklığıdır.[4] Bu hayal kırıklığı, bu bakışımsızlık kuşkusuz devam ediyor. Ancak gözden ırak olmanın görünür olmayan bir yığın diğer (bedensel) yakınlaşmayı engelleyemediğini bugünlerde yarasalardan yeniden öğreniyoruz.
Engelleyemiyor, çünkü yeni koronavirüs (SARS-CoV-2) pandemisi, tıpkı kısa süre önceki SARS, MERS ve özellikle Batı Afrika’da etkili olan Ebola salgınları gibi yarasalarla ilişkili. Üstelik bu virüslerin çoğunlukla yarasadan insana doğrudan sıçramadığını biliyoruz: Sözgelimi SARS’ta ara konak misk kedisi iken MERS’te ara konak deveydi. Bugün bilim insanları hâlâ yeni koronavirüsün insana sıçramadan önceki konağını tespit etmeye çalışıyorlar: Pangolin ve yılan adı zikredilen olası uğraklar.[5] Muhtemelen tanımadığımız, bilmediğimiz, hiç göz göze gelmediğimiz bu hayvanlarla olan etkileşimimiz viral düzeyde de olsa devam ediyor. Her patlak verdiğinde bütün dünyada büyük bir panik dalgasına yol açan bu salgınlar aslında insanın diğer hayvanlardan olanca uzaklığına rağmen aslında uzaklaşmadığına, hatta istese de uzaklaşamadığına; Donna Haraway’in deyimiyle hayvanlarla türlü şekillerde birbirimize dolanmış olduğumuz,[6] bir ağ, bir düğüm oluşturduğumuz gerçeğine tanıklık ediyor.
Yarasaların âdeta bir virüs rezervuarı olduğunu çok uzun zamandır biliyoruz. Peki son dönemde panik yaratan neredeyse bütün büyük salgınların ucunun yarasalara çıkmasını nasıl yorumlamalı? Bizi yarasalarla bugünlerde bu denli yakınlaştıran ne? 2015 yılında yayımlanan bir çalışmada bir grup araştırmacı bu sorunun olası yanıtlarını sıralıyorlar.[7] Araştırmacılara göre farklı yarasa türlerindeki bu virüsler insanlara nadiren de olsa doğrudan, sözgelimi insanların yarasaların yuvalandığı bir mağaraya girip yoğun bir şekilde virüs barındıran havayı solumalarıyla ya da yarasaların gıda olarak tüketildiği bölgelerde pişirim öncesinde temas yoluyla geçebilmekte, ancak yaygın olarak bir ara konak dolayımından geçerek insana ulaşmaktadır. Her iki güzergâhta da insanlar ile yarasalar arasında belli bir yakınlığın olması, birbirlerinin doğal yaşam alanlarına girmeleri zaruri görünüyor. Nasıl oluyor da sıklıkla beton yığınları arasına sıkıştığından şikâyet eden, dünyadaki diğer canlılarla olan en somut bağı büyüyen bir “doğa” nostaljisinden ibaret olan insan, yarasalardan kaçtıkça yarasalara geri dönüyor? Harald Brüssow bu büyüyen mesafenin sandığımızdan çok daha karmaşık olduğunu bir itme-çekme mekanizmasıyla açıklıyor.[8] Bu mekanizmaya göre artan insan popülasyonu yerleştiği çevreyi önce oradaki diğer bütün canlılar için âdeta yaşanmaz bir hale getirerek, onları defederek kendi tekeline alıyor. Ancak ikinci bir adımda, insanın kendi gereksinimlerine göre dönüştürdüğü fiziksel çevresi, doğal yaşam alanları daralan, besin kaynakları cılızlaşan bu canlılar için yeniden bir cazibe unsuru haline geliyor. Sık sık mevzubahis olan Wuhan’daki canlı hayvan pazarı aslında bunun pek çok örneğinden biri. Çok çeşitli vahşi hayvan türlerinin bir arada bulunduğu bu pazarların bir müdavimi de bölgedeki bazı yarasa türleri. Yakın tarihlerde Batı Afrika’da baş gösteren Ebola salgınında da benzer bir çekme mekanizmasının etkili olduğunu biliyoruz. Üç yıl önce yayımlanan bir araştırma bu salgının bölgedeki küçülen orman varlığıyla ilişkili olduğunu, doğal yaşam alanlarından olan yarasaların insanlarla ya da insanlarla ekseri iç içe yaşayan diğer canlılarla yakınlaşmaya mecbur kaldığını ve virüsün türler arasındaki sıçramalarının bu yakınlaşma ile kolaylaştığını gösteriyordu.[9]
Yarasa olmanın bugün neye benzediği sorusunu sormadan, başta ormansızlaşma olmak üzere insanın dolaylı ya da doğrudan etkili olduğu büyük çevresel dönüşümün insan-yarasa ilişkisi üzerindeki etkilerini hesaba katmadan bu salgından çıkarılan bütün dersler de hızla bir ırkçılık batağına saplanıyor. İlk ölümlü vakaları Wuhan’da canlı hayvanların satıldığı bir pazarla ilişkilendiren ilk raporlar kamuoyunda Çin mutfağını ve yemek kültürünü bir kez daha hedefe oturttu ve salgının faturası ilkin yarasa çorbasına kesildi. Trump’ın da çorbada tuzu var: Bu itibarsızlaştırma fırsatını kaçıracak hali olmadığından virüsten “Chinese virus” diye bahsetmekte ısrar ediyor. Politik doğruculuğu gözeten ana akım medyayı bir yana ayırırsak, insanların fikirlerini sözümona özgürce ifade ettiği sosyal medya platformlarında bu virüs hâlâ sıklıkla Çinlilerin “tuhaf” yeme alışkanlıklarının insanlığın başına sardığı bir illet olarak anılıyor. Halbuki SARS-CoV-2’nin tahmin edildiği üzere Wuhan’dan yayılmaya başladığını kabul etsek bile, Çin mutfak kültürü için bu gıdaların hiçbirinin yeni olmadığı gerçeği, bize bugünü, dünyadaki tüm memeli türlerinin tek başına yaklaşık beşte birini oluşturan yarasa türleriyle[10] bugün kurduğumuz ilişkiyi yeniden düşündürmeye yetebilirdi.
Bu salgından bir ders çıkarma hezeyanı ile saplandığımız bir diğer bataklık da ahlâkçılık. (Yaşantılarımızdan ileriye dönük dersler çıkarıp durduğumuz bu pedago-ahlâki yaşam vizyonu ayrıca incelenmelidir.) Instagram’da bir vegan aktivist grubunun hesabından paylaşılan görselde karşılaştığım (ve fakat zorunlu olarak tüm veganizmleri katettiği söylenemeyecek) argüman bunun tipik bir örneği.[11] Kısa metin şu cümleyle başlıyor: “COVID-19 hayvanları yediğimiz için başladı.” Devam ediyor: “Eğer dünya vegan olsaydı COVID-19 var olmazdı.” Bu gönderi sayesinde Instagram’ın haberdar olmadığım bir politikasını da öğrenmiş oldum, çünkü an itibarıyla bu gönderiyi açmaya çalıştığınızda öncelikle bağımsız uzmanların bu gönderideki bilgilerin kısmen yanlış olduğunu belirttiğine dair bir uyarıyla karşılaşıyorsunuz. Kısmen yanlış hatta küllen yanlış onlarca bilginin dolaşımda olduğu Instagram’da bu teyit politikasının bu gönderide hassasiyetle uygulanmasının gerekçelerini sorgulamayı bir kenara bırakırsak, söz konusu uzmanların oldukça önemli bir gerçeğe parmak bastıklarını görebiliriz.[12] İnsanlar hayvanları yedikleri ya da onları sömürdükleri için bu hastalıklara maruz kalmıyorlar, basitçe yeryüzünde bu hayvanlarla birlikte yaşadıkları için bu hastalıklara maruz kalıyorlar. Bu birlikte yaşam ortamı ise zorunlu olarak insanların diğer canlıları yediği ya da sömürdüğü ilişkilere dayanmıyor. En kaba hatlarıyla köpeklerin evcilleşmesini ele alalım. İnsanlar köpeklerden çeşitli faydalar elde ediyorlar elbette: Köpeklerden bir nevi çoban olarak, tehlikeleri önceden haber veren bir alarm olarak faydalanıyorlar. Ancak köpekler de bunlara mukabil güvenli bir barınağın ve sürekli bir gıda kaynağının konforunu elde ediyorlar. İnsanlar ile köpekler arasındaki alışverişi bu karşılıklı fiziksel çıkar düzeyine indirgeyebileceğimizi varsayarsak, bu karşılaşmada bir sömürü görebilmek ancak insanın diğer hayvanlara göre mutlak bir üstünlüğünün kabulü ve diğer hayvanların da insanlarla olan ilişkilerinde sömürülmekten başka bir varlık gösteremediği bir edilginliğe mahkûm edilmesiyle mümkün olabilir. Oysa biz sadece çevremizdeki hayvanlarla değil, virüslerle, bakterilerle dahi iş birlikleri, simbiyozlar yapıyoruz, nitekim bugün insanların vücudunda taşıdığı, birlikte yaşadığı mikropların kendi vücut hücrelerinden sayıca daha fazla olduğunu biliyoruz. Bugün yarasaları yeniden düşünürken, insanı bir yandan diğer tüm canlılar gibi kendi çıkarlarını gözeten, bunu, evet, çoğu zaman son derece bencilce yapan, ancak öte yandan çevresiyle sömürü dışında ilişkiler kurabilen bir varlık olarak tanımanın zorunluluğuyla yüzleşiyoruz. Bu kavramsal çerçeve yalnızca insanın aktüel sömürülerini ayırt etmenin koşulu değil, aynı zamanda virüslerin bir türden diğerine sıçramasını, zoonozları, salgınları, hayvanlarla birlikte yaşamanın olağan bir sonucu değil de, bir hayvan türünün diğerine, bir halkın diğerlerine ya da, sorumluluğu bütün bir insanlığa yayarak, insanlığın kendi kendine yaptığı bir kötülük olarak sunan ahlâkçılıktan tek çıkış yolu.
[1] Thomas Nagel, “What is It Like to Be a Bat?,” The Philosophical Review 83, no. 4 (Ekim 1974): 435-450.
[2] Nagel, “What is It Like to Be a Bat”, s. 438.
[3] John Berger, Why Look at Animals? (New York: Penguin Books, 2009): 21.
[4] Berger, Why Look at Animals?, s. 24-33.
[5] Joyce Mahler, “Coronavirus, COVID-19: From Pangolin, Snake Or Bat. Fact?”, Whatsorb, 3 Şubat 2020, https://www.whatsorb.com/community/coronavirus-from-bat-to-snake-to-humans-fact-or-hypothesis/.
[6] Donna J. Haraway, When Species Meet (Minneapolis ve Londra: University of Minnesota Press, 2008).
[7] Hui-Ju Han, Hong-ling Wen, Chuan-Min Zhou, Fang-Fang Chen, Li-Mei Luo, Jian-wei Liu ve Xue-Jie Yu, “Bats as reservoirs of severe emerging infectious diseases”, Virus Research, 205 (Temmuz 2015): 1-6, https://doi.org/10.1016/j.virusres.2015.05.006.
[8] Harald Brüssow, “On Viruses, Bats and Men: A Natural History of Food-Borne Viral Infections”, Viruses: Essential Agents of Life içinde, der. Günther Witzany (Dordrecht: Springer, 2012), alıntılayan Hui-Ju Han, Hong-ling Wen, Chuan-Min Zhou, Fang-Fang Chen, Li-Mei Luo, Jian-wei Liu ve Xue-Jie Yu, “Bats as reservoirs of severe emerging infectious diseases”, Virus Research, 205 (Temmuz 2015): 1-6, https://doi.org/10.1016/j.virusres.2015.05.006.
[9] Jesús Olivero, John E. Fa, Raimundo Real, Ana L. Márquez, Miguel A. Farfán, J. Mario Vargas, David Gaveau, Mohammad A. Salim, Douglas Park, Jamison Suter, Shona King, Siv Aina Leendertz, Douglas Sheil ve Robert Nasi, “Recent loss of closed forests is associated with Ebola virus disease outbreaks”, Scientific Reports, 7 (Ekim 2017), https://doi.org/10.1038/s41598-017-14727-9.
[10] “13 Awesome Facts about Bats”, U. S. Department of the Interior, 24 Ekim 2017, https://www.doi.gov/blog/13-facts-about-bats/.
[11] Cowspiracy (@cowspiracy), Instagram fotoğrafı, 16 Mart 2020, https://www.instagram.com/p/B9wztgHJHLV/.
[12] Matthew Brown, “Fact Check: Is COVID-19 caused by human consumption of animals?”, USA Today, 18 Mart 2020, https://www.usatoday.com/story/news/factcheck/2020/03/18/coronavirus-fact-check-covid-19-caused-eating-animals/5073094002/.