Kişisel hikâyelerimizi yazmaktan, anlatmaktan uzak duracağımız zamanlar vardır. Sorular üst üste binse dahi yanıt vermek istemeyiz. Kimi zamanlardaysa “Bir dokun bin ah işit!” mottosuyla sohbetin akışına bırakır, konuşur da konuşuruz. Malum, konuşmayı seven bir cinsiyetiz. Her iki yaklaşım da insan olmanın sınırları, çeperleri ile ilgili. Bu yazıda kişisel hikâyemi, feminist bir odadan çıkarıp, kadınların nasıl bir odaya sahip olmak istedikleri fikri üzerine yoğunlaştırmaya çalışacağım. (Bir kadın arkadaşımın “Kendi hikâyeni yazarak başlasan iyi olur,” önerisi, yazımın ortaya çıkışında son derece etkili oldu, bunu belirtmeden geçemeyeceğim.)
Feminist Odalar yazı dizisine hazırlık fikri, odanın -Virginia Woolf’un ifade ettiği tarzla- kadınların kendisini; düşünsel, sanatsal üretimleriyle sorgulama, dayanışma, kadın hareketinin ataklarını, gelişimini takip etme, edebiyat eleştirisinde kadınların varlığını kurabilme fikrini içeriyordu, düşündükçe “Peki, nasıl odalar istiyoruz?”, “Dünyada böyle odalar var mıdır?” gibi sorular da eklendi. Feminist Odalar yazı dizisinin kendisi de bir oda olabilir.
Woolf öncelikle gerçek bir odadan söz eder. Duvarı, masası, kütüphanesi ve dünyaya açılan penceresiyle… Kendi üzerine katlanan düşünce sistematiğini kurabilmenin tek yolu, kendine ait bir odaya sahip olmakla mümkündür.
O zaman anlatmaya başlayayım.
2000 yılında -henüz Marmara Depremi’nin üzerinden 6 ay geçmişken- deprem bölgesine il dışından gelen feminist kadınlarla çalışmalar yürütüyorduk. Kadın arkadaşlarımın bir kısmı benim gibi siyasi yapılar ve sendikalarda örgütlü kadınlardan oluşuyordu. Bir de bağımsız feministler diye tabir ettiğimiz, yalnızca kadın sorunuyla iştigal eden -biz öyle zannediyorduk demek daha doğru olur- kadınlar vardı. Onların pek çok konuda refleksleri daha güçlüydü ve eleştirel açıdan gelişkin şahsiyetlerdi. Bize öğretilen politik yordamda onları “daha az politik” bulduğumuz bir dönemden geçiyorduk. Şimdi dönüp geriye bakınca bu konuda kendimi epey komik ve mesnetsiz buluyorum.
Kocaeli Eğitim-Sen yönetim kurulunda ve kadın komisyonunda çalışan kadınlar olarak, kadın hareketinin gelişimini yakından takip ediyor, 8 Mart etkinlikleri, kadın üyelere ulaşma çabası ve çocukların sendikada daha nitelikli vakit geçirebilmesi gibi konular üzerine düşünüp, pratik işleri organize ediyorduk. Aynı dönemde deprem hepimizin hayatını derinden etkilemişti. Pek çok öğretmen arkadaşımız tayin isteyerek bölgeden ayrıldı. Öğrencilerimizi, öğretmen arkadaşlarımızı, yakınlarımızı, kasabımızı, manavımızı, komşularımızı kaybettik. Körfez Eğitim-Sen binamız yıkıldı. Kısa süre içinde toparlanıp, yaralarımızı sarmak için aylar süren çalışmalara başladık. Konteynırlarda ve çadır-kentlerde barınıyorduk. Kadınlar sokakta barınmanın zorluğunu daha katmerli yaşıyordu. Erkeklerle kadınlar arasındaki en temel fark, ev işlerini çadırda yapabilmek konusunda ortaya çıkıyordu. Örneğin çamaşır yıkayacak suyu bulduğumuzda, bu kez de kurutabilmek başlı başına bir sorun oluyordu. Siyasi ekibimle birlikte 75 kişi bir şantiyede kalıyor, hemen dibimizdeki çadır-kentte de yiyecek, giyecek ve barınma, sağlık ve benzeri ihtiyaçlar için ağır tempoda çalışıyorduk.
Ekonomik sıkıntılar ve kış şartlarının bastırmasıyla, dört duvardan ince tentelere, çadırlara mahkûm olan kadınlar zorlu bir mücadelenin içine düşmüştü. O dönemden aklımda kalan en yıkıcı hikâyeler, psikolojisi bozulan çocuklar ve kadınlarla ilgilidir. Biz biraz daha toparlandıktan sonra, ağırlıkla İstanbul’dan gelen feminist kadınların önerileri ve çabalarıyla çadır-kentlerde mum atölyeleri, örgü atölyeleri, eğitim çalışmaları ve psikolojik destek grupları oluşturuldu.
2000 Dünya Kadın Yürüyüşü
Bizim bölgede yaşadığımız daha özel sorunlar o yıl dünya çapında düzenlenen kadın yürüyüşü hazırlıklarına denk gelmişti. Yönetim kurullarında temsil edilen ve bizatihi kadın çalışmalarına katılan arkadaşlarımızdan beş kişi seçildi ve Dünya Kadın Yürüyüşü Deprem Bölgesi temsilcileri olarak Paris’e, oradan da Brüksel’e uzanan çalışmalara katıldık. Türkiye’de feminizmi pratik olarak yeni yeni tanırken, dünya ülkelerinin kadınlarıyla tanıştık ve onlarla çalışmalar yürüttük. Kaybettiklerimizin yanında kazandıklarımızı görmek ve deneyimlemek bizi derinden etkilemeye başlamıştı.
Paris’teki feminist kadınların kurumları, ürettikleri yaratıcı işler ve sonunda gerçekleşen büyük yürüyüş, Türkiye’ye döndüğümüzde bize bir ödev gibi olmayan ancak içselleştirdiğimiz ciddi sorumluluklar yüklemişti. Örneğin Paris’te çalıştığım komitedeki kolektif işlerimden biri, Cibutili bir kadın sendikacıyı hapishaneden çıkarmak için dünya çapında yürüttüğümüz organizasyonda, çengelli iğnelere renkli boncuklar dizerek, kadınların yakasına takabileceği bir simgeyi üretmekti. Broşları 1 franka satıyor, organizasyonun masraflarını karşılıyorduk. Basit bir çengelli iğne organizasyonu -biz ona operasyon diyorduk- ve ardından gelen işlerle, arkadaşımızın bir yıl sonra hapishaneden çıkmasını sağlamıştık. İnanılmaz eğlenceli ve neşeli kadınları gördükçe üzerimdeki kasvet de dağılmaya başlamıştı. Ayrıca faks çekme eylemleri, çok dilli bildirilerin yazımı ve pek çok ülkenin feminist örgütlerine ulaşmak gibi işleri paylaşıyorduk. Günler süren bu tempolu deneyimde, özel olarak tercih ettiğim bir atölye dizisine katılabilmiştim. Hepimiz katılmak istediğimiz atölyeleri ve diğer tüm işleri seçmekte özgürdük. Meksika’dan günler süren yolcukla Paris’e karavanlarıyla gelen kadınlar -hiç unutamadığım bir deneyimdi- bir atölye çalışması yürütüyorlardı. Sayamayacağım kadar çok sayıda renkli, neşeli kadın, cıvıl cıvıl ortalığı dolduruyordu. Paris ve Brüksel sadece kadınların bal yaptığı bir arı kovanı gibiydi.
Clara Magazine adlı feminist dergide çalışan bazı kadınlar daha farklı bir atölye organize etmişlerdi. Dünya Kadın Yürüyüşü’nü anlatan materyallerin üretildiği bu atölyede, sosyal bilimlerin kullandığı araştırma/inceleme yöntemleri üzerine tematik bir çalışma vardı. Okumayı ve yazmayı seven bu kadınlar düşünsel deneyimlerini bizlerle paylaştılar. Kartonlarla dolu duvarların karşısına geçerek ve notlar alarak gerçekleşen bu atölyede, çalışma nesnemizi nasıl seçebileceğimizi, ona nasıl yaklaşabileceğimizi öğrendim. Literatür taraması yapmayı, doğa bilimlerinin ve sosyal bilimlerin yöntemlerini, çeşitli akımları, feminist politikayı nasıl çalışabileceğimi öğrenmek, Türkiye’deki pratik işlerimizin yanı sıra bende çok özel bir iz bıraktı. Akademik çalışmanın bağımsız olarak nasıl yürütülebileceğine dair ipuçlarını öğrenmek hayatımın sonraki yirmi yılında belirleyici oldu.
Türkiye’ye döndüğümde 30’lu yaşlarında bir kadın olarak, öğretmenliğimin 13., anneliğimin 7. yılındaydım. İlk iş, kütüphanemi, çalışma masamı ayrı bir odaya taşıyarak, derme çatma bir çalışma odasına sahip oldum. Türkiye’de yayımlanan feminizm temalı kitapları, özel olarak dergileri, filmleri, toplantıları ve konferansları gücüm yettiğince izlemeye, okumaya -daha çok çalışmaya- başladım. Kısa bir süre sonra il değiştirdim, siyasi grubumdan da ayrıldım. Ancak bunlara bizzat karar verirken bile şunu hiçbir zaman unutmadım; bu kararların önemli kısmında yaşadığım koşulların etkisi vardı. Oğlumu yetiştirmek, öğretmenlik yapmak, sendika ve siyasi örgütlenmede çalışmak, tüm bunlar olurken erkek egemen yapının dayatmalarıyla mücadele etmek hiç de kolay değildi. O döneme ait anımsadığım en kuvvetli şey, kendimi son derece yorgun hissettiğim bir sürecin bitmesini isteyişimdi. Bu istek; her şeye “Evet!” demenin sancısını yaşamamak anlamına da gelecekti. Artık doğru bulmadığım ya da yapmak istemediğim bir şeye “Hayır!” diyebiliyorum.
Okuduğunuz bu kişisel hikâye çok daha detaylı, sancılı, bazen inanılmaz neşeli ve heyecanlı, kadınlarla birlikte az sayıda erkek arkadaşımızın bizimle yan yana olduğu, aslında tanıdık bir hikâyedir. Türkiye’de kadın olmanın hikâyesi… Ne yazık ki milyonlarca kadın benim yaşadığım deneyimin yanına bile yanaşacak olanaklara sahip değil. 2000 yılında kurduğum odadan sonra iki il ve pek çok oda daha değiştirdim. Kurdum, dağıttım, usanmaksızın yeniden kurdum ve o odalarda çalıştım. En azından daha rahat düşünebildiğim, üretebildiğim bir olanağa kavuşmuştum. Hâlâ günlük çalışma rutinimin ortalama 8 saati çalışma odamda geçiyor. İlkini geçtiğimiz ay yazmaya başladığım “Feminist Odalar” yazı dizisinin kişisel görünümlü zihinsel arka planında, kadınların odalarında üretilen fikirleri tartışabilmek arzusu taşıyorum.
İçinden geçtiğimiz dönem siyasal, kültürel ve özel olarak toplumsal cinsiyet eşitliği açısından farklı niteliklerin çarpıştığı bir dönem. Kadınlar bir yandan gelişen feminist hareketin içinde yer alırken, ülkede kadın cinayetleri hız kesmeden devam ediyor. En yakıcı sorunumuz kadın cinayetleri. Günlük hayatımıza kasteden başka ne varsa anlamaya, anlamlandırmaya çalışıyoruz. Bu bağlamda:
-Kadınlara ait odaların, kurumların bu yazı dizisinde özel bir yeri olsun istiyorum. Nitelikli görünürlük ve temsil edilebilme hâlâ kadınların en büyük sorunlarından biri.
-Feminist kuramın çakıştığı veya içerdiği farklı disiplinlerin yürüttüğü kuramsal tartışmalar; bu yazı dizisinde, söyleşiler, kitap eleştirileri, mektuplaşmalar ya da konferanslarla yaşasın istiyorum.
-En genelde feminist eleştirinin, özelde feminist edebiyat eleştirisinin -bu ikisini kesin çizgilerle ayırmanın da mümkün olmadığını unutmadan- Feminist Odalar’ı belirleyen unsurlardan biri olarak bu dizide var olmasını düşlüyorum.
-Aktüel gündemin takibi sırasında, kadınların pratik/politik ve düşünsel sorunlarının ya da güzelliklerinin, neşelerinin Feminist Odalar’a da yansıyacağı bir kültürel ortama kavuşmayı arzuluyorum.
Feminist Odalar, zihnimizde güneşe yönelen başka odalara açılsın, kendisi bazen bir koridor olabilsin istiyorum.