Sara Ahmed, Feminist Bir Yaşam Sürmek adlı kitabında yazınsal deneyimini ve yolculuğunu anlatırken, alıntı yapma politikasını uzun uzadıya açıklar. “Bu kitapta katı bir alıntı politikası benimsedim. Hiçbir beyaz erkekten alıntı yapmadım.”[1] Beyaz erkek derken aslında bir kurumdan söz eder -daha çok akademiden. Feminizm ve ırkçılık karşıtlığı soykütüğüne katkıda bulunmuş olanları dışlar ve alıntılamayı aynı zamanda feminist bir bellek olarak tanımlar. Bu politikası aracılığıyla kendisinden önce gelen feministlerle ilgilenmek için daha fazla alanı olduğunu belirtir.
“Bu kitapta benimle birlikte ortaya çıkan bazı metinler önceden de benimle beraberdi: Virginia Woolf’un Mrs. Dolloway’i, George Eliot’un Mill on the Floss’u (Kıyıdaki Değirmen), Rita Mae Brown’un Rubyfruit Jungle’ı (Yakut Meyvesi Ormanı) ve Toni Morrison’un The Bluest Eye’ı (En Mavi Göz). Gittiğim yolda bu metinler olmadan ilerleyemezdim. Feminist bir yaşam sürmek çok iyi yoldaşlarla yaşamaktır. Bu yoldaş metinleri oyunbozan hayatta kalma kitime yerleştirdim. Buna neleri dâhil ederdiniz?”[2]
Benim ilk cevabım Sarı Duvar Kâğıdı. Bilgiyi nasıl ürettiğimiz, kurgumuzun nasıl olduğu, alıntı ya da okuma seçkilerimiz, hepsi ortaya çıkardığımız metinler için birer tuğla işlevinde. Ahmed’in deyişiyle; alıntılar feminist tuğlalar olabilir. Sarı Duvar Kâğıdı, Amerika’nın ilk feminist yazarı olarak bilinen Charlotte P. Gilman’ın biyografik göndermeler de içeren seçme öyküleri. Ahmed’in saydığı metinlere ek olarak, “Neleri dâhil ederdiniz?” sorusuna verdiğim ilk cevabın özel bir anlamı var. Feminist bir tuğlayı yapıya eklerken, aradaki harcı -ya da bir tür çimentoyu- tartışabilmek. Her tuğla, feminist bir öznel fark ediş olabilir ama tek başına bir tuğla sadece tuğladır. O nedenle söz ettiğim iki metin arasındaki çimentoya biraz daha yakından bakmak istiyorum.
Sarı Duvar Kâğıdı’nın Harcı
Sarı Duvar Kâğıdı’nın kadın anlatıcısı; kolonyal bir malikâneyi üç aylığına kiralayan doktor kocasının, bilgelik ve nezaket gibi görünen koruma kalkanıyla giderek delirişini, günlük gibi yazılmış, psikolojik vuruşlarla anlatır. Bu kalkan, aslında ağır bir baskının aracıdır. Bu anlatıda kritik bir durum vardır: Kadının yeni doğmuş olduğunu sezdiğimiz bir bebeği vardır. Bebeğin varlığını birkaç değini dışında bilmeyiz, bebek anneden uzak tutulur. Annenin delirişi ve bebeğin ondan uzak tutulması, annenin bir tür lohusa humması yaşadığını düşünmemize neden olur. Hamilelikle birlikte hormonları yükselen bir kadının, doğum sonrasında hormonlarının ani düşüşüyle yaşadığı depresyon. Ancak metni yalnızca bu durumla açıklamak son derece kadük bir değerlendirme çünkü sorun hormonal dalgalanmanın epey dışındadır. Anne ve baba arasında işlenen gerilim, erkek egemenliğinin en nezaketli veçhesi olarak edebiyata düşmüştür:
“John gündüzleri hep dışarıda, hatta ciddi bir hastası olduğunda, geceleri de. Benim hastalığım ciddi olmadığı için çok memnunum! Ama bu sinir bozuklukları çok can sıkıcı. John benim gerçekte ne kadar acı çektiğimi bilmiyor. Acı çekmem için hiçbir neden olmadığını biliyor ve bu ona yetiyor. Elbette bu yalnızca sinir bozukluğu. Üzerime öyle bir ağırlık çöküyor ki, hiçbir işimi yapamıyorum. John’a yardım etmeyi, onun rahat ve huzurunu sağlamayı öyle istiyorum ki; oysa şimdiden onun için bir yüküm! Yapabildiğim küçük şeylerin (giyinmek, misafir ağırlamak ya da ortalığı toplamak gibi) bana nasıl bir çabaya mal olduğuna kimse inanmaz. Neyse ki Mary bebeğe çok iyi bakıyor. Sevgili bebek! Ama ben hâlâ onunla beraber olamıyorum. Bu beni çok asabileştiriyor.”[3]
Lohusa depresyonu üzerine epey hikâye dinlemişsinizdir. Ama adı üstünde hikâye işte, öylece kalmıştır hafızanızın bir yerinde… Oğlumu doğurduktan on gün sonra aniden dışarı çıkıp, upuzun saçlarımı üç numaraya vurdurup, birkaç saat evimizin yakınındaki parkta etrafa boş boş bakarak oturduğumu hatırlıyorum. Ne olduğunu çok da anlamadığım doğum sonrası ilk günler ve nasıl bir anneyim diye kendimi sorguladığımı da hiç unutmuyorum. Kadınların yaşadığı benzer deneyimler çoğunlukla küçümsenir, kutsal annelik kisvesi altında da yok edilir. Doğurgan olmak, tüm bakım hizmetlerinin, başka bir deyişle yeniden üretim alanının asli öznesi olmak da bu yok edilişin kapsamı içindedir. Bir annenin hiç aklımdan çıkmayan kendini ifade edişine bir blogda rastlamıştım:
“İki çocuklu anneyim, aslında ben hep lohusayım. Eski hayatımı hatırlamaya çalışıyorum. Hiç yok, anılarımdan silinmiş sanki... Koray'dan sonra tepetaklak olmuştum, kamyon çarpmışa dönmüştüm resmen. Toparlanmak zorunda hissediyordum kendimi ama bir o kadar da yalnızdım.”[4]
Aslında Ben Hep Lohusayım
Sarı Duvar Kâğıdı, kadın anlatıcının saatlerini duvar kâğıdına bakarak geçirdiği, duvar kâğıdının arkasında başka desenler gördüğü, bu desenlerin kıpırdandıklarını ve başkaldırdıklarını zannettiği bir delilik uğrakları dizisi olarak karşımıza çıkar. Tüm bunlar olurken anlatıcı kendine iki itirafta bulunur.
“Uzun zaman arkadakinin ne olduğunu anlayamadım, o alttaki belirsiz desenin. Ama şimdi kesinlikle biliyorum ki o bir kadın. Gündüzleri boyun eğmiş gibi sessiz. Sanırım onu böyle sessiz kılan üstteki şekiller. Çok akıl karıştırıcı. Beni bir süre sessizleştiriyor. Şimdi daha uzun süre uzanıyorum. John uzanmanın ve mümkün olduğu kadar uyumanın benim için iyi olduğunu söylüyor. Hatta yemekten sonra bir saat uzanmamı sağlayarak o alıştırdı beni buna. Bence çok kötü bir alışkınlık. Çünkü görüyorsunuz işte, uyumuyorum. Ve bu yalan söylememe yol açıyor, çünkü onlara uyumadığımı söylemiyorum. Yo, hayır! Aslında John’dan biraz korkuyorum.”[5]
Bu pasajdaki ilk itiraf açıkça anlaşılıyor: Kadın, kocasından korktuğunu kendine ilk kez söylüyor. İkinci itirafsa örtük bir iç konuşma… Desenlerin içinde gördüğü siluetin de kadın oluşu, gündüzleri sessiz kalışı, anlatıcı kadının aslında kendilik durumunu fark edişi. Sara Ahmed’in alıntıladığı her metin, Charlotte P. Gilman’ın anlatıcısının itiraf ettiği her fark edişte, binaya eklediği birer tuğla… Harcı ise, tüm kadınların yaşadıklarındaki ağır ortaklıklar. Bu tuğlalar oyunbozan feminist tuğlalar. İnşa edilen odalar da öyle, oyunbozan binaların oyunbozan bölümleri. Mimarisi, malzemesi feminist bir mirasla yoğurulan çimentoları, kadınlar kuramsal ve pratik tuğlalarla birleştiriyor.
Metaforik olarak düşündüğümüzde, tuğla ve çimento aslında feminist bilinci betimliyor. Bizim coğrafyanın feminist bilinci, müfredat programlarından ya da devlet politikalarından gelmiyor. Daha çok kadın kolektiflerinden, mücadelelerinden ve toplantılarından, feminist yazarlardan, üniversitelerdeki yeni yeni yüksek lisans ve doktora programları gibi serpilen çalışmalardan boy veriyor. Feminist kuramcıların ve yazarların metinlerini öne çıkarırken ve bunu ısrarla sürdürürken, bilginin feminist yeniden üretimi üzerine düşünürken hem gelecek zamana yönelik hem de geçmişe dönük bir strateji geliştiriyoruz. Bu bağlamda tuğlalar ve çimentolar, kopuşun ve yeniden bağlanmanın politikasını temsil ediyorlar.
Sarı Duvar Kâğıdı’nda, uyumlu olmak için daha az yer kaplamaya çalışan, içine kapatıldığı odada sürünerek deliren ve kendilik halini bir başka siluete yansıtan bu kadın, feminizmin bir hafıza işi olduğunu, delirmenin kışkırtıcı ve ayıltıcı bir ruh haline dönüştürdüğünü de bize söyler.
“Feministler sadece kışkırtıcı olmakla kalmamış çoğu kışkırtırken akıllıyla deli arasındaki sınırı geçmiş, bu geçiş kapatılmaya ve ölüme yol açmıştır. Pek çok feminist Shayda Kafai’nin (2013) zekice ‘delilik sınırındaki bedenler’ dediği, zaman ve mekân içinde nasıl seyahat ettikleriyle akıl sağlığı ile delilik arasındaki ayrımın istikrarsızlığını ifşa eden bedenler haline geldi. Burada yoldaş metinlerimden bir başkasına dönmek isterim: Charlotte Perkins Gilman’ın The Yellow Wallpaper’ı (Sarı Duvar Kâğıdı) ([1892] 1997). Sarı Duvar Kâğıdı, Grimm hikayesinin feminist bir yeniden yazımı olarak okunabilir. Gilman’a nevrasteni, sinir argınlığı teşhisi konuldu ve o zamandan beri doğum sonrası depresyonundan mustarip olduğu düşünülüyor. Nevrasteninin tedavisi dinlenmek; uyarıcıların azaltılması. Akli bir durumun tedavisi orta sınıf ve üst sınıf kadınlar için kadın(sı)lık gerekliliklerine yakın: faaliyetler rahatsız edici, düşünceler kışkırtıcı, hayat, dikkati iyileşme ve iyi olma görevinden başka yöne çevirmek için yapılan pek çok şey haline gelir. Sarı Duvar Kâğıdı tam da bu teşhisten mustarip bir kadının hikayesidir; kocası doktordur, hastalığının tedavisi dinlenmektir. En başından itibaren dinlendirmesi gereken yetilerini kullanır: ‘çalışması’ kesinlikle yasaktır. Buna karşı çıkar, ‘Şahsen onların fikirlerine katılmıyorum. Şahsen, kafama uygun bir iş, heyecan ve değişiklik bana iyi gelecektir’. Doğrusu, bu şahsen’in tekrarlanması iğneleyicidir; tıbbi bir teşhisin kişisel olmayışına karşı kişisel konuşmanın isyan etmek olduğunu belirginleştirir.”[6]
Deliliği, aklın acı çekmesini engelleyen bir müdahale olarak düşünürseniz, kadınların neşesini, aykırılıklarını ve başkaldırısını anlamak daha kolay olur. Kadınların “Hep lohusalık halinde kalışı” ile feminist bir hayatı dönüştürmeyi düşünmek için çaba harcamak arasındaki bağlantı, bizim yapıp etmelerimizin çimentosu gibi görünüyor. Bu nedenle feminist biyografiler, öyküler, anlatılar veya romanlar, feminist edebiyat eleştirisinin ve feminist teorinin vazgeçemeyeceği tuğlalardır.
Ayrıca yakınlarınızda cereyan eden olay ve olgulara daha özenli baktığınızda, bir kadının feminist olma hikâyesine mutlaka rastlarsınız. O zaman vakti geldi, asıl sorumu sorayım: “Sizin feminist olma hikâyeniz nedir?”
[1] Sara Ahmed, Feminist Bir Yaşam Sürmek, çev. Beyza Sümer Aydaş, Sel Yayıncılık, İstanbul, 2018, s. 31.
[2] A.g.e., s. 33.
[3] Charlotte P. Gilman, Sarı Duvar Kâğıdı, çev. Aksu Bora ve Aysun Altunışık, Otonom Yayıncılık, 2019, s. 11.
[5] Sarı Duvar Kâğıdı, s. 20-21.
[6] Feminist Bir Yaşam Sürmek, s. 109.