Kanal İstanbul tartışmaları iyice kızışırken, mebzul miktarda “komplo teorisi” de zuhur etmeye başladı. Memleket gerçeklerinin vazgeçilmez parçası olan bu “teoriler”i asla gözardı etmeye gelmez. Rastladığım kadarıyla, bunların birkaç tanesini önce sıralamaya çalışayım.
Herhalde en heyecanlandırıcı olanı, Kağan Kurtoğlu’nun bir TV kanalında (A Haber) dillendirdiği “bomba haber”. Adının önünde “Doç. Dr.” unvanı de eksik olmayan bu şahıs, Kanal İstanbul güzergâhının üzerinde, “Tapınakçılar”ın yüzyıllar önce Fransa’dan kaçırıp gömdüğü on gemi dolusu altın bulunduğunu, bu bilgiyi de “Vatikan kaynakları”ndan edindiğini söylemiş. Kanal İstanbul projesinin ardındaki esas nedeni ortaya koyan bu eşsiz malumatın, defineciden geçilmeyen Türkiye’de yürekleri nasıl hoplattığı kolayca tahmin edilebilir.
Bir diğer heyecan verici “teori”, sosyal medyada dolaşan bir harita. Yunan basınından alındığı rivayet edilen bu haritada, Trakya’nın tamamı elden gitmiş, Türkiye’nin sınırı doğuya, İstanbul Boğazı’na kadar çekilmiş. Rumeli yakasında ise, Kanal İstanbul’la birlikte ikiye bölünen Trakya’nın batı kısmı Yunan toprağı olmuş, ama her nasılsa Kanal’ın doğusu ile İstanbul Boğazı arasında kalan ve bir “ada” şeklini alan karaparçası ayrı bir “ülke”ye dönüşmüş, adı da “Ecumenopolis”; üstünde de bir haç işareti var. Belli ki bu yeni ülke de Yunan toprağı, yahut “Yunanımsı” bir yer, fakat adının da çağrıştırdığı üzere, “Ekümenik” sıfatını taşıyan Rum Patrikhanesi’nin idaresi altında. Tıpkı, Trakya’nın Yunanistan tarafındaki yarı-özerk Aynaroz gibi. Şu farkla ki, Aynaroz bir yarımadayken, “Ecumenopolis” teknik anlamda bir ada durumunda. Aynaroz gibi “Ecumenopolis” de kadınların ayak basamadığı bir ülke mi olacak, o kadarı haritada belirtilmemiş, ama vadesi konmuş: yıl 2060. Anlaşılan o ki Kanal İstanbul, aceleye getirilmeden, derinden ve sinsice yürütülen bir planın parçası. “Megali İdea”nın daha önce hiç düşünülmemiş veya ifşa edilmemiş bir versiyonu -yahut “konfigürasyon”u. Vatikan olsun, Patrikhane olsun, hayatını dünya kiliselerinin karanlık planlarını deşifre etmeye adamış azimli kişilerin başında gelen Aytunç Altındal, bugün hayatta olsaydı “Ecumenopolis” kurgusuna daha ne renkler katardı kimbilir!
Daha ciddi görünüşlü “teoriler” de var elbet, ama haliyle onlar o derece heyecan verici değil. Örneğin bir tanesi, Kanal İstanbul’un bir Amerikan projesi olduğuna ilişkin teoridir. İlginçtir ki, bu teorinin ana varsayımlarından biri de, Aytunç Altındal’ın vefatından çok önce, 2006’da yaptığı bir yoruma dayandırılıyor. Altındal bu yorumunda (odatv.com), ABD’nin donanmasını Karadeniz’e sokmak için Montrö’yü delmenin yollarını aradığını ve bunun için Türkiye’ye baskı yaptığını ileri sürmüş. Bu iddianın “Türkiye’nin zehir hafiyesi” sayılacak bir figürden gelmesi etkisini göstermiş olmalı ki, şimdilerde bu iddiadan kalkılarak Kanal İstanbul’un Amerika tarafından Türkiye’ye empoze edilen bir proje olduğu düşünülebiliyor.
Mesela CHP milletvekili Abdüllatif Şener geçenlerde yaptığı bir açıklamada (28 Aralık 2019, Cumhuriyet), Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Kanal İstanbul ısrarını, rant iştahının yanı sıra, Halk Bankası ve kendi mal varlığıyla ilgili zaaf ve açıklarından ötürü Amerika’ya bir tür rehin düşmesine bağlıyor ve tam da bu nedenle, Erdoğan’ın artık Türkiye’nin bir “milli güvenlik” sorunu haline geldiğini ileri sürüyor.
Erdoğan, Amerika’nın elinde gerçekten “rehin” olsaydı üst üste bu kadar hata yapar mıydı, tartışılır; her halükarda, rehin sayılsın sayılmasın, bizzat kendi izlediği ibretlik dış -ve iç!-politikalar sonucu, cumhurbaşkanının Türkiye için gerçekten bir “milli güvenlik” sorununa dönüştüğü, benimsenmesi pek de zor bir fikir değil.
Ancak, Şener de dahil Kanal İstanbul’un bir Amerikan projesi olduğunu savunanlara, nedense şu basit soruların bile sorulduğu pek görülmüyor. Örneğin, 1) Varsayıldığı gibi, ABD’nin Karadeniz’e deniz gücünü sokmak öncelik verdiği bir konu mudur? 2) Eğer bu hakikaten de öncelikli bir konuysa, Montrö Sözleşmesi gereği ABD (veya NATO) yalnız İstanbul Boğazı’ndan değil, Çanakkale Boğazı’ndan da geçişlerine bir çare bulmak zorunda değil midir? 3) Zorundaysa, İstanbul’a olduğu gibi Çanakkale’ye de bir kanal mı gerekecektir? 4) Kaldı ki, savaş gemilerini geçirmek için alternatif kanallar yapmak, Montrö’yü hukuken delmek için yeterli midir? 5) Bir an için yeterli olduğu varsayılsa bile, Karadeniz’e birkaç destroyer sokmak uğruna ABD bu kadar yüksek bedelli projelerle hem Türkiye’yi hem de kendini zora sokmayı göze alabilir mi? 6) Aslında, Karadeniz’de askerî bir mevcudiyet bulundurmak için ABD’nin önünde kanallar kazmaktan çok daha ucuz opsiyonlar yok mudur? 7) İşin fantezisi de olacaksa, bir soru da şu: Türkiye bir yana, bugün Karadeniz’de iki NATO ülkesi daha vardır, Bulgaristan ve Romanya. Eğer amaç Montrö’yü hileyle delmekse, bir askerî yetkilinin de ifade ettiği gibi, ABD en azından birkaç gemisini bu yeni üyelerin bandıralarıyla Karadeniz’de yüzdüremez mi? Başka bir deyişle, ABD, Birinci Dünya Savaşı arifesinde Osmanlı’nın yaptığını da mı yapamaz?
Bu ve benzeri sorulara verilebilecek yanıtların, Kanal İstanbul’a yüklenen askerî işlev ve Amerika bağlantısı iddialarını doğrulayacağı şüpheli. Gene de, bu bağlantının gerçekliğine inananların söylediği önemli bir şey var: “Eğer Erdoğan, Kanal İstanbul’da bu kadar ısrarlıysa, bu işin finansmanını mutlaka sağlamıştır; cebine parayı koymadan yola çıkmaz.” Eğer gerçekten de Erdoğan Amerika’dan veya Amerika kaynaklı bir finans kurumundan Kanal projesi için kredi bulursa, Şener’in ve onun gibi düşünenlerin haklı çıkacağını öngörmek zor olmaz. Lakin halihazırda, ne Amerika’dan ne de dünyanın başka bir yerinden bu proje için yeterli kaynağın sağlanması pek olası görünmüyor.[1]
Gerçi, o kaynağın bulunabileceğine dair söylentiler ortaya çıkmadı değil, ama hiçbiri doğrulanmadı. Örneğin daha geçen hafta, başta Dünya gazetesi olmak üzere çeşitli basın ve medya organları, Money Maker Management adlı bir Amerikan şirketinin Kanal İstanbul’u fonlamaya talip olduğunu ve bu amaçla İstanbul’da ofis açtığını duyurdu. Fakat çok geçmeden, bu haber hemen bütün platformlardan geri çekildi ve asparagas olduğu anlaşıldı.
Şurası açık ki, Kanal İstanbul’la ilgili tüm senaryolarda, zemini olsun olmasın bir “yabancı parmağı” kurgusu var. Kurgusunun olmadığı yerde de, hiç değilse bir şüphesi, en azından bir izdüşümü, bir çağrışımı var. Bu o kadar yaygın ve baskın bir hal ki, en nesnel yahut serinkanlı beyanlara bile yansıyabiliyor.
Bunun bir örneği, İÜ Orman Fakültesi’nin duayen profesörlerinden Doğan Kantarcı’nın Kanal İstanbul hakkında hazırladığı raporda da hissediliyor. Rapordan alıntılanan sonuç bölümü şöyle:
“İstanbul Havalimanı geniş bir orman alanı ile otlak ve tarım alanlarının ve de balık yataklarının geri dönüşümsüz olarak yok edilmesine sebep olmuştur. İstanbul kanalının açılması pek çok önemli olumsuz etkilerinin yanında, çok değerli tarım ve otlak alanlarının ve balık yataklarının yok edilmesine sebep olacaktır. Geçim alanları yok edilen köy halkı buradan göç etmek zorunda kalacaktır. Arazinin yabancı uyruklu kişi ve kuruluşlara satılması ise bir tür işgal yöntemi olup Türklerin göçe zorlanması ve çokuluslu bir bölge oluşması ile sonuçlanacaktır” (Cumhuriyet, 15 Ocak 2020).
“Bir işgal yöntemi” olarak yabancılara arazi satışı… Göçe zorlanacak olanların “Türkler” olması… Kanal çevresinde oluşacak bölgenin “çokuluslu” olması… Son cümlelerdeki bu ifade ve vurgulara bakılırsa, Kantarcı’nın çalışmasının çepeçevre sarılmış, sürekli yenilme yutulma tehdidi altındaki bir Türkiye algısından beslendiği yeterince belli oluyor. Kantarcı’nın yaklaşımını, aynı algıdan beslenen diğer tüm komplo teorileriyle ortak noktada buluşturan da bu özelliği olsa gerek. Ama işte tam da bu özelliği sayesinde, Kantarcı’nın raporu kamuoyunda pekâlâ daha çok ilgi görebilir.
Bu da bizi, ülkemizde karşı konulması neredeyse imkânsız o muazzam güce götürüyor: “komplo teorileri”nin gücü. İnsanları bir işe veya programa karşı harekete geçirmenin en kestirme yolu, onlara “alımlı” bir komplo senaryosu sunmaktır. Bu senaryonun çok inandırıcı olması gerekmez; yeter ki, insanların korku ve endişelerine hitap etsin, biraz da içinde belirli bir “gizem” yahut “sır” öğesi barındırsın.
Hangi konuda olursa olsun, bilimsel veya akılcı açıklamaların komplo senaryolarının yanında cılız kalması sanki mukadderdir. Kanal İstanbul tartışmalarında da durum pek farklı olmayabilir. Kuşkusuz, bu projenin olumsuzluklarını kafasında ölçüp tartarak karşı çıkan geniş bir kesim var. Fakat belki bundan daha da kalabalık bir kesimin aklı belirli bir komplo hikâyesine yatmadıkça, projeye karşı tavır koydukları söylenemez. Bu kesimdeki insanlara, Kanal İstanbul’un hem ekonomik hem ekolojik anlamda nasıl kocaman bir kara delik olduğunu istediğiniz kadar anlatın, bu doğrultuda önlerine ne kadar somut bilgi ve rasyonel argüman koyarsanız koyun, bana mısın demezler; en iyi ihtimalle boş gözlerle sizi dinlerler; sizin işe yaramaz “istemezükçü”lerden biri olduğunuzu içlerinden geçirmeleri de mümkündür. Ama biri kalkıp da, gizli definelere, vahşi arsa spekülasyonuna ya da cepe indirilen komisyonlara dair tumturaklı bir hikâyeden bahis açmayagörsün, derhal kulak kesilirler; hele bir de bu hikâyede “yabancı parmağı” varsa, keyiflerine diyecek yoktur.
Görünen o ki, Kanal İstanbul hakkında kurgulanan komplo teorilerinin büyük çoğunluğu, bu projenin aleyhinedir. Bu “teoriler”, projenin yanlış olmasından ziyade, “kötü” olmasıyla ilgilidirler; ama bu durum, daha az aleyhte oldukları anlamına gelmez, tersine çoğu kez, menfi konumlarını mutlaklaştırır.
Bugün Kanal projesine muhalif olanların hatırısayılır bir bölümünün, komplo teorisi dediğimiz dayanaksız tahayyüllerin rüzgârıyla bu projeye karşı çıktıklarını teslim etmek gerekir. Kanala karşı gelişen muhalefetin en geniş şekilde korunması uğruna, “zarar yok, karşı çıksınlar da, neyle nasıl çıkarlarsa çıksınlar” diyecekler herhalde fazlasıyla mevcuttur.
Diğer taraftan, komplo teorilerinden beslenen bir muhalefetten hayır gelmeyeceğini düşünecekler de vardır kuşkusuz. Şehre, çevreye, doğaya zarar getirdiği için Kanal İstanbul’a direniş göstermekle, Amerikan, Yunan, Vatikan vs. oyunu olduğu için karşı çıkmak arasında bir fark var elbette. Bazı durumlarda, bir projeye veya kişiye tamamen zıt saiklerle muhalefet edilmesi, o muhalefeti en hafif deyimiyle ciddi bir sıkıntıya sokabilir. Kanal İstanbul’a direnişin, pek çok noktada koyu bir RTE aleyhtarlığı ile buluştuğu malûm. Bu da doğal, çünkü Erdoğan’ın doğrudan şahsıyla en fazla özdeşleştirilen projedir Kanal İstanbul. Fakat RTE aleyhtarlığı içine ne menem şeylerin girdiğini akıldan çıkarmamak lazım (sözgelimi, daha genel ve can alıcı bir düzlemde, bugün izlediği Kürt politikasına tepki duyanların yanı sıra, zamanında tam bunun tersi yönde bir “açılım” politikasına yeltendiği için Erdoğan’a ateş püskürenlerin de bulunduğunu unutmayalım).
Tabiatıyla, biz burada “komplo teorileri” terimini olumsuz anlamı ve çağrışımıyla kullanıyoruz, ancak “yeryüzünde komplolar varsa, teorileri niçin olmasın?” diyerek bu tür kurgulara olumlu anlam yükleyenlere de rastlanmıyor değil. Oysa şu kadarı açıktır ki, komplo teorileri herhangi bir gerçekliğe ilişkin içi yeterince doldurulmamış açıklama girişimleridir. Başlıca kusurları, yeterli veri veya karineye dayalı bir nedensellik zincirini izlemeden, hızlı ve kontrolsüz sonuçlara varmalarıdır. Yaygınlıklarına rağmen itibar görmemelerinin nedeni budur. İtibar görmemeleri, komploların gerçekte hiç var olmadığı veya var olamayacağı anlamına gelmez, sadece bu teorilerin gerçekliğe nüfuz etmekte kifayetsiz kaldığını ve en hafif deyimiyle, ikna edici hikâyeler ortaya koyamadığını gösterir. Bu nitelikleriyle komplo teorileri, karikatüre dönüşmedikleri ve ciddiye alındıkları ölçüde, gerçeklikte karşılığı olan olguları araştırma ve anlama yönündeki akılcı, ayakları yere basan, ampirik çabalara da gölge düşürebilir, bir bakıma engel teşkil edebilir.
Ama gelin görün ki, komplo teorilerinin ülkemizin tahayyül âleminde küçümsenmeyecek bir ağırlığı var. Bu teoriler insanların yaklaşımlarını, siyasi görüşlerini, hatta sadakatlerini etkileyecek güce sahip görünüyor. İyi de, doğru ve haklı gerekçelerle sürdürülen bir muhalefette, bu teorilerin yeri ne olmalıdır? Bu gerekçelerle hurafeler ve fanteziler aynı potada nasıl tutulabilir, ne kadar bağdaştırılabilir? “Doğru” bir amaca ulaşmak için, “yanlış” bir güçten yararlanmak ne kadar evlâdır?
Eğer burada bir “ikilem” varsa, bu ikilem kuşkusuz ne Kanal İstanbul’la ne de yalnızca komplo teorileriyle sınırlıdır. Konu çok daha geniş bir çerçevede, “doğru” toplumsal politikalarla egemen ideolojiler arasındaki bir ikilem şeklinde de düşünülebilir.
Bu çerçevede düşünülünce, ister istemez Chantal Mouffe’un yakın geçmişte yayımlanan çalışması geliyor akla. Sol Popülizm (çev. Aybars Yanık, İletişim, 2019) adlı kitabında Mouffe genellikle olumsuz çağrışımları olan "popülizm” kavramına kısmi ve şartlı bir olumlu anlam yüklüyor; yükselen popülizm dalgasına karşı mücadeleyi, yeniden tanımladığı bir "Sol popülizm” ile derinleştirmeyi öneriyor. Bir tür manifesto taslağı sayılabilecek bu yapıtında Mouffe, farklı bir bağlamda da olsa, yukarıda işaret ettiğimiz amaç/araç ikilemini aşmanın yollarını ararken, son bir kaç on yıldır dünyada güç kazanan sağ popülizm örneklerinden dersler çıkarılması gerektiğini savunuyor. Kendi içinde tıkanmış bir “Sol”a ince ayar vermek üzere yola çıkan Mouffe’a göre, popülizmde (özellikle de “Thatcherizm” örneğinde) “Sol”a hareket getirecek, ivme katacak öğeler bulunabilir; yani deyim yerindeyse, “Sağ”ı yükseklere taşıyan popülizmden “Sol”a bir tür gençlik aşısı yapılabilir.
Mouffe’un analizlerinin bizi bu noktada ilgilendiren yönü, komplo teorilerinin popülizmle olan bağlantısıdır. Son tahlilde, komplo teorileri popülizmin yakın akrabasıdır; daha doğrusu, başlıca kaynaklarından biridir. Komplo teorileri bulanık suları sever; bir bakıma bulanık suların ürünüdür de. Popülizm de öyle.
Mouffe’un dikkate değer içgörülerine rağmen, "Sol Popülizm" fikrinden ne çıkar, kestirmek zor. Zira şu bir gerçek ki popülizm, karşıt tarafların eşit derecede yararlanacağı “nötr” bir alan değil; esasen “Sağ”a özgü davranış pratiklerine uygun düşen bir alan. O bakımdan “Sağ popülizm” karşısına bir “Sol popülizm” dikmek kolay iş olmasa gerek. Aynı şekilde, komplo teorilerine dayanan, yahut onlardan beslenen bir Sol’u düşünmek de kolay değil. Keza, Sol’un çatısı altında kalsın kalmasın, daha özgül plandaki çevre-odaklı demokratik hareketleri böyle tasavvur etmek herhalde daha da zor
Kanal İstanbul olayından da anlaşılacağı gibi, komplo yüklü teorilerin bu tür direniş hareketlerine bulaşması, bu hareketlerin popülizmle de bir imtihanı olacaktır kuşkusuz.
[1] 8 Ocak’ta gene burada yayımlanmış bir yazımda bu konu üzerinde durmuştum. Bu vesileyle belirtmeliyim ki, finansman konularında ehil bazı dost ve tanıdıklardan, bu yazımın temel varsayımına dönük eleştiriler aldım. Temel varsayımım, T.C.’nin Kanal İstanbul için yeterli kaynak bulmakta zorlanacağı idi. Gelen eleştiriler, şu noktada toplanıyordu: T.C., yeterli kaynağı sağlama kapasitesine daima sahiptir. Bir kere, kanal kazmak yüksek teknoloji gerektirmediği için dışarıdan kredi bulmak zorunda değildir. Kaldı ki, dünya ortalamasının bir tık üstünde faiz oranıyla devlet tahvili satarak, dışarıdan gene para çekebilir. Daha önemlisi, bütçeye pek dokunmadan, enflasyonda birkaç puanlık yükselişi göze alarak düpedüz para da basabilir… Doğrusu, bunlara diyecek bir sözüm yok: Yapar mı yapar -ama ne pahasına?