Kolonyalizm üzerine çalışmalar yapan Ania Loomba, Kolonyalizm - Postkolonyalizm adlı eserinde çarpıcı analizler yapar. Bunlardan birinde, “Kolonyalizmin söylemini inşa ettiği bir başka noktaysa kadın bedenidir. Kolonyal devletler yağmalayacakları kıtaları sürekli olarak kadın bedeni üzerinden tarif ettiler,” denir. Genet’in Zenciler (Les Nègres) oyununda da sömürgeciliğin, faşizan ve ırkçı tahakkümün siyah ırk üzerinden eleştirisi yapılırken sömürgecinin karakteri ve bu karakterin sömürülene yansımasının tahlili yapılır. Sömürü coğrafyası ve üzerindeki her şey sömürgenin her tür tacizine açık bir konumda algılanır. Bu tacizden sömürü toprağının yer altı, yer üstü bütün maddi değerleri nasibini alırken kültürel değerler ve bizzat insanın bedeni ve ruhu da bu saldırıya açık hale gelir. Yakın zamanda Irak, Suriye gibi yakın coğrafyalarda işgalci, yayılmacı grupların ve örgütsel güçlerin ele geçirdikleri yerlerde en çok işledikleri suçun taciz ve tecavüz olması bu şeytani eğilimin güncel bir örneğini oluşturur. Kadın bedeni, herhangi bir maddi değer gibi işgalcinin fütursuz saldırganlığının nesnesi olur. İşgal ve sömürü zihniyetinin çekirdeğinde taciz ve tecavüz kışkırtıcı bir motivasyona dönüşür. Loomba’nın, kolonyalizmin söylemini inşa ettiği nokta kadın bedenidir, sözünün çarpıcı ve ibret verici değeri bu noktada saklıdır. Siyah ırk üzerindeki kolonyalist yayılmacılığın bütün kötücül etkilerini en iyi analiz edenlerden biri de şüphesiz, otuz altı yıllık ömrüne çok önemli eserler sığdıran düşünür Frantz Fanon’dur. Onun Yeryüzünün Lanetlileri ve Siyah Deri Beyaz Maske eserleri özellikle kolonyalist Avrupa kültürünün ikiyüzlü, sahte yaklaşımlarını da sorguladığı çarpıcı analizlerle yüklüdür. Fanon, sömürgecinin kimliğini teşhir ederken sömürge kültürünün şeytani niteliğinden sömürülen kadar sömürenin de kaçınamadığı tespitinde bulunur. Fanon’a göre sömürge kültürü sömürü toprağının kimyasını bozduğu gibi, insanının da kimyasını bozar ve siyah adam bir kez sömürge haline getirildikten sonra özünü kaybeder ve asla eski haline kavuşamaz. Sömürü fiilinin nesnesi siyahi, artık kendine yabancılaşmış, nevrotik bir tiptir. Sömürünün diğer ucunda duran beyaz ve ırkçı fail de kendi sömürü eyleminin bir kurbanına dönüşür. Çünkü o da bu yabancılaşmanın etkilerine maruz kalır ve artık asla eskisi gibi olmaz.
Fanon, bu yabancılaşma ve dejenerasyonun sömüren ve sömürülende aynı şekilde işlemediğini, dolayısıyla siyah adamda yabancılaşmanın, aşağılanma ve kendine karşı bir tiksintiyle kolektif bilince yerleştiğini, ima eder. Bu aşağılık kompleksi, kendi türünün varoluşuna karşı bir tiksintiye, yadsımaya dek ilerlerken birinci derecede ten rengi üzerinden içselleşen bir aşağılanma duygusu üzerinden gelişir. Bu yadsıma o derece güçlü bir nefret duygusuyla eşgüdüm halinde çalışır ki siyah adam, rengini yok saymaya, kendini beyaz olarak düşlemeye, yapılandırmaya ve neredeyse siyah tenini beyaza boyamaya (örneğin Michael Jackson) dek giden bir aşırılığa dönüştürür eylemini: “Bu andan itibaren artık onun bir beyaz olmak için, sanki mümkünmüş gibi, çırpınıp durması, bir tür hiyerarşi içinde gördüğü renk sıralamasının en üst basamağına varmak için mantık dışı çabalara girişmesi anlaşılmayacak bir şey değildir.” Beyaz adam ise kendini yüksek, yüce ve değerli görmenin, göstermenin yolunun siyah ırkı aşağı ve değersiz görmek ve göstermekten geçtiğine inanır. Onun kolektif bilinci de bu çeşit bir ırkçı algıyla sakatlanır. Günümüz aydınlarından Achille Mbembe, bir söyleşisinde beyaz adamın bu yücelenme, büyüklenme hastalığını tarif ederken şöyle der: “Değerlere sahip olan tek kişi benim. Ancak ben kendim olarak yalnızca başkaları kendileri olarak değere sahip olmadığında değerli olabilirim.” Toni Morrison’un En Mavi Göz (Bluest Eye) romanını tanıtma amacıyla yazmaya başladığım bu yazıya, özel olarak siyah adam üzerindeki ırkçı, sömürücü, kolonyalist yayılmacılığın, şiddetin etkilerini, niteliğini, karakterini anlatan kısa analizlerle giriş yapmak istedim. Çünkü adı geçen romanı kolonyalizmi, ırkçı sömürgeciliği ve bunun kurbanı üzerindeki yıkıcı etkilerini anlamadan anlatmak mümkün olmayacaktır.
Amerikan edebiyatında etnik sorunu merkezine alan birçok metin olmuştur şüphesiz ama çok azı Toni Morrison’un En Mavi Göz romanı kadar derin, çarpıcı etkiler yaratmıştır. Bu etkidir ki romanın uzun süre yayımlanmaması, basılmaması veya yasaklanması şeklindeki baskılara maruz kalmasına neden olmuştur. Romanın, beyaz adamda içselleşmiş olan ırkçılığın izlerini sürmesi ve siyah adamın da bilinçaltında kendine dair gelişen nefretin kalıcı etkilerini, son derece başarılı ruhsal analizlerle betimlemesi büyük bir etki yaratmıştır. 1930’lu yıllarda Ohio’da geçen olayları anlatan roman, on bir yaşında bir çocuk olan ana karakter Pecola Breedlove’un bir taraftan katı, çıplak yoksulluk içindeki yaşamını bir taraftan ırkçı bir şiddete maruz kalmasını ve diğer taraftan da aile içi cinsel saldırıya maruz kalmasını anlatır. Babasının tecavüz ettiği, ırkçı aşağılanmalara maruz kalan “çirkin bir zenci kız” olarak Pecola’nın kaderi, kişisel bir trajedinin izlerinden çok, siyah adama dair çok önceden gerçekleşmiş köleci, ırkçı, sömürücü siyasetin sonuçlarının izlerini taşır. Kitapta beyaz adamın baskısı, Toni Morrison tarafından bilinçli olarak fizikî görünürlükten çıkarılmıştır. Baskı artık siyahın ruhunda içselleşmiş olarak kendi ırkına karşı farklı biçim ve durumlarda ortaya çıkmaktadır. Köleleşmenin ruh üzerindeki yıkıcı etkileridir, maruz kalınan. Zira Pecola’ya tecavüz eden babası Cholly de bu korkunç eylemini bu içselleşmiş ırkçılığın, kendi ırkına karşı gelişen nefretin, hiçleşmenin ve aşırı düşkünleşmenin baskısı altında gerçekleştirir. Morrison belki de bu nedenle, anlatısında mide bulandıran, nefret edilesi bu tür eylemleri de, faillerini de kötülemeden, mahkûm etmeden, yaftalamadan mesafeli ve nesnel bir üslupla ele alır. Bu yolla asıl suçluyu, suçu ve kurbanı işaret etmeye çalışır. Bu objektif mesafeyi korumak için de Pecola’nın trajik hikâyesini kahramanın kendine anlattırmaz, yazar olarak kendi de anlatmaz, bir beyaza da anlattırmaz; olanı biteni dokuz yaşındaki bir başka zenci kız çocuk olan Claudia MacTeer’in saf, temiz, önyargısız bakış açısından öğreniriz.
Morrison, merkez karakteri oluştururken beyaz adamın görünür fizikî şiddetinden çok, siyah adamın belli bir sömürge kişilik birikimine dayanan kendine dönük içselleşmiş şiddetine dayanmayı tercih eder. Bu kökleşmiş nefreti siyah olanın kendi varlığına, görünümüne dönük yadsıma ve nefret psikolojisine yer vererek işler. Bu noktada yazar, siyah adamın zihninde, beyaz adamda en baştan varsaydığı “güzel, baskın, yüce ve değerli” olma mitinin yıkıcı etkilerini devreye sokmuştur. Bu baskın kültürel mitleri özümseyen siyahın, ırkçılığın kaçınılmaz kurbanı olarak kendinde olanı değersiz bulması ve beyaz olanı da istisnasız ve sorgusuz değerli bularak ona sahip olmaya çalışması çabası anlatılır. Cinsellik anlamında da asıl arzu edilen beyaz kadın bedenidir. Çünkü o güzel olarak işaretlenmiştir. Bu durum, siyah erkeğin siyah kadınla olan ilişkisini yozlaştırıp, çirkinlik imgesi yaratır. Estetize edilmiş, güzel ve değerli olarak sabitlenmiş beyaz dünya, siyahların hayatına girdiği andan itibaren karşıtlık, bunalım ve kaos yaratır. Bilinçaltında doğru ve ulaşılması gereken her zaman beyaz dünya olmuştur. Bunun etkileri siyah insanda ruhsal bir yarılma yaratarak, kendi içinde de bir ikilem oluşturur. Morrison bu durumu, Cholly’nin 14 yaşında bir açık alanda ilk kez Darlene ile bir cinsel deneyim yaşadığı ve beyaz erkeklere yakalandıkları, aşağılandıkları ve taciz edildikleri sahnede işaretler. Cinsel ilişki halinde yakalandıkları beyazlar tarafından ilişkiyi sürdürmeye zorlanırlar ve aşağılanırlar. Bunun verdiği öfke Cholly’de kendine ve esas olarak cinsellik yaşadığı partnerine yönelir. “Cholly, her nedense beyaz adamlardan değil kızdan nefret etmişti, ondan tiksinmişti. Bu olayı ve bununla beraber sayısız aşağılanmayı, yenilgiyi ve erkekliğini zedeleyen şeyi yarım yamalak hatırlamak bile, Cholly’yi doğru yoldan saptırabiliyordu” (s. 48). Ondan nefret etmesi, kendi güçsüzlüğünün, aşağılık kompleksinin bir yansıması şeklindedir. Romanda siyah insanın dünyasında idealize edilmiş, nitelikli bir cinsellik de, duygusal ilişki de yok gibidir. Âdeta siyah insanın siyah insana olan aşkı yasaktır ve en baştan bozulmaya mecburdur. Bu yasak, fizikî bir engel değildir tabii ki, bu tür bir ilişkinin doğasının iyi bir şeye izin vermemesi şeklindedir. Çünkü siyah adamın özü, karakteri bir sömürge kişilik olarak bozulmuştur ve bu kişiliklerin birbirlerine verebilecekleri iyi bir şey yoktur. Ayrıca aşkın, ırkçı sömürge ideolojisinde beyaz adama duyulan hayranlığı işaret etmesi gerekir. Zira öyle olmazsa beyaza ait üstünlük miti parçalanacaktır. İyi, değerli ve mutluluk veren bütün duyguların beyaz olanda ortaya çıkması gerekir. Siyah adam iyi, kaliteli bir aşkı elde ettiğinde, estetize edilmiş beyaz dünyanın dışına çıkmaya başlayacaktır. Bu yüzden, Pecola’nın ısrarla “mavi bir göze” sahip olma takıntısıyla hareket ettiğini görürüz. Siyah olmanın çirkinlik ve değersizlik ile işaretlendiği bir toplumda konfora, rahata, güzel ve değerli olana; romantizme, iyi bir aşka; parlak, temiz ve güzel elbiselere, sağlıklı ve kaliteli yiyeceğe, bahçeli-bakımlı evlere sahip olmak beyaz adamın doğuştan hakkıdır. Siyah adamın ise ancak bütün bunların sahibine mutlak bir itaat ile hizmet ederek ve ancak onun vereceği kadar bir değere sahip olabilme hakkı vardır. Siyahın kendiliğinden bir değeri yoktur. Birbirleri için de bir değer üretemezler, dolayısıyla siyahın siyaha verebileceği ancak acı ve yozluktur. Bu yüzden Pecola’nın annesi Pauline’in başlangıçta kocası Cholly’den iyi-dürüst ve romantik bir koca olma beklentisi kısa sürede mutlak ve kesin bir hayal kırıklığına dönüşür. Çünkü Cholly, ilk aylardan sonra içmeye, karısına eziyete etmeye ve onu ekonomik olarak sömürmeye çalışır. Pauline başlangıçta mücadele etse de bu kötücül gidişe engel olamaz ve kendini kendi toplumundan izole eder, kocasıyla ilişkisini minimuma indirir ve huzuru beyaz efendisine mutlak bir itaatte ve hizmette bulur. Bir siyah olarak hayattan beklentileri sıfırlanmış gibidir. Katı ve kötümser bir gerçekçilik ruhunu teslim alır ve kızı Pecola için dahi “Ne yaptığını bilen akıllı ama çirkin bir çocuk olduğunu biliyordu,” der. Pauline’in çocuğuna karşı dahi içselleşmiş, sıcak, samimi bir duygusu olamayacaktır. Oysa hizmet ettiği beyaz adamın çocuklarına karşı son derece nazik ve duyarlıdır. Halbuki kendi kızı nefret ettiği bir adamın tohumundan peyda olmuş siyah, çirkin bir atıktır. O doğmadan değersizleştirilmiş, gereksiz ve çirkindir. Buradaki çirkinliğin fiziksel görünümü sadece siyah olmasıyla ilgilidir. Kara, kıvırcık saçları ve siyah derili olması çirkin olması için yeterlidir. Bu özellikler bütün siyahlarda olduğuna göre, siyah adam kaçınılmaz olarak çirkindir: “İnsan onlara bakınca neden bu kadar çirkin olduklarını merak ederdi; daha yakından bakınca da sorunun kaynağını bulamazdı. Ardından çirkinliğin tam da çirkin olmalarına inanmalarından kaynaklandığını anlardı” (s. 44). Beyaz efendinin siyah olanı bir çeşit hayvanlık mertebesinde kaba, aşağılık ve çirkin bulan bakış açısı, daha güçlü ve nevrotik yansımasını siyahın, siyaha bakışında bulur. Çirkin olarak damgalanan Pecola da büyüdükçe bu fikri bir saplantıya dönüştürerek beyaz adamı temsil eden mavi göze sahip olmak ister. Mavi göz arzusu, siyahlığının değersizlik ve çirkinlik olarak tercüme edilişini telafi edebilecek bir simgedir. Bu noktada kahramanın psikolojik şiddet altında gerçeklik duygusunu yitirdiğini ve gerçekten mavi bir göze sahip olabileceğine inandığını görüyoruz. Çünkü mavi gözler karşı karşıya kaldığı yapısal şiddet için bir çareyi temsil etmektedir.
Morrison romanına siyah adamın yaşam tasavvurunun kendi gerçekliğinden, özünden koparak karikatüre dönüşmesini simgeleyen bir kısa metin kurarak başlar. Bu metinde cümleler bizim kadim tedrisatımızdaki ilkokul fişlerinin ironik seslenişini çağrıştırır: “İşte ev bu. Yeşil ve beyaz. Kapısı kırmızı. Çük güzel, İşte bu da aile. Anne, baba, Dick ve Jane yeşil-beyaz evde oturuyorlar. Çok mutlular. Bak bu Jane. Kırmızı bir elbisesi var…” (s. 9). Bu üslup aynı zamanda beyaz adamın üstünlüğünün ve konforlu yaşamının basit ama kesin bir gerçekliğe dayanan durumunu simgeliyor olmalı. Bu kısa metin bittiğinde siyah adamın düşkün, katı, sefil gerçekliği ile karşılaşacağımız bir metin ile romana giriş yaparız. Yazar, anlatıya sonlarda gerçekleşecek bir olayı en başta vererek başlar. Bunu da ilk sayfalarda kolonyalizmin siyah ırk üzerinde telafisi mümkün olmayan kötücül etkilerinin, sömürge kişiliğin kaçınılmaz dejenerasyonunun artık geri dönülemez ve çoğu kez katlanılamaz durumuna dayandırarak gerekçelendirir:
“Aramızda kalsın ama 1941 güzünde topraktan hiç kadife çiçeği çıkmadı. Kadife çiçeklerinin yetişmemesinin sebebinin, Pecola’nın özbabasının çocuğuna hamile kalması olduğunu düşünmüştük o zamanlar (…) Ablamla benim, tohumlarımızın hiç yeşermeyeceğini kabullenmemiz epey vakit almıştı. Bunu kabul etmemizin ardından taşıdığımız suçluluk hissini ancak kavga ederek ve suçu birbirimize atarak hafifletmiştik. Senelerce ablamın haklı olduğunu düşündüm: Suç bendeydi. Tohumları toprağın çok derinine gömmüştüm. Toprağın verimsiz olabileceği aklımızın ucundan geçmemişti. Tohumlarımızı kara toprak parçamıza serpmiştik, tıpkı Pecola’nın babasının kendi tohumlarını kendi kara toprak parçasına serptiği gibi. Bizdeki masumiyet ve inanç, ondaki şehvet ya da çaresizlikten daha verimli olmamıştı. Artık şu gayet açık; tüm o umutlardan, korkudan, şehvetten, sevgiden ve kederden geriye Pecola’dan ve o verimsiz topraktan hiçbir bir şey kalmadı. Cholly Bredlove öldü; bizdeki masumiyet de öyle. Tohumlar kuruyup öldü; Pecola’nın bebeği de öyle. Artık hakikaten söyleyecek hiçbir şey yok -olanların nedeni hariç. Ama nedenin altından kalkmak zor olduğu için, insan nasıla sığınmalı” (s. 10).
Sömürge kişiliğinin maruz kaldığı yıkım, bozulma, acı ve şiddet o boyuttadır ki nedenleri konuşmak, onların üzerinde düşünmek, bunu yapan için katlanılması imkânsız bir yüktür. Bu yükün altına girmeden “nasıl”ın altına saklanmak bir çare olarak düşünülmüş. Siyah adam için “nasılın içindeki acı”yı hissetmek kendi trajik ve travmatik tarihine bağlanmanın yollarından biridir artık. Bu konuşmaları yapan 9-10 yaşlarında iki kız kardeştir: Frieda ve Claudia. Hikâyeleri Claudia’nın bakış açısından öğreniriz.
Morrison, romanında bölümleri mevsim adlarıyla işaretler ve “sonbahar” mevsimi başlığıyla başlar. Mevsim bölümlerinin aralarında ise flashbacklerle tikel kişilerin geçmiş yaşantılarına giderek bugün yaşadıkları çarpıklığın, bozulmanın kökenlerine dair kanıtlar sunar. Kurguyu ve yapıyı böyle kurması, siyah adamın sömürge kişiliğinin doğal sonuçlarına işaret etmek içindir. Asıl eleştiri, beyaz adamın yarattığı cehennemî yapıya ve bu yapının kötülüğünün siyah adamın dünyasındaki izlerinedir. Bu ilk bölümde küçük kız kardeşlere sarı saçlı, mavi gözlü bir beyaz bebek hediye edilir. Kızların ilk tepkisi bir hayranlık ve bağlanma değildir. İlk tepki, onu parçalama ve içinin düzeneğini görmeye-anlamaya çalışmaktır. Görmeye çalıştıkları bir yapma bebeğin içi değildir aslında, beyaz efendinin içi ve içinin düzenidir.
“Tek bir arzum vardı: Onu parçalarına ayırmak. Neden yapıldığını görmek, kıymetli yerlerini keşfetmek, belli ki yalnızca benim göremediğim güzelliğinin, albenisinin nereden kaynaklandığını anlamak istiyordum. Yetişkinler, benden büyük kızlar, dükkânlar, dergiler, gazeteler, vitrindeki tabelalar, kısacası bütün dünya; mavi gözlü, sarı saçlı, pembe tenli bebeklerin her kız çocuğunun rüyalarını süslediği konusunda hemfikirdi” (s. 24).
Bu pasajdan çıkaracağımız sonuç ayrıca şu olmalıdır: Morrison’un anlatıcı çocuğu hem henüz beyaz adamın sömürge kişiliğini edinmemiş, dolayısıyla bozulmamış, hem de Afro-modern bakışın bir temsili olarak beyaz adamın üstünlüğüne inanmayan, ona eleştirel bakabilen biridir. Genel algıya kendini kaptırmayan, hem beyaz adama hem siyah adama belli bir mesafeden eleştirel bir bakışla yaklaşan bir anlatıcıdır. Fakat yine de bu anlatıcı, beyaz adamın kibrine, ayrıcalıklı konumuna, tepeden bakmasına karşı öfke duymaktan kendini kurtaramaz: “Beyaz taşbebekleri paramparça ettim. Ama asıl dehşet verici olan, oyuncakları parçalarına ayırmak değildi. Asıl dehşet verici olan, aynı dürtüleri beyaz kız çocuklarına karşı da duymamdı” (s. 26). Claudia, bu duyguyu, beyazların başkaları üzerinde, kendisinin akıl edemediği o sihirli etkinin sırrını keşfetmek ile açıklıyor. İnsanların kendisine değil ama beyaz birine baktıklarında hayranlıkla iç çekmelerine, siyah kadınların sokakta onlara yaklaşırken gözlerini kaydırıp sahiplenici bir nezaketle yaklaşmalarına sebep olan şeyi anlamak isteği Claudia’nın bütün sağduyusuna rağmen engelleyemediği bir öfkeyle dolmasına neden olmaktadır. Morrison, siyahın beyaz bakış ile karşılaşmasını ve travmanın en savunmasız ve küçük olan üzerinde ortaya çıkışını Pecola’nın bakkala gidip şeker almasında gösterir. Beyaz bakkal ona bakar ama onu görmez. Çünkü onda görülecek bir şey yoktur. Pecola’nın beyaz insanlarla bu ilk teması travma yaratıcıdır. Beyaz adamın ona bakışında bir boşluğa dönüşmek; öfke, nefret, hayranlık, özenti ve benzeri birçok karmaşık duyguya neden olur. Bu pasajda siyah olan ırkı üzerinden görünmezliğe mahkûm edilir. Bu görünmezliği Frantz Fanon da Siyah Deri Beyaz Maske adlı eserinde ayrıntılı olarak tartışır. Siyah adamın beyaz bakış altında artık kendini bağımsız ve özgün olarak yapılandıramayacağına inanır. Siyahın beyaz bakış altında silindiğini, insanlıktan çıkarıldığını, eşyalaştırıldığını savunur. Fanon, siyah adamın beyaz adamın bakışlarının altında teşrih edildiğini de söyler.
Morrison ikinci bölüm olan “kış” mevsiminde ise Pecola’nın ve anlatıcı kız kardeşlerin okuluna gelen beyaz ve güzel (!) bir kız çocuğu olan Maureen Peal’in beyazlığını, zenginliğini, sahte samimiyetini, küçük ruhuna o günden sinmiş ırkçılığını işler. İstisnasız bütün siyah çocukların hayranlığını kazanmış bu kızdan bir tek anlatıcı kızımız Claudia nefret eder ve ona inanmaz. Yaşadıkları bazı tecrübelerden sonra tam ona karşı önyargısını yenecekken Maureen, ırkçı ve kibirli özünü ortaya çıkaracak hareketlerde bulunur: “Ben şirinim! Siz çirkin! Siyah ve çirkin pis kara böcekler! Ben şirinim!” (s. 79). Morisson bu pasajda, beyaz zihniyet dünyasının da siyah dünya kadar çürüdüğünü, en küçük bireyin dahi bu ayrımcı nefretten payını aldığını, büsbütün insanlık âlemi olarak iflah olmaz bir kötülüğe sürüklendiğimizi ima eder. Beyazın siyaha dair sergilediği kendi nefret ve aşağılama fiilinin doğruluğu konusundaki mutlak inancı, siyah olanda da aynı şiddette bir inanca dönüşür. O da beyazın gözüyle kendini izler, ondaki seyredilişini seyreder. Maureen ile kavgalarından sonra Cludia şöyle düşünür: “Maureen’in son sözlerindeki bilgelik, doğruluk ve geçerliliğin altında eziliyorduk” (s. 80). Oysa bu bilgi, geçerlilik ve doğruluk beyaz adamın algısının sabitiydi. Hayatın gerçekliği değildi. Fakat sömürge kişiliğin gerçeklik zemininden uzak, kendine yabancılaşmış bilinci bu muhakemeyi yapacak durumda değildir: “Eğer o şirinse -ki inanılabilecek herhangi bir şey varsa bu, onun şirin olduğuydu- o zaman biz değildik. Peki bu ne anlama geliyordu? Biz ondan aşağıdaydık. Ondan daha tatlı, akıllı ama yine de daha aşağıdaydık” (s. 80). Burada bir çaresizlik vardır ve bu öğrenilmiş çaresizliktir. Beyaz oyuncak bebeği parçalayabilirler ama gerçek hayattaki beyaz insanları, onlara dair bu pekişmiş, çelikleşmiş inancı, algıyı nasıl parçalayacaklardı?
Pecola, günlük siyah yaşamın birçok varoluşsal gerçekliğini yansıtır ve siyah topluluğun kendinden nefretini sembolize eder. Beyaz tene ve mavi göze olan arzusu ise beyaz insanla siyah insanın çelişkili, hastalıklı ilişkisini sembolize eder. Pecola’nın, bizim toplumumuzu da ilgilendiren ensest ilişkinin bir kurbanı olması da aşağılanmış, kompleksli, sömürge kişiliğinin baskı altındaki sapmalarını, bozulmalarını temsil eder. Siyahların birbirlerine ve Pecola’ya ırkçı tepkileri de ezilenlerin pedagojisindeki yarılmayı, efendiye yönelememiş nefretin kendine dönmesini sembolize eder. Ezilen toplum da kendi içinden ve kendinden olan birilerini ezerek ötekileştirir ve bu yolla kendini temize çıkarır. Efendinin düşüncesiyle paralel düşünmek, onun zihniyet kodlarıyla aidiyet duygusu geliştirmek; ezilenin, efendinin şahsıyla bütünleşmesine ve bu yolla onun şahsında kendini üreterek güçlü ve meşru görmesine yol açar. Claudia bunu, hepimiz Pecola’yı çirkin, suçlu, garip, yoksul, aptal ilan edince kendimizi temiz, sağlıklı, güzel, cömert ve doğru hissettik, mealinde sözlerle anlatır.
Sonuç olarak En Mavi Göz, cinsiyetin, ırkın, ekonomik ve siyasal şartların insanların, toplumların, ulusların kaderini belirlemede etkin rolünü işliyor, diyebiliriz. Roman, en baştan belli sıfatlarla belirlenmiş siyah ve beyaz bedenlerin birbirlerine karşı takıntılı, hastalıklı ilişkisini betimlemeye çalışırken beyaz ırkçı kolonyalist kültürün şeytansı kötülüğünü, riyakârlığını ve siyah adamın bu kötülüğün etkilerini farklı biçimlerde yansıtışını irdeliyor. Morrison bunu güçlü dayanakları bulunan bir eleştiri mantığıyla, hayranlık uyandırıcı dil zenginliğiyle, zekâ kıvılcımı diyaloglar ve esprilerle dolu doğal, rahat, içten bir üslupla yapıyor.