Bütünleşmek ve Çok-kültürlülük

 

New York Times’ın Kitaplar bölümünde adını hiç duymadığım bir şair olan Max Czollek’e dair bir yazı yayımlandı. Czollek, 1988 doğumlu. Çocukluğunu Berlin’de geçirmiş.

Okulun bahçesinin dışında sınıf arkadaşlarıyla birlikte oynarken insan kemiklerine tesadüf etmişler. Yıllar sonra, oyun oynadıkları bu alanın Holokost sürecinde insanların toplama kamplarına gönderildikleri yerlerden biri olduğunu öğrenmiş. “Burası Nazilerin Yahudileri toplayıp işkenceden geçirdikleri yerdi,” diyor. O günden sonra, Almanya için “büyük bir mezarlık” diye düşünmeye başlamış.

New York Times’ın Czollek’le konuşmasının sebebi yeni çıkan kitabı. Orijinal adı Desintegriert Euch’muş, İngilizcesinden -De-Integriate Yourselves- çevirirsem Bütünleşmeyin gibi bir manası var. Bir senede yedi baskı yapmış. Czollek, Almanya’da hâlâ tartışılan kitabında siyasi yazılarını derlemiş.

Valeriya Safronova imzalı yazıda Czollek’in sürülmüş, toplumdan uzağa düşmüş, ayrı tutulmuş, bir sebepten tutunamamış insanlara, “ötekilere” bir çağrıda bulunduğu yazılmış. Kitabın adından da belli bu zaten. Czollek, doğrudan muhataplarına sesleniyor.

Toplumdaki geçerli değer yargılarını benimsemek, onlara uymak zorunda değilsiniz, aykırı olmaktan korkmayın gibi ilk bakışta kimsenin itiraz edemeyeceği önermelerde bulunuyor. Almanya’nın gerçekten çok-kültürlü ve çoğulcu bir ülke olabilmesinin tek yolu olarak “bütünleşmemek” gerektiğini öneriyor. Hatta Almanya’da farklı biri olarak addedilmek için Yahudi olmaya gerek olmadığını söylüyor. Savaştan yetmiş beş yıl sonra, bugün hâlâ “farklılık” diye bir sorun olduğunun altını çizmiş: Siyah olmak, bir Lübnan ismi taşımak ya da Hintli bir ailenin çocuğu olmak yeterli. Bu örnekleri fazlalaştırmak tabii ki mümkün.

“Bütünleşmek, toplumun işleyişine dair belli fikirlerin üstüne kurulur -burada çok bariz bir Alman tahakkümü var,” diye çarpıcı bir söz ediyor. “Önceden biz buradaydık, siz en son geldiniz ve bu yüzden uyum göstermek zorundasınız.” Yeni gelenlerin “Alman beklentilerine” uyum göstermedikleri ölçüde de sorunlar çıktığını söylüyor.

Czollek’in bütünleşmeye kategorik karşı çıkışı dikkatimi çekti. Czollek’e göre belli, pek değişmeyen, hatta saf diyebileceğimiz bir kültür var. “Otokton kültür” diyebileceğimiz bir kültür bu ve siyasi sınırlarla çizili bir alanda geçerli. Sonra birileri geliyor ve bu kültürle uyum sağlayamıyor. “Otokton kültür”, bir anda, küçük balığı yiyen büyük balık gibi, “mütehakkim kültür”e dönüşüyor.

Mesela şu “Alman beklentileri” sözü. Ne demek bu tam olarak? Anlaşılamıyor. Dahası, böyle bir “beklentinin” varlığını da tartışmaya açmıyor hiç. Ayrıca, biz bütünleşmeyi baştan reddederek bu kültürün kötü olduğunu gelmeden kabul etmiş oluyoruz.

Oysa, bütünleşmeyi bir yere kadar “sentez” olarak görmek de mümkün. Almanya’da yirmi beş sene yaşadığı halde bir kelime dahi Almanca öğrenmemiş, bir müzeye gitmemiş olmakla övünen gurbetçiler tanımıştım. Hatta oturduğu evin adresini bilmeyenler gördüm. Küçük Türk mahalleleri oluşturup hayatlarını “bütünleşmemeye” adamış ve bunu becerebildikleri ölçüde de gururlu ve mutlu olmuşlardı. Yirmi beş sene bir ülkede yaşayıp o ülkenin insanlarına, kültürüne, yaşayış biçimine duvar örmüşlerdi. Bu “özünü kaybetme korkusu”, bütünleşmeye karşı direnci sağlayan en büyük motivasyon. Eğer bütünleşirsek, özümü kaybederiz, biz olamayız.

Peki, “bizim” olduğunu düşündüğümüz kültür ne kadar bize ait? Bugünkü kültürümüzün hiçbir şekilde bir entegrasyon sürecine uğramadığını söylemek ne kadar mümkün? Almanya’da yaşayan gurbetçi Almanca öğrenip “kent kültürünü” yaşamaya adım atsa, o kültürü içselleştirse, yepyeni bakış açıları edinse mi daha iyi, yoksa Türk mahallesinde lahmacun yiyip kahvehanede okey oynasa mı? Tabii ki bunların hepsini beraber de yapabilir insan. Lahmacun yerken Zweig okumanın, yaşadığın yerin tarihine dair bir rehber karıştırmanın hiçbir mahsuru yok. Ama opera dinlemeye giderken lahmacun yiyemezsin.

Czollek, orada ilk gelmiş olanların kültürel olarak hakim bir konumda olmasına karşı çıkıyor. Tam olarak karşılamasa da ev sahibi ile misafir gibi düşünelim. O evin alışageldiği bir yaşayış şekli var ve sen gelir gelmez her şeyi reddederek geçip bir köşeye oturur, kapılarını da kapatırsan buradan hiçbir şey çıkmaz. Kapıların açıldığı, sınırların berhava edildiği bir evdeki etkileşim hem ev sahibinin hem de misafirin daha kaliteli bir hayat sürmesine yol açacaktır. Birbirlerinin acılarını anlamak, haksızlıklara karşı birlikte mücadele etmek ikisini de daha özgüvenli ve güçlü kılacak.

Bir yerdeki kültür tek bir kültürden ibaret değil, içinde birçok kültürden öğeler barındırıyor. Gelen kültür de aynı şekilde. İstanbul mutfağı herhalde bunun en güzel örneği. Aynı sofraya rakı, lakerda, peynir, semizotu, topik koyabiliyorsunuz. Kültür, durağan bir kavram değil. Kültür, kültürümüz diye konuşurken sürekli yenilenen, değişen, dönüşen ve başka kültürlerle alışveriş içinde olan dinamik bir şeyden söz etmiş oluyoruz.

Uyum içinde bütünleşmeye çalışmak, insanların daha zengin bir hayat yaşamasının yolunu açabilecek bir sentez arayışı bence. Tabii ki, bir kültürün ötekinin inancını, yaşam biçimini, kılık kıyafetini, yediklerini ve daha birçok özelliğini yasaklaması gibi bir durumdan söz etmiyorum. Ama uyumu, sentezi, bir arada ve dostça yaşama kültürünü savunmamız gerekiyor.

Bütünleşirken, bütünleşmeye başladığınız kültürü de etkilemeye, dönüştürmeye başlıyorsunuz. Bir ebru gibi kültürler içinde alışveriş başlıyor, sınırlar kalkıyor. Bütünleşmek, ille de özünü kaybet ve benim değer yargılarımı, geleneklerimi olduğu gibi benimse manasına gelmiyor. O uyum sağlanabildiği ölçüde, Gambiyalı baba ile Lübnanlı anneden doğup, ismini annesinin koyduğu, Hintli kocasının ailesinin ise ülkesinde yaşadığı bir kadın olarak yaşayabilir, bu esnada Alman filolojisi profesörü olabilirsiniz.

Türkiye’de de bu bütünleşme-bütünleşmeme meselesinin çok çeşitli tezahürlerini görüyoruz. En belirgin olanı sanırım anadil meselesi. Almanya’daki Türklerin “anadilde eğitim” hakkını canhıraş savunanlar, Türkiye’de bu hakkı talep eden Kürtlere pek de iyi gözle bakmıyorlar. Oysa, birbirinin kültürünü yok etmeyen, uyum içinde bir bütünleşme için anadilde eğitim şart. Tersi olduğunda ise bütünleşmeme refleksi ya da direnci diyebileceğimiz bir tutumla karşılaşıyoruz ki bu da kutuplaşmayı peşinden sürüklüyor.

Burada tartışmak istediğim anadilde eğitim gibi konular değil, kültürlerin geçişkenlikle zenginleştiği bir dünya özlemi. Çok kolay gibi gözükse de bu tavrı içselleştirmek hiç de kolay olmuyor. Ne Czollek’in önerdiği gibi bütünleşmeyen bir tavra ihtiyacımız var, ne de asimilasyon politikalardan medet uman. Demokrat bir tavrın, ötekini düzlemeyen, ona kucak açan bir bütünleşmeden geçtiğini düşünüyorum.