André Gide: Batak Üzerine


Yazmaya kalkan çoğu insan ikilemlere düşer. Belki de kendi içine kapanmak ve yazmak ikilemlere düşmeyi gerektirir. Bir masa başında yazılacak şeyleri tasarlama ya da direkt olarak yazmaya girişme mecburi ölmeyi gerektirir. Yazamadığın zaman ise yazmaya adım atmışsındır. Maurice Blanchot’nun da değindiği üzere yazıda yalnızlık temel esastır ama açığa alınmış olan kesin değildir, yani “yazmış olan kovulmuştur”. Ya da George Battaile’ın da üzerinde durduğu gibi, yazı bir “bilgisizliği” mi gerektirir? Esrimenin nesnesi yazıdır, o zaman. Belki de ulaşmamız gereken sınırlar ve başka şeyler vardır. Bu Battailecı bir sessizlik olabilir. Albert Camus’nün, felsefesinin söylemiyle ifade edersek de bu, saçmayı hissetmektir. Zira Camus için yazmak eyleme geçmek demektir. Yazmaya başlanır başlanmaz, ikinci bir kişilik ve belki birçok kişilik devreye girer. Artık o kişilik ve kişilikler siz değilsinizdir, siz onları normal zamanda tanımazsınız, göremezsiniz. Sadece hissedersiniz. Burada can sıkıcı soruyu soralım, bu yazdığımız yazıları kimler yazıyor? Bir yazıyı kaç kişi yazar? Çünkü ne insan yazdığı gibi konuşabilir, -çünkü yazdığı gibi değildir-, ne de konuşabildiği kadar yazabilir. Belki de bunları düşünürken, Batak’ı okumak gerek.

Ama önce André Gide’ye bir bakalım.

Gide, bağımsızlığa ve özgürlüğe her zaman önem veren bir yazar olmuştur. Geleneksel olarak insanları düşün ve öğreti dizgeleri içinden düşünmeye zorlayan üst dillerden rahatsız olmuştur. Düşünmeyi ve özgür bilinci savunmuş, düşünmemeye zorlayan bir dünyanın iktidarına karşı çıkmıştır. Ve bunu yaşamı boyunca benimsemiştir. Birey olarak, kendisini gerçekleştirmeyi/üretmeyi dışarıdan buyruklarla ve düşüncelerle değil de, yine kendi realitesinden yola çıkarak yaşamını sürdürmeye çalışan insanın varlığını sorun etmiştir. Hatta bu onun insanın varlığına dair başat felsefi temelidir. İnsanları mutsuzluğa iten şeylerde yalnızca otoriter, buyurgan düşünce ve ideoloji dizgeleri değil, başka etkenlerin de var olduğunu düşünen Gide, Dostoyevski gibi “birey” ve benzeri kavramların yüceltilmesini gereksiz bulmuştur. Kişinin yaşamında izleyeceği yolun önceden ve başkalarınca çizilemez olduğunu savunmuş ve yapıtlarında işlemiştir. Çünkü özünde kendisinin de savunduğu bu kavramlar aşırıya vardırılmıştır. Dolayısıyla Gide, özgürlükte insanın dengesini bozanın aşırıya vardırılmış kavramlar olduğunu düşünür. Ve bu kavramlar her ne iseler, mutsuzluğa yol açabilecek potansiyele sahiptirler. Sonuçta, mutsuzlukta hem birey hem de çevresi kötü etkilenir. Bu zaviyede, 20. yüzyılın bunalımlı toplumuna eğilen Gide, daha sonra Sartre ve Camus gibi yazarları etkilemiştir. Fakat Gide’nin onlardan farklı yönü çoktur, onlar da Gide’den çok farklıdır. Ama dil, burada yakınlığı kurar, “yazar için dil belirli bir yakınlığı uzaklara yerleştiren bir insan çevrenidir, ayrıca bu yakınlık da tümüyle eskildir”.[1] Diğer yönden, Gide, romantik bir yazınsal gerçekçiliğin içinden sıyrılarak gelir. Bu anlamda daha sonra bunu sembolist yöndeki tutkuyla dışa/vurur. Sözcüklerin büyüsüne inanır.

Ve söylediklerimize ek olarak bu yazıda, Batak (1894) öne çıkar. Fransız edebiyat teorisyeni ve göstergebilimci Roland Barthes, Batak (Paludes) için şunu söyler: “Büyük, modern bir kitap.” Batak, gerçekten büyük bir kitap mı, bilemem. Ama büyüklük cevheri taşıdığı kesin. Claude Alain Chevalier ise, Batak için şunu der: “Yeni Romanın geçmişteki atası.”[2] Gerçekten modern anlamda bir özne sonrası arayışı, -yazmanın kendisi ile kurulan özdeşlik hali-, deyiş yerindeyse kaçınılmazdır. Barthes’ın, Foucault’nun yahut Blanchot’nun etkisiyle ileride göreceğimiz “yazarın ölümü” temasının habercisi gibidir André Gide’nin Batak’ı. Dolayısıyla Barthes’ın, kullandığı büyük sözcüğü her ne kadar üstte duran ve cüsseli bir yazın eserini ifade etse de, esasında Batak bir o kadar ince, bir o kadar da eleştirel bir romandır.

Batak

Gide, kitabına başlamadan önce şöyle yazıyor:

Kitabımı başkalarına açıklamadan önce, başkalarının onu bana açıklamasını beklerim. Onu herkesten önce ben açıklarsam, anlamını hemen sınırlandırılmış olurum; çünkü ne demek istediğimizi bilsek bile, ağzımızdan çıkan yalnızca söylemek istediğimiz midir bunu bilemeyiz. Söylemek istediğimizden fazlasını söyleriz hep. Kitabımda en hoşuma giden şey de, farkında olmadan yazdıklarımdır, bu bilinçdışı katkıya Tanrının katkısı da diyebilirim. Bir kitap, her zaman ortak bir çalışmanın ürünüdür ve yazarın katkısı küçülüp Tanrının katkısı büyüdüğü oranda kitabın değeri artar. Nesnelerin açıklanmasını herkesten bekleyebiliriz, ama yapıtlarımızın açıklanmasını okurdan bekleyelim.[3]

Bu uzun pasajı alıntılamadan edemezdim zira yazarın dilediği yapıtın açıklama girişimini yapacak durumunda değilsem de en azından, Batak’ı anlamak açısından bazı şeyleri söylemenin mühim olduğunu düşünmekteyim. O yüzden, Gide’nin istediği okur tipi olabilmek için elimi taşın altına koyuyorum. 

***

André Gide, Batak’ta bir roman yazmaya çalışan yazarı gösteriyor. Deyiş yerindeyse, yazılan bu roman, “roman içinde roman”ı gösteriyor. Yazılması gereken bir roman, Batak. Esas sorun da burada başlıyor. Sürekli belirli ya da belirli aralıklarla yazılan kısa pasajların okunması aracılığıyla Batak’ın yazım sürecine dahil oluyoruz. Çünkü roman içinde romanı okuyoruz. Fakat yolunda gitmeyen birtakım vaziyetler cereyan ederken, tam anlamıyla yazılmak istenilen şeylerin yazılamaması gün yüzüne çıkıyor. Tıkanan yazar asla yazmaktan vazgeçmiyor ama arzuladığı poetik dile yaklaşamıyor. Sanki satır aralarında Jack London’ın Martin Eden’i yazma çabasını duyar gibi oluyoruz, bir ara. Derken, yazar özgür bir dil arayışına girmeye başlıyor. Bu manada Batak, bir şeyler yapmaya çalışan ve hep olduğu yere dönen bireyin özgürlük arayışının romanı oluyor. Tam bunlar olurken, bu Batak neyin öyküsü diye kendimize sorduğumuzda şu cümleyle karşılaşıyoruz; Batak, “çevresi bataklıkla sarılı bir kulede yaşayan bekar bir adamın öyküsüdür”.[4] Bu yüzden, roman belirli mekânlar dışında sadece anlatıcının gözünden bakılan tek mekândan oluşmuştur.

Öte yandan, kimilerine göre Richard ana kahraman olarak görülse de, esasen Batak’ın kahramanı Pablius Vergilius’tan çıkar: Tityre. Tityre, tıpkı yaratıcısı olan yazarın kendisi gibi özgürlüğünü genelde baktığı ve durduğu yerlerden arar. Nitekim onun bu halinde özgür olmak isteyen bir bilincin yansıtılmasını görürüz. Batak, roman yazmanın güçlüğünü mesele edinmesiyle de Tityre’nin varoluş çıkmazlığını gösterir. Özgürlük belirlenmiş yasalara göre bağlı olarak ele alınmaz Batak’ta, bunun yanı sıra fiziksel, zihinsel ya da sanatsal özgürlüğün bilinçli bir şekilde birey tarafından kullanılması lazımdır. Tersi durumda, özgürlük batağa saplanmak durumundadır. Buna rağmen, Tityre oturduğu yerden özgür olmak ister, hep olduğu yerde kalır. Aslında bakarsanız bu bir tür Oblomovluk’tur. Zira özgürlüğünü gerçekleştiremez. Böylece Tityre sıradan insanın temsili olur. Fakat Gide’nin Tityre için özgürlüğü dolaşıma soktuğu yöntem bakış metaforudur. Çevreye kayıtsız olsa da, etrafına bakmaktan vazgeçmez. Seyrettiği bataklık bir zamandan sonra onun özgürlüğünü kurmaya çalıştığı manzara olur. O sırada, Batak yazılmaya çalışılmaktadır. Gide’nin, edebî üslubunda yinelediği basitlik göze çarpar, basit olan ise burada asla bir diyalog değildir, nesnenin kendisidir, yani bir mesele olduğu anlaşılan Batak. Bu bağlamda, “çoban” ve “tarla” metaforu öne çıkar. “Bir çoban başka bir çobana, söz arasında tarlasının taşlar ve bataklarla kaplı olduğunu, böyleyken bile yine de onun işe yaradığını, onunla yetindiği için de kendisini çok mutlu hissettiğini söylüyor. İnsanın tarlasını değiştirmediği sürece, ortaya koyacağı düşüncenin de akla yatkın olamayacağını söyleyebilir misin?”[5] Burada gösterilen çobanın, yani pastoral iktidarın (Foucault) yerini muhafaza etmesi ve o yerle yetinmesidir. Tarla ise ekip biçilen toprak katmanlarından çok “çorak ve taşlı” olsa bile muhafaza edilmesi gereken bir yerdir. Aslında burada çoban bir nevi toplumla arasında büyük mesafeler koyan 20.yüzyıl kaos ortamının melankolik aydın yazardır. Toplumsallaşamayan, kendi içine keşişvari bir şekilde kapanan, sadece edindiği düşünsel deneyimle yetinen bu yazarlar dışarıdaki hayattan habersizdirler. Bu yüzden, yazdıklarıyla yetinen yazarlardır, bu yazarlar. Gide’nin Batak’ta eleştirdiği şeylerden biri bu çoban yazar tipleridir. Fakat söylemek gerekir ki, Gide bu yönüyle bireyciliğe karşı bir tutum sergilemiştir. Velhasıl, Batak, eleştirellikten uzak edebiyat çevrelerinin yergisidir.

***

Romanda, genel olay örgüsü Hubert ve Angele’nin yazarın çevresinde dolaşmasıyla örülür. Yazar, huzursuz biridir. Bir türlü arkadaşları tarafından anlaşılamaz ve ona işe yaramayan biri gözüyle bakılır. Çünkü onlara göre yazar hiçbir şey yapamayan insanın kendisidir. Yazarın sorunu sadece bir roman yazmaktır, onlara göre ise “roman yazmak” asla bir sorun olamaz. Oysa bir kopukluk vardır romanda ve yaşamda çözülmesi gereken. Ama onlar romanın yaşamın merkezinde olmasını küçümserler. Tityre bu yüzden Batak’ın ana kahramanı olarak karşımıza çıkar bir günah keçisi gibi. Ya da anti-kahraman demek daha doğru olur. Gonçarov’un Oblomov’una benzer Tityre. Çünkü tek yapabildiği şey yattığı yerden manzaraya bakmaktır. Bu vesileyle, manzaranın da romanın içindeki yeri romantik parçalılığı getirir. Yazarla Angele arasında geçen diyalog ise Tityre üzerinedir:

(Angele, sorar) “Ne yapıyor ki?”

“Bataklık alanları seyrediyor…”

“Niçin yazıyorsunuz?” dedi Angele, kısa bir sessizlikten sonra.

“Ben mi? Bilmem, belki bir şey yapmış olmak için.”

“Daha sonra, bana da okuyacaksınız, ama”, dedi.[6]

Ve şaşırtıcı bir tembellikle kağıtları cebinden çıkarır. Okumaya başlar.

“Penceremden, başımı birazcık kaldırdığımda, şimdiye kadar pek ilgilenmediğim bir bahçe görüyorum; sağ tarafta, yapraklarını dökmekte olan ağaçların bulunduğu bir koru; bahçenin ötesinde bir ova; solda ise sonra sözünü edeceğim küçük bir göl var.”[7]

Kuşkusuz burada manzaraya bakma meselesinden başka, metni yeni okuyan ve metni dinleyen biri vardır. Barthesçıl çerçeveyle yazar, “metnin hazzını” tatmak hem de bu tadı Angele’ye tattırmak ister. Roland Barthes’ın, edebiyat için dilbilimsel olarak kazandırdıklarından biri olan “okumanın hazzı” sorunu bu bağlamda, Gide’nin Batak’ıyla yakından bir bağa sahiptir. Çünkü yazar yazdıklarını okur karşısındakine. Gide, burada sıkılmış ama buna rağmen işine bağlı bir yazarı vücuda getirmeye başlamaktadır. Gereksediği bellidir yazarın; anlaşılmak ve sadece yazarak kendini “tembellikle” dış dünyada ifade edebilmek. Tam da burada, haz okuru kendine çeker. Haz konusunda Barthes şöyle der: “Bir metni, ondan aldığım hazza göre değerlendirmeye kalktığım zaman ‘bu iyidir, şu kötüdür’ deme hakkım olmaz.”[8] Demek ki, bir metnin okunmasında ve anlam aramada herhangi bir yargıya kolay kolay varılmaz. Anlam, bir metnin taşıdığı potansiyel güçtür, çünkü bir bedene teşnedir. Ama Barthes’ın da bir yerde değindiği gibi yazı “imgelem perdesi” sunar, okura. Gide’nin, yazın üslubunda da bu vardır. İster direkt, isterse de dolaylı yollardan sözce canlı kalır. Okur metnin karşısında edilgen kalmaz, Gide’de. Micheal Raimond’a göre, “Gide, kahramanlarının bakış açılarının çoğaltılması işlemine okuyucuyu da katarak ona ayrıcalıklı konum verir”.[9]  Bir başka diyalog ise şudur:

[…] Daha düne kadar bahçe, gülhatmi ve hasekiküpesi gibi çiçeklerden geçilmiyordu; şu benim boşvermişliğim, bitkilerin gelişigüzel çoğalmalarına yol açtı; hemen yanındaki göl yüzünden, her tarafı sazlar, yosunlar kapladı; patikalar otların içinde kayboldu; kala kala, yürüyebileceğim, odamdan ovaya kadar uzanan, bir gün dolaşırken geçtiğim yol kaldı. Akşamları, koruda yaşayan hayvanlar, gölün suyundan içebilmek için bu yoldan geçerler; alacakaranlıkta bulanık şekiller çarpar gözüme, karanlık iyice bastırdığında ise onlar da yitip gider.

“Bütün bunlar tuhaf bir ürperti verdi bana,” dedi Angele; “yine de okumaya devam edin, çok güzel yazılmış.”

Okurken harcadığım çabanın üzerimde yarattığı gerginlikle:

“İşte, aşağı yukarı hepsi bu,” dedim ona; “gerisi henüz tamam değil.”

“Ya notlar,” diye haykırdı Angele, “onları okusanıza! Böylesi çok daha iyi; insan, onlarda, yazarın ne demek istediğini daha sonra yazarken dile getirdiklerinden daha iyi anlar.”

Düş kırıklığı içindeydim, ama ne yapayım, tümcelere yarım kalmış bir hava vermeye çalışarak devam ettim:

Kulesinin pencerelerinden, Tityre, elinde oltayla balık avlayabilir…  

Bu diyalogda, okurun ve dinleyicinin arasındaki haz ilişkisinin perspektifine bakmaktayızdır. Okur, bir tembellikle de olsa yazdığı ve okuduğu metne bir ötekiyi davet eder. Diğer taraftan bir çeşit okur türü ortaya çıkmasına sebep olur o da; histerik okur. Histerik okur, yani yazarın kendisi, metne eleştiri niyeti ile yaklaşmayan okurdur. Tüm zihniyle metne kendini bırakır, metni sürdürür. Nitekim Barthes’a göre, okumayı bir çeşit nevroz olarak değerlendirdiğimizde, metnin hazzının sapkınlığa yol açacağı malumdur. Ama Gide’nin romanın bir yerinde başka bir okur tipi olarak Richard’ı öne çıkarması yazardan farklı bir okur tipini ortaya çıkarıyor. Batak’ın yazarı şöyle diyor, Richard için: “Her ne kadar yazdıklarımı okumasa da, beni çok iyi tanıdığı savındadır; bu da, Batak’ı yazmamda belirleyici olmuştur; ne zaman Tityre’yi aklımdan geçirsem sanki onu geçirmiş gibi olurum; onu hiç tanımamış olmayı isterdim.”[10] Görüldüğü gibi bize iki farklı okur tipi sunulmakta, biri hazcı ya Barthes’ın deyimi ile histerik okur, diğeri ise, deyiş yerindeyse düz okur ya da tembel okur. Yani bir yapıtı anlamak için çaba göstermeyen Gide’nin istemediği okur tipi. Gide’nin istediği herhalde yazarın kendisi gibi bir okur tipidir. Diğer taraftan, yaşamdan çok farklı olduğu düşünülen yazının, hem içerik hem de biçim açısından aslında sürekli yinelenen Freudyen nevrozlara bezendiğini söylemeye gerek yoktur. Ama Barthes’ın da dediği gibi burada, “en iyi biçemsiz yazar Gide’dir”. Dolayısıyla, yazının malzemesi insan ise, Gide’nin yukarıdaki yazdıklarından da anlaşılacağı üzere insanın ikilemlerine dair kararsızlıklar da mevcuttur.

Yazmak istenilen her roman ise Gide’ye göre, yaşamın deneyimlerini çoğaltması gerekir. Dil ise bir düşünme biçiminin kendisi olmalıdır, yayma biçimi değil. Dil yazıya eklemlenen aktöredir. O zaman, Batak’ı Barthesçıl anlamda haz almak ve öğrenmek için okuyabiliriz. Fakat eninde sonunda bir bilmece duygusuyla, metnin bir tür gizemli düşünsellik halini ifade etmekten kaçındığı ya da onu açığa çıkarmayı reddettiği gibi bir duyguyla baş başa kalırız. Bu duygunun yarattığı ise anlamın kapanışıdır, geri çekilişidir, askıya alınışıdır. Nitekim Barthes Yazının Sıfır Derecesi’nde dilin biçimlerinin anlamı değiştirdiğini, yazının berisinde olduğunu anlatmıştır: “Öyleyse dil Yazın’ın berisindedir. Biçemse neredeyse ötesinde: Yazarın bedeninden ve geçmişinden birtakım imgeler, bir konuşma biçimi, bir sözcük dağarcığı doğar ve yavaş yavaş sanatın özdevinileri olur.”[11] Bana öyle geliyor ki, Barthes’ın burada söz ettiği “yazarın bedeninden ve geçmişinden birtakım imgeler”, metnin hazzı için ete kemiğe gelme yeridir, çünkü yazınsal uzam ele avuca sığmaz.

Bir başka soruna da yer vermeliyiz burada, o da; anlaşılamama duygusu.  Bir yazarın arkadaşı tarafından anlaşılamadığını düşünmesi patetik bir durum olsa gerekir. Nedense öteki bazen etkin hale getiremez kendini. Okur ve yazar arasındaki karşı konulamaz bir ilişkinin sonucu da olabilir bu. Hatta belki de bir yönüyle iyi bile olabilir, anlaşılamamak. (Anlaşılmak istememekten bahsetmiyorum.) Neden olmasın? Bazen yazarın derdini hissetmek onu anlamaktan daha iyidir. Zira her şeyi anlamak yetmez. Metnin bir bedeni olduğu hatırlanırsa, Barthes’tan, o zaman, anlaşılmak ilk etapta o kadar öne alınmamalıdır. Ama Batak’ın yazarı, arkadaşı Hubert’in yapıtını hiçbir şekilde anlayamayacağını düşünür.

Hubert Batak’tan hiçbir şey anlamamıştı; bir yazar artık bilgilendirmek için yazmıyorsa eğlendirmek için de yazamaz, işte Hubert’in kabul edemediği bu. Tityre onu rahatsız ediyor; toplumsal yaşayıştan farklı bir yaşayıştan farklı bir yaşama biçimini anlamıyor; sürekli hareket halinde olduğu için, böyle bir yaşamdan uzak olduğunu sanıyor; düşündüğümü tam olarak anlatamayacağım. Tityre mutlu olduğuna göre, demek ki her şey yolunda diye düşünüyor Hubert; oysa ben, salt Tityre mutlu olduğu için mutluluktan uzaklaşmak istiyorum.[12]

Yazar, burada “Bir yazar artık bilgilendirmek için yazmıyorsa eğlendirmek için de yazamaz,” diyerek yazmayı bir kuvveyi çağırma olarak görüyor. Tityre ise ona göre yapabildiği eylemler kadar olanaklı kılıyor yaşamını, bunu mutluluk olarak görüyor. Eylemsizlik mutluluğu getiriyorsa Tityre’ye, yazar huzursuz oluyor. Beri yandan, anlaşılamama durumu bir nevi metni gizemleştirme işlevi veriyor. Hubert’in burada etkin olamama durumu ise mutluluktur.  Mutluluk derken anlam yaratma çabasının, sanki mitolojideki gibi kahramanın bir sepetin içine bırakılıp nehre bırakılmasını mı anlamalıyız? Yazıyı nereye atalım, bırakalım ki ana rahmi ya doğumu çağrıştırsın. Yazının bırakılacağı yer, metinden başkası değildir.

***

Son bir mesele daha var bakılması gereken: manzara. Batak’ta, kahramanlar iç dünyalarını ya da içsel serüvenlerini birbirlerine aktarmak isterler. Hubert sürekli aralarda dolaşan ve deyiş yerindeyse anlayışsız bir insandır. Richard ise, kendini beğenmiş ve ne işe yaradığı belli olmayan entelektüel tipidir. Angele ise, Batak’a kayıtsız kalmayan tek kişidir desek yeridir. Nitekim o da belirsizliklerle yaşar. Yazılan romanı merak eder ama Tityre’nin yaptığı eylemleri saçma olarak görür ve onu “bir işe yaramayan” insan olarak görür. Zaten yazarı da bu yönüyle eleştirir. Gitmek ister nereye olursa olsun. Batak’ın yazarıyla birlikte gitmek için plan yapar. Fakat gidemezler, bu bir kısır döngüdür. Tıpkı yazılmak istenen roman gibi. Batak’ın yazarı ise, Tityre üzerinden bir şeye yaramayan düşlere ve düşüncelere dalma duygusunun manzarayı tetiklediğini söyler.  

Manzaralar arasında, özellikle alabildiğine düz büyük manzaralar kendisine çeker beni, tekdüze geniş fundalıklar, gölcüklerle dolu bölgelere rastlamak için uzun yolculuklara çıkabilirdim, oysa burada, çepeçevre bu gölcüklerle sarılıyım. Böyle konuştuğuma bakıp da, canım sıkkın sanmayın; efkarlı da değilim; Tityre derler bana, yalnızım, bir manzarayı, benim düşüncelerimden koparıp alamayan kitabı sevdiğim kadar severim. İç karartıcıdır benim düşüncelerim; şakaya gelir tarafı yoktur, diğerlerinin yanında hüzün vericidir; onları her şeyden çok severim, düşüncelerimi ovalarda, asık yüzlü gölcüklerde, geniş fundalıklarda gezdirdiğim için, böyle yerleri ararım hep. Buralarda usul usul dolaştırırım onları […][13]

Yaşamda kendine yer bulamayan bir anti-kahraman olan Tityre uslanmaz bir romantiktir. Manzara onun için aranması gereken ve kaçınılmaz olarak hemhal olunması gereken bir bakışın yeridir. Düşünce artık onun için ruhsal dünyasının taşıtıdır. Ovalar, fundalıklar yalnızlığının mekânlarıdır. Manzara, romantik bir kavrayışsa eğer, Tityre onu derinden kavrar ve kendisini ona bırakır. Her ne kadar, bu manzara ona huzursuz ve karanlık düşünceler verse de. Kuşkusuz ki bu aykırılık çevresine mesafeler yayar ve duvarlar örer. Hatta bu bir saplantıya dönüşse de aslında manzara kendisini yaratmak için birebir bir yerdir. Çünkü o bundan rahatsız değildir. Aksine böyle bir yaşam ister. Yalnız olmak onun için yeter de artar bile. Belki şöyle bir benzerlik kurabiliriz burada: Tityre, Anton Çehov’un sahnede kullandığı ayrıksı karakterlerle bu yönden yakından ilişki içindedir. Vişne Bahçesi’ndeki Firs gibi oyun bittiğinde boş sahnede oturmaya devam eder sanki. “Beni unuttular… neyse… burada otururum.” (Firs). Tityre ise şunu der: “Adım Tityre, yalnızım.”

Çehov’un karakterleri, salt bir çaresizlik ve umutsuzluk duygusu, tedavisi olanaksız bir irade yokluğu çekmekte, tüm çabalarında verimsiz olmaktadır. Bu edilginlik ve tembellik felsefesi, yaşamda hiçbir şeyin bir sonuca veya amaca erişemeyeceği duygusu, “biçime ilişkin” önemli sonuçlar doğurmaktadır. Bu felsefe, tüm dışsal olayların episodik doğasının ve konu dışı oluşunun vurgulanmasına; biçimle ilgili bütün düzenlemelerin, bir konu dışı oluşunun vurgulanmasına; biçimle ilgili bütün düzenlemelerin, bir konu üzerinde yoğunlaşmanın ve onu tamama erdirmenin yadsınmasına ve önceden hazır olan çerçeveye aldırmayıp onu bozarak kendisini merkezi dışta bir düzen içinde ifade etmeye zorlar.[14]

Romantik karakter yaratmada Gide’in oldukça ilginç yanıdır Çehov’la ilişkisi. Ama bu ilişki, Gonçarov’un Oblomov’undan gelmektedir. Eğer bu kurduğumuz ilişki doğruysa. Yoksa Andre Gide’nin Tityre’si, Çehov’un Firs’i mi?[15]

Son olarak, benim bu yazdığım yazı da anlamsal ve yazınsal açıdan tıkanmak üzere olduğundan Batak’ın etkisinden kurtulamıyorum. Ben de bu yazılamayan romanın yazarı gibi tekrar olduğum yere döneceğim kesin. Çünkü Batak, öyle büyük değişimlerin yaşandığı bir roman değildir. Nasıl ki, kahraman olamayan kahramanlar varsa Hepaistos gibi, roman olamayan romanlar da vardır Batak gibi.

Belki bizler de birer Tityre’yizdir, kimbilir. Yazı içinde dolaşan Tityreler olarak varlığımızı sürdürüyor olmayalım.

Ben ise, bilmiyorum Gide, sence istediğin okur tipi olabildim mi?


Kaynaklar

Barthes, R. (2009), Yazının Sıfır Derecesi, Yeni Eleştirel Denemeler, YKY, İstanbul.

Barthes, R. (2016), Yazı Üzerine Çeşitlemeler, Metnin Hazzı, YKY, İstanbul.

Gide, A. (1996), Batak, Can Yayınları, İstanbul.

Hauser, A. (2006), Sanatın Toplumsal Tarihi, Cilt 2, Deniz Kitabevi, Ankara.


[1] Roland Barthes, Yazının Sıfır Derecesi, s. 19.

[2] Claude Alain Chevalier, La Porte étroite d’André Gide, Fransa’da basılmıştır, 1993, s. 13. Erişim: Fuat Boyacıoğlu, “Andre Gide ve Yeni Romancılarda Romanesk Karşıtlığı ve Erken Anlatı Tekniği”.

[3] André Gide, Batak, s. 23.

[4] André Gide, Batak, s. 23.

[5] André Gide, Batak, s. 21.

[6] André Gide, Batak, s. 24

[7] André Gide, Batak, s.24.

[8] Roland Barthes, Yazı Üzerine Çeşitlemeler ve Metnin Hazzı, s. 104

[9] Michel Raimond, La Crise du Roman, Paris, José Corti Yayınevi, 1985, s. 351.

[10] André Gide, Batak, s. 33.

[11] Roland Barthes, Yazının Sıfır Derecesi, Yeni Eleştirel Denemeler, s. 20.

[12] André Gide, Batak, s. 35.

[13] Andre Gide, Batak, s. 42.

[14] Arnold Hauser, Sanatın Toplumsal Tarihi, Cilt 2, s. 365.

[15] Bu değindiğim benzerlik ilişkisi başka bir yazının meselesi olabilir. Burada bu kadar yoğun bir araştırmaya girmek şimdilik zahmetli olduğundan, maalesef bu kadarıyla yetinmek zorundayım. Ama tabii daha sonra kendimi bir çalışma yoğunluğu içinde bulabilirsem, bu meseleyi düşünmek isterim. Artık buranın altını deşmeyi meraklı okura bırakıyorum.