Aşk Yalnız Kadınlara Mahsus Bir Duygu mu Yoksa?

Simone de Beauvoir, yaşamlarındaki beklenmedik bir gelişmeden dolayı evlenmeyi hiç düşünmedikleri halde Sartre’in kendisine evlenme teklif etmek durumunda kaldığını ancak kendisinin bu fikre tereddütsüz olarak karşı çıktığını anlatır. Bunu “Evlilik bir önyargı olarak ikimizi de ürkütüyordu. Sayısız kararsızlıklarımız vardı (…) Evlilik, aile yaşamının zorunluluk haline getirdiği her şeyi ve bütün angaryaları iki misli çoğaltacaktı. Bizim başkalarıyla olan ilişkilerimizi etkilemekle kalmayacak, aramızdaki bağları koparacak, kurduğumuz dengeyi bozacaktı,” diyerek gerekçelendirir.[1] Feminizmi, kadının özgürleşme sorununu düşünmeyi iş edinen aydının, sanatçının evlilik kurumunu ve kadın-erkek ilişkisinde özellikle kadının konumunu yoğun ve sancılı bir eleştirel düşünce süzgecinden geçirdiğini imleyen düşünce örneklerinden biriydi, yukarıdaki alıntı.

Modernizmin bir artı değeri olarak ortaya çıkan kadın özgürleşmesi, cinselliğin ifade ve eylemindeki serbestlik arayışları, feminizm, kadın-erkek eşitliği, evlilik kurumunun kadın lehine sorgulanışı ve kadının verili kimliğe dair eleştirel tutumu, onca yıldır gerek sosyolojik gerek düşünsel, gerekse de sanatsal bir tema olarak gündemdeki ağırlığını hep korudu. Bunun geç modernizm sancısı yaşayan toplumlarda sosyalizm fikriyle birlikte tartışılıyor olması da tartışmanın bazı yönlerden lehine, bazı yönlerden aleyhine olmuştur. Zira Leylâ Erbil’in de bir söyleşisinde altını çizdiği gibi kadın özgürlüğünün tali bir mesele olduğu ve sosyalist devrim gerçekleştiğinde bu sorunun kendiliğinden çözüleceğine dair savlar, tartışmanın kendi dinamiği içinde geliştirilmesine ve bağlamından kopmadan yapılmasına ket vurmuştur. Ayrıca aydınlanma süreci sağlıklı yürümeyen, bilinçlenme çabaları sürekli travmatik müdahalelerle kesilen; Erbil’in “yaralı hayvan” olarak nitelediği bizim gibi toplumlarda bu tartışmanın doğru bir mecrada yürümesi de oldukça zordu. Bu zorluk, hem erkeğin erkek egemen konumunu sarsmanın yerleşik değer yargıları, din, upuzun bir tarihin erkeğe tanıdığı ayrıcalıklarla hem de kadının özgürleşmeye, eşitlenmeye, kendi kimliğini inşa etmeye dair belli bir bilinç, tecrübe, birikim ve tarihsel hafızadan yoksun oluşuyla ilgiliydi. Bu yüzden kadının özgürlük arayışı çoğu kez meselenin kavramsallaştırılmasındaki sıkıntılara, teorik-politik yön, yöntem ve eylemlerin belirlenmesindeki yetersizliklere, özgün bir dilin ve edimin oluşmasına, kişisel açmazlara, kafa karışıklığına ve alışkanlıklara dair türlü engellere takılıyordu. Bazen de özgürlük arayışı, erkeğin yaşam algısının, eylemlerinin tersinden kurulmasıyla veya aynen taklit edilmesiyle tıkanıp kalıyor ve erkeğe dair yozluğun batağına saplanıp kalınıyordu. Erkeğin savruk cinsel ilişkilerinin, aldatmalarının, cinsel partner arayışındaki özensizliğin ve hovardalığın kimi kadın için de böyle davranmakta bir gerekçeye dönüşmesi gibi. Elbette meseleye dair burada anılmayan başkaca birçok neden sıralanabilir ancak kadın-erkek eşitliği, kadının cinselliğe dair özgürlük arayışı, evlilik kurumunun bireyi yozlaştıran doğası, verili ahlâkın kadın aleyhine ikiyüzlü tutumu gündemdeki hayatiyetini korumaya devam ediyor ve anlaşılan o ki daha uzun yıllar da edecek.

Leylâ Erbil’in Tezer Özlü ile birlikte tasarladıkları ve Özlü’nün anısına 1988 yılında yayımlanan üçüncü romanı Mektup Aşkları da yukarıda kısaca özetlenen sorunların odakta olduğu bir temayı ele alır. Erbil, romanında aşkı derin bir sorgu sürecine tabi tutarken aşkın, sevginin, evliliğin ve ilişkilerin işleme biçimlerini, hem feodal hem küçük burjuva erkeğin hem de sol düşünce skalasında yer alan erkeğin ve tabii ki bunların karşısında özgürleşme çabası içindeki kadının bu meselelere dair tutumunu psikanalitik, sosyolojik, ideolojik bir derinliğe taşıyarak işlemeye çalışmış.

Metin, romanın en akıllı, sağduyulu ve bilinçli kişisi gibi görünen Jale’ye, arkadaşları tarafından yazılan mektuplarla başlar ve son olarak Jale’nin yazdığı bir mektupla biter. Romanın tüm kadın ve erkek kişileri Jale’ye yazdıkları mektuplar üzerinden tanınır olurlar. Erkeklerin tümü “Ahmet, İhsan, Zeki, Reha, İsmet” bir şekliyle Jale’nin ya sevgilisidir, ya onu sevendir, ya da ona ulaşmaya ve onunla evlenmeye çalışandır. Diğer kadın kahramanlar “Sacide ve Ferhunde” ise yine aşkları, hayal kırıklıkları ve arayışlarını Jale’ye yazdıkları mektuplarla okura bildirirler.

Kadın kahramanlardan Ferhunde’nin bir taraftan feminizm bir taraftan sol düşünceyi içselleştirmeye çalışırken yarı yolda nefesi kesilir ve zayıf kişiliğinin bir sonucu olarak geleneksel kadının alışıldık kaygı ve korkularının, geleneksel eğilim ve beklentilerin zavallı bir eyleyeni olur. Birkaç başarısız aşk deneyiminden sonra evlenme kaygısıyla yaşlı ve çirkin bire cücenin kolunda hayat evine girer. Bu tutumunun Jale tarafından sert eleştirilmesi sonucu da Jale ile ilişkisini keser ve romandan çekilir. Romanda Jale ile birlikte baştan sona kadar varlığını sürdüren diğer kadın karakter Sacide’dir. Önüne gelen erkekle yatmaktan çekinmeyen, amaçlarına ulaşmak için erkekleri de, kadınları da kullanabilen Sacide başlangıçta tutarsız, dejenere ve gün geçtikçe bataklığa doğru sürüklenen biri gibi görülse de romanın sonunda üç kadından en bilinçli, güçlü ve başarılı olanı olduğu izlenimi içine yerleşir.

Erkek kahramanlardan İhsan atletik, yakışıklı, narsisist bir âşıktır. Dil dökerken ve aşkını ilan ederken duygularının kaba cinselliğin sınırlarından uzaklaşmadığı gözden kaçmaz: “Sedefli baldırlarını, yay bacaklarını, ebruli kalçalarını, katmerli laleni, ortanca karnını, kasımpatı göğüslerini,  afacan ellerini,  yosunlu koltukaltlarını,  ibrişim sağanaklı saçlarını, kadife dökümlü tenini,  göklerden,  sulardan ve yerlerden çağıldayan gözlerini yaratan ve o habersiz ruhuna beni sokan Allahıma bin şükür!” (s. 51). Üstelik sağ-faşizan görüşlüdür. Jale başlangıçta ondan hoşlanmasına rağmen ilişkiyi devam ettirmez. Zeki en az görünen ve tanınan kahramandır. Uzaktan, dokunmaya korkarak sevmeye çalışan biridir. Ailesi ve içinden çıktığı çevre siyasal İslâmcı ve oldukça tutucudur. Bunu romanın sadece bir yerinde babası Abdullah’ın Jale’ye oğlunun peşini bırakması için yazdığı tehdit dolu bir mektuptan öğreniriz. Ancak Zeki kimlik bunalımı, varoluş sorunları yaşayan hassas ruhlu biridir ve genç yaşında ölerek romana veda eder.

Mektupların çoğu romanın ağlak küçük burjuva kahramanı Ahmet’e aittir. Ahmet romantik, naif, duyarlı görüntüsünün altına karaktersiz, kaypak, zayıf, ezik ve ikiyüzlü bir kişilik gizlemiştir. Bütün mektuplarında Jale’yi ne kadar çok sevdiğini, onsuz yaşayamayacağını, ölüp gideceğini, kuru, monoton ve ağlak bir üslupla yazarken salt bu ısrarıyla da Jale’yi en sonunda kendisiyle evlenmeye ikna edebilmiştir. Ancak evlilikten hemen sonra aynı mektupları bir başka kadına yazdığı ve onunla aşk yaşadığı ortaya çıkınca kıyamet kopmuş ve Jale’nin aşka, sevgiye, evliliğe dair duygu ve düşünceleri derin yaralar almış, bunlar sorgulanır olmuştur. Bu sorgulayış gerçekte aşkın varlığına dair bir şüpheye dek ilerlemiştir:

“Medeni, kültürlü bir erkeğin cinsi cazibe önünde böylesine oyuncak oluşuna da ne yazık! O zaman medeniyete ne lüzum vardı; bırakılsaydı da herkes herkesle canı çektiği gibi çiftleşseydi ve ben de isteklerimi hayvani bir şekilde gidererek böyle aşağılanmasaydım!.. Ah tekrardan içine atıldığım itimatsızlığın o kapkara uçurumu, şüphenin zifiri hâkimiyeti, bu dünyaya sevilmek ve sevmek ihtiyacıyla salıverilen ben; neden bu yalan hayal yıllardır kaplamıştı rüyalarımı? Nasıl oldu da bir kadınla bir erkek arasında temiz ve ebedi bir aşkın mevcut olduğuna inandık biz? Neden ve nasıl inandırıldık dostum?  Peki, ama eğer aşk yoksa benim içimde küçücük bir kızkenden beri var olan o duygu neydi? Onlar bile AŞK’ın var olduğunu ispata yetmez mi? Benim, senin ve bütün kadınların arzuladığı, beklediği şeyin, AŞK’ın var olmadığını değil, var olduğunu ispat etmiyor mu o duygular? Yoksa sadece bize, kadınlığa mahsus bir duygu mudur aşk?” (s. 88).

Bu sorgu, serzeniş, hayal kırıklığı ve şüphe dolu cümleler erkek ve kadın arasındaki aşka dair verili ilişkinin olumsuzlanmasından, eleştirisinden giderek “aşk” denilen bir duygunun bütünüyle bulunmayışı fikrine doğru sarkmıştır. Ancak kahramanların kafası, aşk ile ilgili olarak aşkın, aşkınsal bir yorumu olan aşka dair genel algıya göre mi davranacakları yoksa aşk denilenin aslında basit biyolojik, kimyasal etkileşimler mi olduğu türündeki eğilime göre mi tutum belirleyecekleri konusunda karışıktır: “Aşkın ne olduğunu, ne olmadığını hala anlayabilmiş değilim Ferhundeciğim. Bana güzel, akıllı, zeki olduğumu söyleyenlere bazen içimden, ‘Eee sana ne!’ diyorum, bazen de kendi kendime soruyorum: güzel olsam bile (onlara öyle gelsem bile, gerçekten) benden daha güzel olanla karşılaştıklarında ne olcak?” (s. 81). Bilimsel düşüncenin verilerine inanan kadınlar olarak aşkın, yaygın tariflerinin irreel, romantik, abartılı olduğu bilincinde olmaları yine de onları, bir gün bir yerden çıkıp gelecek olan ideal erkeğin sunacağı romantik, düşsel ebedi aşkı özlemekten alıkoymaz: “Ben mutlak olanı, kalıcı ve sürekli olanı isteyebilirim ancak ama mutlak olan diye bir şey var mı dostum?” (s. 82). Ancak yeryüzünde bunu verebilecek bir erkek yoktur. Hangi görüşten olursa olsun ki burada kahramanlarımızın solcu erkekten olumlu beklentileri vardır, hiçbir erkek bu beklentiye cevap olmayacaktır. Bu, bazen erkeğin doğasına bazen de verili erkek egemen kültüre dayandırılır. Ancak sonuçta söz gelir ve “mutlu aşk yoktur” gerçeğine toslar. Erkek egemen toplumdan öç almaya çalışan Sacide de, solcu, aydın, eşitlikçi, romantik âşığını beklerken sürekli aldatılan ve başarısız olup beklentisini en aşağı çekerek sinik, tipsiz bir badem bıyıklıyla evlenmek durumunda kalan Ferhunde de, aşka, sevgiye ve erkeğe inancını uzun süre kaybetmeyen, bu yolda sol feminist bilincine, tutarlı ahlâki duruşuna güvenen fakat sonunda aşağılayıcı bir aldatılma eyleminin kurbanı olan Jale de bu katı gerçeğe toslamaktan kurtulamadıklarına göre bu sistemde ve bu erkekle “mutlu, düzeyli ve onurlu bir aşk olamayacaktır”.

Erbil, başkişi olarak Jale’yi işaret etse de erkek egemen kültüre dair en sert ve keskin eleştirilerini Sacide’ye yaptırır. Onu, tepkisel feminist düşüncenin ucuna yerleştirir, Jale’yi ise daha itidalli, sağduyulu bir tutum içinde betimler. Sacide’ye dair eleştirel tutumların ve ahlâki yaklaşımların da toplumun ikiyüzlü genel ahlâki tutumunun bir yansıması olduğu fikrini işler gibidir. Ancak Sacide erkeğin ikiyüzlü, yoz konumunu sorgularken fakında olmadan o egemen erkek karakterinin eylemlerinin dişi bir eyleyicisi olmuştur. Erkeği, kendi silahıyla vurma çabaları, bir yönüyle egemen erkek zihniyetini üretmeye devam eder. Tabii bunu bir öç, öfke, karşılık verme, teşhir etme ve erkekle baş etme mantığı ve duygusu ile işlemektedir. Eylemlerinin meşruluğunu, karşısında konumlandığı ve mağduru olduğu erkek zihniyetinin de böyle davranıyor olmasından alır.

Kadının duygularının toplum tarafından baskılanması, aşka ve sevgiye dair istençlerinin günahla ve iffetsizlikle ilişkilendirilmesi, erkeklerin ki buna sol görüşlü erkek de dahildir, bu konuda kadını metalaştıran, cinsel objeye indirgeyen, tek taraflı hayvani tutumları Sacide’yi öfke ve nefretle doldurmuştur:

“Sevişmek, yatmak üzerine uzun uzun düşündüm Jaleciğim, aslında sevişmek nedir ki? İnsanın sevgi arayışı, sevgi alışverişi değil midir? Yalnızlık Allah’a vergi olduğuna göre bir başkasına muhtaçlığımızın sonucu değil midir?  Bu güzel ve tabii olayı nasıl da dünyanın en tehlikeli, en sakıncalı işi haline getirmişler değil mi?” (s. 132).

Fakat isyanı, özgürlüğü bu biçimde arayıştaki kısırdöngü onu ülkesinde barınamaz duruma sokunca çareyi yurtdışına kaçmakta bulmuştur. Yine de sonlara doğru gerek erkeğin gerek toplumun riyakâr, düşkün, ahlâksız tutumuna en sert ve bilinçli eleştiriler ondan gelir.

“Birlikte olduğum adamların çoğu şu bu bahaneyle dayağa geçiriverirlerdi. Eğer benden daha sıkı bir yumruk yiyeceklerini bilselerdi, yaparlar mıydı? Asla değil mi? İşte, this is the question my dear friend! (Bütün mesele bu sevgili arkadaşım.) Ve ben sosyalizme falan artık inanmıyorsam bunun sebebi de budur. Çünkü bu güçsüz adalelerimiz dünya durdukça böyle kalacağından hiçbir şey değişmeyecektir. Haksızlık doğuştan dostum: Kuvvetli ve zayıf karşı karşıya bırakılmış bir kere. Sosyalizm sadece erkeklere gelmeyeceğine, kadın ve erkek toplumuna gireceğine göre hani eşitlik? Erkek bizi dövmese bile, sonunda sıkışırsa dövebileceğini bilen biri o, işte sorun bu kadar basit. Yaratılıştan eşit olmayan bir durum var ortada; yasalar, ahlak, anane neyi değiştirebilir ki!” (s. 133).

Sacide’nin sistem sorgulamaları kişisel savruluşlarının, zaaflarının, teorik yetersizliğinin güçlü bir tepkisellik biçiminde ortaya çıkmasına neden olmuştur. Kişisel deneyimlerdeki tutarsızlıklar, başarısızlıklar, açmazlar sistem, erkek-kadın, aşk ve sevgiye dair genelleyici teorik çıkarsamalara dönüşmüştür. Verili durum, ideal durumla çarpıştırılarak olumsuzluk uç yorumlara doğru taşınmıştır. Nihayetinde onca sol feminist teori Sacide’de gelip erkeğin kaba gücünün tek belirleyen olduğu sığ düşüncesine saplanıp kalmıştır. Fakat Sacide eleştirilerin sivri ucunu hep erkeklere yöneltmez, kadınlar da nasibini alır bu eleştirilerden:

“Aslında erkekleri sağduyudan yoksun, bizden çok zayıf, duygusal yaratıklar olarak görüyorum. Bence olay şu: üzerimizde kurdukları buyurganlık (ki bu onların ham gücüne dayanıyor) yüzünden kendimizi korumak üzere yalan, hep yalan söylemişiz onlara. Bizim zekâmızı geliştiren bu yalanlar, onları bizim aptallarımız durumuna sokmuş” (s. 142).

Sacide’nin düşüncelerinde bu kez kadın kötülüğün kurbanı değil, ortağı olur. Erkeğin kabagücü onun aynı zamanda zayıf tarafı, kadının zayıflığı da gücü olmuştur. Fakat erkek ve dişinin bu gerçekliğinden doğru dürüst, düzeyli bir ilişki çıkmamış, aksine çözülemeyecek ve ebediyen tekrar edilecek bir riyakârlık ve kötülük peyda olmuştur.

Romanın sonlarında Erbil, başkarakter Jale’ye de bir mektup yazdırarak aşkı ve ilişkileri derinlemesine sorgulatır. Aldatılmanın acısı ve isyanıyla dolu Jale yer yer aşkın hiç olmadığı, olmayacağı düşüncesine savrulsa da yine de kıyamaz aşka. Kendi yaralı, sakat ruhumuzun bir yalanı da olsa aşkın var olduğuna, olacağına inanmak gerektiğini söyler. Belki bunun için gerçek bir yalnızlığı, hakiki bir özgürlüğü göze almak gerekecektir: “Nedir asıl sorun diye düşünüyorum. Asıl sorun? Asıl sorun? Asıl sorun tek başına ayakta durabilmekte, yalnızlığı öğrenebilmekte mi? Asıl sorun sevgisiz yaşayabilmekte mi? Sevgisiz kalıp direnmeyi öğrenmekte mi?”(s. 221). Belki de aşk tarifimizi, aşka dair bilgimizi, beklentimizi ve hatta duygumuzu değiştirmek gerekecektir. Belki bizi yanlışlayan şey, yanlışlara dayalı upuzun tarihimizdir. Sorgulamaya devam eder Jale:

“Aslında bir aşka, olup bittikten sonra, en sonundan baktığımda, geride aşk adıyla anılacak bir şey bulamıyorum; belki hoş bir duygucuk, kısa bir süre yaşanmış ama mutlaka sona ermiştir; geriye kalan buruk bir tebessüm, acılı bir anı, yitmiş bir aşk vehmi, görünmez olmuş! Oysa başlarken ne kadar inandırıcıdır her şey” (s. 222).

Fakat bu umuda, var olduğuna dair umuda tutunmaktan başka yolumuz var mı? Yok olduğuna kendini ikna etmelidir Jale ve kırgınlığını, hüznünü sönük de olsa bir umuda çevirmeye ihtiyacı vardır: “Bir düşünce olarak, nakşedilmiş bir bilgi olarak genlerimize vardır; yoktur demeye dilimizin varmadığı; kıyamadığımız için yok olmasına, elbirliğiyle yalandan var ettiğimiz bir sözcük, olmasını hep istediğimiz ve isteyeceğimiz bir umuttur aşk, bu umudu çalmaya kimin gücü yeter yarının insanından” (s. 223). O halde aşk gerçekleşmemiş bir vaat olarak insanın duygu ufkunda hep parıldayacaktır, parıldamalıdır.

Erbil, kadının özgürlük ve aşk arayışını yer yer psikanalitik yöntemlerle sorgularken erkeği tek başına bütün olumsuzlukların baş sorumlusu olarak işaretlemek de istemez elbette. En baştan yanlış kurulmuş, doğrudan sorumlusu, üreticisi olmadığımız ve tek tek bizleri aşan devasa bir insanlık tarihinin yaralı, hasta kurbanlarıyız hep birlikte. Yine de bir eleştiri yapılacaksa bu, insanlığın geldiği bu aşamada birçok bilgiyle donanmış bireyin sorumluktan kaçan, zayıf, kaypak ve çıkarcı tutumunun olumsuzlukların, haksızlıkların sürüp gitmesine dair kayıtsızlığına dair olmalıdır. Bir suçlu aranacaksa da bu bilince rağmen sistemin kendi çıkarına işliyor olmasını, kadının aleyhine bir körlüğe ve sağırlığa dönüştürenler; yani o küçük, zavallı erkek suçludur elbette…


[1] Kadınlığımın Hikâyesi, çev. Erdoğan Tokatlı, Payel Yayınları, s. 35, 36.