Aynı soruyu Mehmet Akif de sorar. Ona göre Çanakkale Savaşı, Marmara denizine girebilmek için en güçlü, en kesif dört beş ordunun “hayasızca tehaşşüd” ettikleri, bir araya gelip de küçücük bir kara parçasına aynı anda saldırdıkları, eşi menendi olmayan bir harptir; bir neo-Bedir Savaşı; ölenlerin kabre değil, peygamberin kucağına defnedildikleri muazzam bir direniş; “medeniyet denilen yüzsüz, kahpenin” bütün esrarını kustuğu bir savaştır.
Çanakkale deyince akla gelen en meşhur türkü -Çanakkale içinde Aynalı Çarşı- Muzaffer Sarısözen tarafından derlenmiştir. Rıdvan Arı, Yeni̇ Türkı̇yenı̇n Ön Sözü Çanakkale Türküsü Tarı̇hı̇ kitabında türkünün Muzaffer Sarısözen’in 1952 yılında yayınlanan Yurttan Sesler adlı kitabında yer aldığını söylemektedir. Sarısözen, türkünün Kastamonu yöresinden derlediğini ve kaynak kişisinin ise İhsan Ozanoğlu olduğunu belirtiyor; TRT arşivindeki 1973 kayıtlarına da bu şekilde işlenmiş.
Türkünün Emrullah Nutku’nun Çanakkale Şanlı Tarihine bir Bakış̧ adlı eserinde yer alan bir mektuptan yola çıkılarak yazıldığı da genel kabul gören bir anlatı. Buna göre, mektubu yazan Emrullah Nutku’nun kardeşi Seyfullah’tır. 1903 doğumlu olan Seyfullah savaşın arifesinde Çanakkale Sultanisi (lisesi) birinci sınıf öğrencisidir. Seyfullah, Çanakkale’den gönderdiği ve üzerinde 29 Eylül 1914 tarihi yazılı olan mektubunda Çanakkale’de askere alınan gençlerin sokaklarda bu türküyü söyleyerek geçtiklerinden bahsedilmektedir.
Çanakkale savaşı ile ilgili tek şiir Mehmet Akif’inki olmadığı gibi, tek türkü de Sarısözen’in derlediği ve Ruhi Su’nun sesinden meşhur olan bu türkü değil elbette. Bir kültürel artefacttan -yapıntı diye çeviriyorlar Türkçe’ye- ve toplumsal belleğin inşasından bahsedeceksek daha fazlasına ihtiyacımız var elbette. Çanakkale ile ilgili filmlerden belgesellere, kitaplardan, okulların bizzat kendisi bir artefact haline getirilen Çanakkale Savaşı sahasına düzenledikleri gezilere, Çanakkale ile ilgili mitlere, her yıl Çanakkale’ye Şafak Ayini’ne gelen Anzakların torunlarının, torunlarının toplumsal belleğindeki Çanakkale’nin inşasına kadar pek çok şeyden bahsetmek gerekir ki hepsine bihakkın değinmek ve bir bağlam içinde analiz edebilmek güzel bir kitap çalışması olabilirdi. Bu kitaba mutlaka, Türkçe, İngilizce, Almanca ya da Fransızca Urfa’daki Balıklı Gölün hikâyesini ezbere bir çırpıda anlatıveren ortaokul çocuklarının ağzından göldeki balıkların Çanakkale Savaşı’na nasıl katıldıklarının hikâyesini de eklemek gerekirdi.
Nasıl ki kişisel belleğimiz bize ait kayıtları tutan bir hardisk ise toplumsal bellek de münferit olayları, hatıraları vs. değil de bir toplumsal olayın faillerinin, ona tanıklık edenlerin ya da o olay veya durum karşısında aktarıla aktarıla günümüze taşınan anıların ortak bir paydada buluşmaları sonucunda oluşan bir “kültürel server” olarak tanımlanabilir. Toplumsal bellek basitçe geçmişe ait olanın, tarihselin bilgisi değildir; bu âna aittir, bireysel olarak toplumsal artefactlardan edinilir, geçmişten süzülür de gelir; geçmişle gelecek arasındaki köprü kurar ve toplumsal olanın -ve elbette aynı zamanda “ulusal olan”ın da- inşasında ve her kuşakta yeniden üretiminde önemli bir rol üstlenir.
Kuşkusuz, çoğunlukla politik bir süreci, bir politik-inşa ve yeniden üretim sürecini de barındırır toplumsal bellek. Toplumsal “rıza”nın, “devletin ideolojik aygıtları”nın, “hegemonya”nın ve/ya “ideoloji”nin mayalanmasını kolaylaştırır; millet denilen “şey”in tahayyülüne imkân verir.
Ulusun, ulusçuluğun bir kültürel artefact, bir tahayyül, toplumsal bellekte bir inşa olduğunun altını çizen Benedict Anderson’u yâd ederek -bu açıdan- Çanakkale Savaşı’na baktığımızda onun sadece muhafazakâr, İslâmcı kesimin değil, seküler cumhuriyetçi kesimin de toplumsal belleğinde yer eden, farklı toplumsal kesimleri bir araya getirmeyi başarabilen nadide ortak kültürel artefactlardan biri olduğu da mutlaka not edilmelidir. Her gün biraz daha polarize olan ve çeşitli tarihsel olay (Lozan Antlaşması, 31 Mart…) ya da kişilerin (Atatürk, Abdülhamit …) bu kutuplaş(tırıl)ma pratiğine malzeme edildiği günümüz Türkiye’sinde, Çanakkale Savaşı’nın toplumsal bellekteki inşasının farklı toplumsal kesimleri bir araya getirebilmesi üzerinde daha fazla düşünmek gerekiyor.
Nedir Şu Boğaz Harbi?
Boğaz Harbi her şeyden önce, 1914’te başlayan ve bir saman alevi gibi küreselleşerek 1919’a değin uzayan harbi bir “cihan harbi” olarak tanımlamaya neden olan en önemli kertedir. Çanakkale Cephesi açılmasaydı savaşın akıbeti ne olurdu kestirmek mümkün olmasa da Çanakkale geçilse ve İstanbul’u işgal eden İtilaf, Marmara’dan sonra Karadeniz’e geçerek Rus Çarlığı kıyılarına ulaşabilseydi dünya tarihinin şimdiki gibi yazılmayacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Savaş 1915’te sona erse Osmanlı’nın tarihi nasıl yazılırdı; Kurtuluş Savaşı diye bir savaş, Ekim Devrimi diye bir devrim, Türkiye Cumhuriyeti ve Sovyet Rusya isimli devletler kurulur muydu? Kimbilir! Bilinen, tarihin şimdi bildiğimizden katbekat farklı olacağı.
İkinci olarak Boğaz Harbi, Millî Mücadele’nin psikolojik iklimini hazırlar. İki ayrı damardan beslenir bu psikolojik hazırlık. Birinci damar, 1918’ın sonlarındaki Osmanlı münevveri, askeri, bürokratı için henüz üç yıl önce (1916 başı) biten Çanakkale Savaşı, 1700 başlarından bu yana savaştaki yenilgileri artık vaka-i adiyeden sayılan, Akdeniz’deki hakimiyeti çok eski günlerde kalmış Osmanlı ordusu/donanmasının, Akdeniz’in yeni patronu İngilizleri ve müttefiklerini bir deniz muharebesinde bile hâlâ yenebilecek güçte olduğunu görmesine imkân verir. 18 Mart 1915’te kazanılan deniz muharebesi o kadar önemlidir ki, Çanakkale dendiğinde akla son düşman askerî birliğinin tahliye edildiği 9 Ocak 1916, tahliye kararının alındığı 27 Aralık 1915 ya da ufak tefek çatışmalar sayılmazsa bu cephedeki son muharebenin gerçekleştiği 29 Ağustos 1915 değil, sadece bu tarih gelir. Toplumsal bellek, artefact vs. demişken, ildeki üniversitenin adının Çanakkale 18 Mart Üniversitesi olduğunu bir kez daha hatırlamak yerinde olacaktır.
Unutmamak gerekiyor ki, Kurtuluş Savaşı, Çanakkale’nin geçilmediği değil, aksine geçildiği, peşine İstanbul’un işgal edildiği bir ortamda cereyan eder. Mondros’a atılan imzanın mürekkebi kurumadan, daha kasım ayının ortası gelmeden 61 gemilik itilaf Çanakkale’yi geçer ve İstanbul’a demirler. 16 Mart 1920’de işgal hukuken de tescillenir, ta ki 6 Ekim 1923’e kadar. Bu Çanakkale’nin ilk geçilişi de değildir. 1807’de III. Selim döneminde İngilizler Osmanlı’yı İstanbul’u işgal etmekle tehdit edince de Çanakkale’de önlemler alınmaya başlanır. Dönemin matematikçilerinden Feyzullah Efendi’yi bu işle görevlendirir III. Selim. Doğal olarak Kaptan-ı Derya Salih Paşa da mesuldür bu hazırlıklardan. İngilizler, 1 Mart 1807'de Çanakkale’yi geçer ve İstanbul’a ulaşırlar. İstanbul’un işgali bir hafta bile sürmez, o zamana kadar alınmayan önlemler o kısa sürede alınmaya çalışılır ama ba’del harabül Basra. Neticede Kaptanı Derya Salih Paşa azledilip müsadere, Feyzullah Efendi de siyaseten katledilirler.
Başa dönelim, Milli Mücadele döneminin toplumsal belleğinde üç tane Çanakkale Savaşı vardır. 1807 ve 1919’dakiler travmatik yenilgiler, 1915’teki savaş, özellikle de 18 Mart’taki deniz muharebeleri ise stratejik bir zaferdir ve bu savaşla ordu, iyi yönetildiği takdirde hâlâ savaş kazanabilecek kapasitede olduğunu öncelikle kendi kendine ispat etmiştir.
Bu nokta bizi Boğaz Harbi’nin üçüncü özelliğine de götürür. Çanakkale Savaşı dünya tarihinin şekillenmesinde ve üç yıl sonra adım adım örgütlenmeye başlayacak Milli Mücadele’nin başarılabileceğine dair psikolojik bir iklimin oluşmasında etkili olduğu kadar, Mustafa Kemal’in siyasi bir figür olarak belirmesi, öne çıkmasında da -hele ki aylar öncesindeki Sarıkamış hezimeti ve bu savaşın genelde ordu, özelde de Enver Paşa’nın repütasyonuna negatif etkisi de düşünüldüğünde- önemli bir savaştır. Osmanlı Büyük Harbe girdiğinde (2 Kasım 1914) henüz binbaşı rütbesinden yarbaylığa atanalı (1 Mart 1914) 8 ay olan Mustafa Kemal, Çanakkale Savaşı sona erdikten çok kısa bir süre sonra (1 Nisan 1916) Mirliva/Tuğgeneralliğe yükselecek, Çanakkale Fatihi diye anılmaya, gazetelerde kendisi ile ilgili haberler çıkmaya başlayacaktır. Sadece bu olay değilse de Çanakkale Savaşı, Mustafa Kemal’in adını 1919 sonrasının müstakbel liderlerinden biri olarak yazdırabilmesinde hayli önemlidir.