Can Binali Aydın’ın edebi üretiminde intihar katı bir fikir değil, sürekli ve başka şekillerde cisimleşen bir düş, oynak bir zeminde hareket eden bir istek, yoğunlaşıp seyrelen bir arzu olarak söylemselleştirilir. Protesto olarak intiharın edebi temsili –siyasi temsili de- krizdedir ama. Bu krizin basıncıyla, bir kurmaca olarak metinde, metnin kurmaca olduğunu da ifşa eden, intihar hakkında kurulan cümlelerin ikna kuvvetlerini de bastıran “gerçek” bir “olaya” değinilir. 2016’da Esenler’de sabah saatlerinde kanalizasyona atlayıp intihar eden “Suriyeli sığınmacı Amir Hattab” tek bir cümleyle temsil alanında görünüp kaybolur, “Her Akşam Eve Dönerken Bakkala ve Haksızlığa Uğrarım” öyküsünden:
“Suriyeli sığınmacı Amir Hattap, İstanbul’un orta yerinde rögara atlayıp yaşamını sonlandırdığında koşullara karşı çok şiddetli bir protesto eylemi gerçekleştirmişti. Pencereyi menteşelerinden söküp küvetin içine koydum. Vücudumu, pencere boşluğundan aşağı sarkıttım.”1
Öykünün öznesinin “pencere boşluğundan aşağı sarkıtılan vücudu” ile “rögar”dan aşağı atlayan Suriyeli sığınmacının vücudu arasında uçurumlar vardır. Ama düşünce ve gerçeklik arasındaki farklar silinir, zira ister kurmacada ister gerçeklikte “İstanbul’un orta yeri” Orhan Veli’nin “sinama”sının bulunduğu yer değildir artık, yine seyirlik bir “orta yer”dir belki ama gerek İstanbul’un orta yerinde gerekse metnin yok-merkezinde kimse doğru düzgün bir şey görmüyor, okumuyor, görüp okusa bile –zamana uygun bir şekilde- hızla geçiyor, tüketip geride bırakıyor, olan bitenlere hiçbir surette müdahale etmiyordur. Bir “protesto”nun amacı muhayyel de olsa bir “kamu”ya görünmek, bir otorite makamına temas etmek, birileri tarafından fark edilmektir oysa. “Koşullara karşı çok şiddetli bir protesto olarak” intihar eylemi seyretmenin, tanık olmanın düzleminden çıkmış, dolayısıyla protesto olma niteliğini büsbütün değilse bile büyük ölçüde yitirmiştir aslında. Aydın’ın öyküleri bu unutulmuşluğu, ıssızlığı telafi etmese bile en azından edebiyat alanında güncel vakalar-hisler üzerinden kayda geçirir elbette. Gelgelelim buradaki “en azından” ifadesi de kasvetli bir tabloyu gözler önüne serer: kimsenin görmediği, tek başına oynanan bir film-tiyatro olarak intihar dahi yaşamı ve ölümü tartışmaya açamıyor, bir anlık bir ışıma gibi görünüp kayboluyordur artık. “Suriyeli sığınmacı”nın intiharı değil ama intiharın “biçimi” bile –sabun köpüğü misali haber dili hariç- herhangi bir yankı uyandırmıyordur: kişinin gündüz vakti trafiği yola kapatıp beton zemindeki bir rögar kapağını açıp da bedenini kanalizasyona bırakması, bu eylemdeki sembolik yıkım ve şiddet: yerin üstünden altına, kanalizasyon çukuruna yollanan bir beden ve bir hayat...
***
Dil ve dilsizlik, konuşma ve susma sınırlarını zorlayan Amir Hattab’ın intihar biçimi, Can Binali Aydın’ın metinlerindeki neredeyse tüm intihar biçimlerini kendi yörüngesinde toplar ve intiharlar hiyerarşinin tepe noktasında yer alır. Karakterlerin intihar fantezileri, sözgelimi “rüzgârda kırılmış şemsiye direkleri gibi kırılmış kaburgalar getiren trafik kazaları, açık unutulan mutfak ocakları” ya da bir inşaatın önünden geçilirken göze ilişen, “altıncı kata tuğla taşıyan bir demir makaranın” altına girip ezilme düşleri: bu düşlerin hiçbiri rögar kapağının ağırlığını ve ketum karanlığını yansıtamaz...
Bu düşlerde özne ölümün ve yaşamın sınır hattında durup bakıyor, türlü şekillerde intiharı, protesto vasfını kaybetmiş bile olsa kendi ölümünü belli belirsiz aklından geçiriyor, hayaller kuruyor, suskunluk duvarına çarpıp yitecek bir varoluşu her durumda hayatın değeri meselesi üzerinden söylem alanına taşımak istiyordur. Ne var ki, tam da bu bahiste, yani gerçek bir intiharın temsili zorluğu kadar edebiyat alanındaki temsiller de harici bir sıkıntı olarak edebi üretimin yanı başındadır. Sözgelimi Aydın’ın kıyısından temas ettiği, koyu kara taraflarını kendine has bir mizahla sindirip dönüştürdüğü Vüs’at O. Bener’in “Avuntu” öyküsünün kapanış cümleleri; hâlâ aşılması, yoğrulması ve yeniden biçimlendirilmesi zor bir anıt gibi, ölüm ve intihar üzerine üretilmiş nadide parçalar koleksiyonunda sessizce duruyordur:
“Ölümü pelte gövdemle kucaklıyorum. Katı katı. Donmuş bir ışık gibiydi. Parça parça kırılabilir. Dudaklarında soğuk değişmezlik. Yattığı yerde tek. Lanetli gök! Erimelerin küçüklüğü, bulaşıklığı. Canlı çığrışanlar. Düdük sesleri, rayları esneterek gözlerimin içinden geçen tren... Ürpermeyen yanağını olanca sevgimle öptüm.”2
Elbette çok sular akmıştır ölüm karşısında duyulan bu kozmik ürpertinin üzerinden... Ürperti değil, siyasal, biyolojik ve tıbbi içerikleriyle korku çok daha baskındır şimdilerde. Bu korku yalnızlıkla, yalnız ölme korkusuyla da bağlantılı. Aydın’ın kitabının adı: Yalnızım İnsanla Geçilmiyor. Her yerde insan var ama insan yok... Albert Camus’ye göre, kişi tetiği çekmeden önce bir “dostu” ile ne konuşmuştur, dostu onu dinlemiş midir, dinlememiş midir, bunlar da önemlidir, zira bu dost da “sorumludur” intihar eyleminden: suçlu değil, sorumlu. Ama intihar ve dostlar arasındaki sorumluluk ilişkisinde mevcut şartlar Albert Camus’nün döneminden çok daha kırılgan bir vaziyette: bugünün öznesi neredeyse dostsuz bir öznedir, dost mefhumunun kendisi de diğer pek çok şey gibi dijitalleşmiş, aşınmış, tanınmaz halde. Nitekim Aydın’ın öykülerinde dostlar sorumluluk üstlenmek değil, suçluluk duygusu zevkinden pay almak istiyorlardır... Sonuç olarak: Birey kendi kapalı dünyasında tecrit edilmiş, teknolojik iletişim yanılsamalarıyla zihni allak bullak, sahici ve kalıcı bir iletişim-konuşma-dinleme diyalektiğinden uzak bir konumdadır; ondandır Vüs’at O. Bener’in öznesi bir ürpertinin sınırlarını sevgiyle zorlarken Can Binali Aydın’ın öznesi ise ucu intihar düşlerine dokunan alıcısız bir çığlığa yönelir: “Lan bu ... 35 milyonluk poşet İstanbul’unda kimse sesimi duymuyor mu?”
1 Can Binali Aydın, Yalnızım İnsanla Geçilmiyor, İstanbul: Everest Yayınları, 2020, s. 12.
2 Vüs’at O. Bener, Dost-Yaşamasız, İstanbul: YKY, 2017, s. 214.