Ruhun belli derinliklerinde sıradan sözcüklerin hükmü yoktur. İşte buradayım ve yaşadığım krizlerin doğru bir tanımını yapmaya çalışıyorum, ama bulabildiğim tek şey imgeler.
Max Blecher, “Acil Gerçekdışılıkta Maceralar"
Bu salgının göz göre göre gelen bir salgın oluşundan söz etmiyorum sadece. Bu ve benzeri felaketlerin, devamlı genişlemek ve büyümek zorunda olan, sürekli olarak “gelecekten ödünç alarak”, geleceğimizi ve müştereklerimizi yıkıma uğratarak kendini yeniden üretebilen kapitalist medeniyetin kaçınılmaz sonucu olduğu bilgisi ortak tasavvur ve beklenti dünyamızda çoktan yer etmiş durumdaydı çünkü. Endüstriyel tarım/hayvancılık, madencilik, enerji vb. faaliyetler ve sektörler yoluyla ormanların, nehirlerin, suyun, havanın yok edilmesi, ve ekosistemlerin ve biyo-çeşitliliğin tahribi nedeniyle virüslerin doğal konaklarını terk etmesi ve yeni konak arayışlarının her an yeni bir salgın felaketini tetikleyebileceğini çoktandır biliyor ve bekliyorduk. Hem bu durumun (kapitalist sistemin mantığı ve olağan işleyişi) ayrıntılı bir tasvirine hem de önümüzdeki muhtemel yollar, açmazlar ve imkanlara ilişkin, Foti Benlisoy’un (1+1 Forum’da yayınlanan) “Korona Günlerinde Siyaset” üst-başlıklı düşündürücü ve kışkırtıcı üç yazısını (“Virüs ve Felaket Komünizmi”, “Korona Kapitalizmi ve Devrimci Kötümserlik”, “Virüs ve Kapitalist Gerçekçilik”) önermek isterim.
Tam da öngörüldüğü gibi “kusursuzca” işleyen, biricik kusuru aşırı hızlı işleyiş olan bir sistem bu. Belki de söz konusu aşırı hız nedeniyle, kendi işleyiş mantığının, körcesine genişleme itkisinin kaçınılmaz sonucu olarak kendini de en sonunda tüketecek, ortadan kaldıracak devasa bir çark. Buradaki can alıcı nokta, bunu bir biçimde, belki sezgisel olarak hepimizin biliyor oluşu değil midir? Kendi kendini tüketmenin, halen sahip olduğumuz bütün ortak yaşam kaynaklarını, tüm doğayı ve biz gönüllü köleleri/insan türünü tüketme koşuluyla gerçekleşecek -halen gerçekleşmekte olan- bir süreç olduğunu da bir biçimde, çoktandır bilmiyor muyuz? Frederic Jameson’un “dünyanın sonunu hayal edebilirken kapitalizmin sonunu hayal edememek” ifadesinin asıl bağlamı budur belki de, bizzat kendimizin karşı karşıya olduğu, içine düştüğümüz bu korkunç açmazdır. Bu anlamsız, irrasyonel, körcesine bir itkiyle ilerleyen büyüme/genişleme döngüsüne ne kadar vurgu yapılsa yeridir:
Kapitalizmin kendini devamlı devrimcileştirme dinamiği kendi imkansızlık noktasının (nihai krizinin ya da çöküşünün) bitimsizce ertelenmesine bağlıdır. Önceki üretim tarzları için tehlikeli bir istisna olan şey kapitalizm için vaka-ı adiyedir: Kapitalizmde kriz, kendisini sürekli etkinliğe iten imkansızlık noktası olarak içselleştirilir, hesaba katılır. Kapitalizm yapısal açıdan hep krizdedir -devamlı genişlemesinin sebebi budur: Kendini ancak, geleceğe doğru bir fuit en avant’la, “gelecekten ödünç alarak” yeniden üretebilir. Tüm borçların ödeneceği nihai hesaplaşma anı asla gelmeyecektir. Marx imkansızlığın toplumsal noktasını kendi meşrebince adlandırmıştı: “sınıf mücadelesi”.[1]
***
Salgın karşısında verdiğimiz tepkiler üzerinde düşünmeye başlamalıyız bence asıl. Söz konusu tepkilerin her iki uçtaki -kayıtsızlık/önemsememe ya da korku/kaygı- aşırılığı, yer yer hiç bir işe yaramayan dağınıklığı ve kontrolsüzlüğü üzerine. Kapıldığımız dehşetin anlamları, bize söyledikleri üzerine. Evde kalıyorken de, kendimizi birden dışarıya attığımızda da, davranışlarımıza çoktan eklenmiş o fazlalık üzerine. Yüce ya da sefil insanlık hikayeleri çünkü, bu salgının ertesinde ortaya çıkacak. Şimdi öğrendiğimiz derslerin ne olduğuna, bundan sonrası için hangi kararları vereceğimize, nelere niyetlenip, cesaret edeceğimize, nasıl devam etmek isteyeceğimize bağlı olarak yazacağız asıl hikayemizi. (Böyle bir zamanda ve hepimizin gözleri önünde bütün iktidarların, o kahredici “ya açlık ya virüs” seçimiyle baş başa bıraktığı en bahtsızlarımız hakkında hangi kelimelerle konuşulacağını bilmediğim ve burada semptomatik herhangi bir şey olduğunu düşünmediğim içindir ki yukarıdaki alan ve sorularla sınırlıyorum kendimi).
Mevcut tepki ve duygulanımlarımızı, derhal çarelerini üretmemiz ve nötralize etmemiz gereken işaretler gibi ele alır, ve kendimizi sakinleştirmenin, korku ve kaygılarımızı gidermenin ya da teselli bulmanın (demek kendimizi hızlıca sterilize etmenin) yordamlarına konsantre olmakla yetinirsek asıl noktayı ıskalamış olmaz mıyız. Şimdi önümüzde açılan bu aralıkta, onları (salgın karşısındaki tepki ve duygulanımlarımızı) hem bundan önceki geçmişimizi, önceki insanlık durumumuzu yorumlamanın/anlamlandırmanın hem de kendimize hazırlamakta olduğumuz geleceğin araç ve ipuçlarını taşıyan semptomlar olarak görmeliyiz. Demek bu travmatik karşılaşmayı olağanüstü bir içgörünün vesilesi yapabiliriz.
Bir de demek ki, bu salgının toplumsal imgelemde, kendi fantazi dünyalarımızda çoktan yerini almış olmasından söz açmalıyız. Yaşadığımız dehşetin/şokun, paniğin tam da bu bekleniyor olma durumuna ilişkin oluşundan. Zizek’in “Semptom Olarak Titanik” metninde yazdıklarını tekrarlayarak söylersek: “..burada altı çizilmesi gereken nokta, bu batışın tam da bir şok olarak en uygun zamanda gerçekleşmiş olmasıdır -“zaman onu bekliyordu”; daha fiilen olmadan önce bile, fantazi-mekanında çoktan onun için bir yer açılmış, ona bir yer ayrılmıştı.”
Buna eklenmesi gereken husus, söz konusu dehşet/şok/panik duygulanımında, muhtemel -ve ne iyi ki- bir suçluluk/pişmanlık/kefaret boyutunun bulunduğudur.
[1] S.Zizek, Hiçten Az, çev. Erkal Ünal, Encore Yayınları, 2015, s. 651.