Pasifik dolaylarındaki gemici dostuma, Mesut’a...
Orhan Koçak, Necatigil’in şiirini tartışırken, bu şiirin zamansal boyutunu, bilhassa gelecekle olan ilişkisini, işin içine ütopik arzunun mimarlarından Ernst Bloch’u da katarak bir sınır bölgesinde mühürler: “Oysa Necatigil’in şiirlerinde bir Ernst Bloch bile herhangi bir ütopik çekirdek bulamayacaktır: geleceğe doğru işlemiyordur. Cansever’den de burada ayrılır.”1 Ernst Bloch’un Necatigil’den ayrılan Edip Cansever’den ütopya çanağına ne katacağı bir yana ama, “şiirin geleceğe doğru işlemiyor” oluşu hakikaten de ütopik arzuyu daha başlamadan bitirecek, boğacak bir parametre midir? Orhan Koçak, bu sıkıntılı çıkarımına, Ayhan Geçgin’in Kenarda romanına atıfla, Geçgin’deki kökensel yıkım düşüncesinin, felaket söyleminin paradoksal da olsa bir “dönüş” hamlesiyle ütopik olana, “bir sonsuzluk düşüncesine bitişti”ğinden hareketle varır. Bu durumda Behçet Necatigil’in şiirinin geleceğe doğru işlemiyor oluşunun yanı sıra, bir sonsuzluk düşüncesine bitişemiyor oluşu da, onu ütopik arzunun menzili dışında bırakır. Necatigil’de büyük felaket dışarıda değil, esas itibariyle küçük, kapsül misali ama yoğun içeride, “ben” çemberi dahilindedir: arzunun yıkımı da nesnesini yitirmekle değil, içeriden bir tazyikle nesneye yönelmekle, istemekle başlar. Kaybedeceğini bile bile arzunun yola koyulması: ama bakiye –şiirsel tortu, kıpırdanmalar- sonsuzluk düşüncesine dönüşmek şöyle dursun ona yanaşmıyor, bitişmiyordur bile. Orhan Koçak “bir Ernst Bloch bile” diyerek eleştirel bir ihtiyat ve rikkatle şunu söylemek ister gibidir: Bloch’u dahi seferber etsek Necatigil şiirinde ütopik bir çekirdek bulamıyorsak şayet, bu şiirden politik olana doğru uç veren bir filiz, başka ve alternatif bir dünya tasavvuruna dair herhangi bir şey çıkmaz, zira negatif olana yönelik bükülemeyen, esnemeyen bir bakış negatif olanda takılıp kalmıştır: geçmeyen, şimdiyi de tasallutu altına alan, şimdiden geleceğe uzanacak olası çizgileri silen bir geçmiş...
Bu örtülü fikirde, sonsuzluk düşüncesi gibi metafizik bir kategorinin yahut geleceğe doğru işlemeyen bir hareket eksiliğinin dışında, bu ikisinden çok daha yoğun bir başka dinamik daha iş görür: Necatigil önünde sonunda sınırları belli “dar” bir mekânın, “ev”in şairidir. Elbette Orhan Koçak farkında: “Ev başından beri bir kabuktu, bir duvardı Behçet Hoca için, bizi kendi ardını (ya da ‘içi’ni) hem görmeye hem de görmemeye çağıran bir duvar.” İç ve dışı birbirinden ayıran, sınırlar çeken, için dışa yönelimlerini bastıran, saman alevi gibi parlayıp sönen çıkış isteklerini püskürten, özneyi kendi “kabuğu”na hapseden bir duvar. Ev mefhumu ve duvar arasındaki rabıta Necatigil şiirini politik açıdan belli bir koordinata sabitlemek için epeyce işlevsel. Bununla birlikte, görme ve görmeme, ışık ve karanlık denklemini kuran “duvar” mecazı Orhan Koçak’ın eleştirel söylemine Cemal Süreya’dan miras. 1958’deki yazısında Necatigil şiiriyle, onun o günkü son kitabı Arada ile ilgili şunları söyleyecektir Cemal Süreya:
“Behçet Necatigil’in gözlerini yine bir şeyler kamaştırıyor. Yine evler üçer, dörder, beşer boyutlu çöller halinde ve tıkayan bir sıcak halinde geçmiş günleri dolduruyor, şimdiki zamanı içine alıyor, geleceklere doğru uzanıp gidiyor (...) Öbür arkadaşları şiirlerinde duvarları delip geçen bir ışıktan söz ederler. Behçet Necatigil’deyse duvarların ışığı kesmesi söz konusu. Sanki duvarların ödevidir, fonksiyonudur ışığı kesmek. Behçet Necatigil yenilginin, sıkıntının, sıcağın zebunudur. Kilimin, öksürüğün, patiskanın, evlerin, sessizliğin...”2
Kavurucu bir çöl sıcaklığı, sıkıntı ve çile yumağı olarak evler: yeni ve başka boyutlar edinerek; zaten dolmuş –yaşanmış bir geçmişi- bir kez daha, bir kez daha doldurarak, şimdiki zamanı bir vakum gibi içine çekiyor ve oradan yedeğine aldığı dert ve keder toplamını daha da çoğaltmak üzere geleceğe doğru uzanıyordur... Şiir geleceğe doğru işliyordur aslında ama burada işleyen de geçmişten başkası değil (Bloch’un değilse bile Freud’un mu sahasında durmalı acaba?). Ne var ki, Cemal Süreya’nın işaret ettiği bu üç zaman da önünde sonunda evin içindedir, evin zamanıdır. Duvarlar da burada devreye girer: Orhan Koçak’ın bir “teknik”, Cemal Süreya’nınsa bir “fonksiyon” addettiği geçirimsiz ve çatlaksız duvarlar ışığı, ütopya mumunun cılız alevlerini, arzunun gaz lambalarındaki titreşimlerini kesiyor, sözün ve arzunun dışarıya, kamusal bölgeye sızmasına, başka zamanlara –çağın, kitlelerin ve aktüel siyasetin zamanlarına- teyellenmesine engel oluyordur. Üç zaman da tek bir çizgide ve aynı noktada üst üste binmiş gibidir. Arzunun başlangıcı varsa bile tarihi yoktur. Bu tarihsiz arzu değişime de kapalı gibidir. Nitekim Cemal Süreya, Necatigil şiirinin zebun öznesinin kilim ve öksürükten “memnun” olduğunu kaydeder: “Onlar artık onun hayat tarzıdır. İptilasıdır, afyonudur. Öyle olmuştur. Değişecek olsalar değişmesini istemeyecektir belki onların. Belki ummadığı, ya da beklemediği için istemeyecektir. Ama istemeyecektir işte.”
Evde dönen hayat tarzı bir afyondur, uyuşturucudur belki ama hayır, özne her şeyin yerli yerinde olmasından saf bir tevekkül öznesi misali büsbütün memnun değildir. Bu özne güçsüz ve zayıf manasında sadece “zebun” mudur? Behçet Necatigil, Nietzscheci anlamda “zayıflıktan zayıflık doğar” ilkesini bir bakıma ters çevirir: gücünü, tavrını, kimseye boca etmediği, yüksek perdeden dillendirmediği haklılığını güçsüzlüğünden, “çile”den, çelebilikten ve zayıflıktan alır. Duvarlarla çevrelenmiş bir varoluşta arzunun kendisine değil ama gölgesine, söze değil ama şikâyet, sızlanma, hayıflanma şeklinde dahi olsa (şairin affına sığınarak, şimdilerde hayli yıpranmış, kurumuş, lime lime ama “dişil” denebilecek) bir “ses”e imkân vardır ancak: Demek mesele görme ve görülme meselesi olduğu kadar işitip işitilmeme meselesi de: “Ey ses, hiç dinlenmeyen”. Arzunun payına düşecek olan fark edilmekten çok sızılı, eksilerek ve kesilmelerle dışarıya ulaştırılmaya çalışılan, hiç dinlenmeyen, boşluğa düşüp parçalanan bir sestir yalnızca. Bu ses bezgin, yılgın, küskün olsa da tümüyle halinden memnun bir ses değil. Necatigil şiiri konuşan, hikâye anlatan bir şiir olmamıştır: şiir kapatıldığı alanın; dört duvar arasındaki görüntülerin, iç geçirişlerin, mırıldanmaların, yarım ağız sitemlerin bir biçim edinerek sese kavuşmasını hedefler. Şikâyetini bile isteye “isyan” katına yükseltmeyen, bağırmayan, bağırmadığı için de galiba siyasal yükü görülmeyen, hafife alınan bir ses bu: “Bu bir yerden ötekine yetişmeler koşmalar / Bu taşıtlar bu ekmek bu et bu kömür / Sizin böyle âdi konularla işiniz yok.” Buradaki “siz” kümesinin oynak elemanları estetik-ideolojik üretim faillerini de kapsar şekilde egemen sınıfların çeşitli figürleridir, zikredilmeyen, adı konmayan “biz” ise ekmeğe, ete, kömüre yetişmek için çabalayan, koşturup duran ahalidir. Necatigil’in sesi bu türden “âdi konular”ın da etrafında döner. Kendi sesine kavuşmak isteyen arzunun en büyük riski ise sesin “gürültüye gitmesi”dir: Geleceğe, arzunun kaybına rağmen şiirin kazancı kabilinden –belki sonradan siyasal içeriklerini edinecek- bir “ses” kalmalıdır. Bu ses, geçmişteki diğer seslerin yanına usulca ilişecek, artı bir olacaktır, o kadar. Necatigil’in şiiri daha yazıldığı anda derhal siyasal alana açılıp da görünürlük kazanacak bir konuşmanın, anlatının, ifadenin değil, helezonlar çizerek, kör döngüler halinde kendi üzerine kapanıp yoğunlaşan sızlanmaların, nefes darlıklarının, kireçlenmiş eklemlerin, romatizmaların şiiri: duvarın ötesi, iğva eden “sokak”, “cadde” yahut kamusal alan bir açıklığın, şeffaflığın, külfetsiz arzu akışlarının, haz ticaretlerinin, eğlencenin, siyasal ya da değil kolektif bir arada olmaların, karşılıklı konuşmanın mekânı ise şayet duvarın berisi de uzun yorgun susmaların, bulanıklıkların, kirli sırların, marazi edaların, toz bezlerinin bıktıran iktidarının, dolup eksilen pazar poşetlerinin mekânıdır: Emeğin yeniden üretiminin örgütlenme alanı ya da “özel olan politiktir” söylemlerini de kapsayan ama insandaki arkaik-kozmolojik yerleşme, demir atma, korunma içgüdüsünü de ihtiva ettiğinden bu söylemleri de aşan bir mekân... Şiiri bu dar-havasız mekândan yer yer sapmak, açılıp genişlemek istese de şair şiirle daha en başta yaptığı sözleşmeye hep sadık kalır:
“Ben mum alevinde pervane gibi hep aynı odakta yazdım şiirlerimi: Ev ve her günkü yaşamalar. Rilke’nin Panter’i gibi aynı parmaklıklar içinde. Toplumun ve imkânlarımın bana bağışladığı dar dörtgende gözlerimi her açtıkça karşımda büyük şehrin orta-fakir sınıf ev, aile ve çevrelerini buldum. Benim bugüne kadar varmak istediğim gerçekler, hiçbir zaman bu sınırların ötesinde olmadılar. Eşyalar ve yaşantılar bende temel, esas, çekirdek niteliğine daraldılar. Bu eşya ve yaşantıların imge süslemelerinden yana yoksullukları, kendilerini en doğal biçimlerde, yalın halleriyle gösterebilmeleri içindi. Onlar zaman ve mekân bağlarından kurtulup da çok sonra bellekten derlenmiş, ayıklanmış, kristalize anılar değil, âni bir uyanmanın notları oldular. Şu var ki âni uyanma dediğim şey, her gün tekrarlanan durumlardan geldiği için, özündeki sürüp gidicilikte yine de zaman ve mekân-üstü bir niteliğin yansıması oldu.”3
Şairin odaklandığı sınırların ötesinde de gerçekler vardır ama Necatigil toplumsal ilişkilerden bağımsız olmamak üzere evvela kendi gerçeklerini, kendi “ben”ini oluşturan etkileri dert eder. Bu dertte şiirsel hareket genişleyen değil, giderek daha da daralan, daraldıkça genişleyen bir nitelik edinir. Toplumsal problemlerin, siyasal ilişkilerin özne üzerinde iş gören dışsal etki dinamikleri olduğunun farkındadır, ama Necatigil’e göre bunlar içeride kök salmalı, “dinlenmeli”, biçimini bulmalıdır, aksi takdirde özentilik, yapaylık, yani sahtekârlık işten bile değildir. Öznenin kendi hakikatini kemirecek olan “yalan” da kişinin kendi sınırlarını, “parmaklıklarını” yok saymasından, kendi zindanıyla hesaplaşmamasından kaynaklanır. Bununla birlikte, geriye kalanın bir “yalan ses” olması ihtimali hep var: Hakikati de, sesi de, arzuyu da boğacak, silip süpürecek olan yalana karşı sadakat hattı da önünde sonunda öznenin kendi gerçekliklerine bağlılığıyla garanti altına alınır.
***
Her günkü yaşamalarda, boğucu cehennemi tekrarlar dünyasında vuku bulan “âni uyanmalar”: her ne kadar tekrarlardan çıkıp gelse bile, zamandan da mekândan da taşan uyanışlar, “zorunluluklar”ın bir anlığına askıya alınması... Özne hangi uykudan uyanıyordur, Kant misali metafizik bir uykudan uyanmadığı açık; zira sıradan, her günkü edimlerden, bu edimlerin dayattığı gerçeklik uykusundan, kapitalizmin pazar eksenli işleyen ideolojik uykusundan, modernliğin uzun gecesinden uyanıyordur; tekrarın baskısı, gündelik hayatın döngüsü yeniden saltanatını kursa, özne uyku sersemi olsa bile bu “âni uyanışlar”dan sonraki uykular artık huzursuz uykulardır: Orhan Koçak’ın da Cemal Süreya’nın da “duvar” mecazına bunca ikna olup da Necatigil şiirindeki ne tam açık ne de tam kapalı, “aralık kapı” motifini, “evlere” açılmış savaşı (“evlerle savaşımız savaşların çetini”) hesaptan düşmeleri: zebun özne memnun değil, uykuları bozulan, huzursuz ama asabi olmayan, aralık kapıya bakışlar atan bir özne. Sesle kendini sınırlasa da arzu “aralık kapı” karşısında ürkek ve mahcupça seğirir, gelgitli değişim istekleri, eşyadan sıyrılma hisleri “âni uyanış” anlarında bir nabız gibi atar: Behçet Necatigil’in şiiri “yumuşak”, kükremeyen, estetik söylemindeki politik içeriği afişe etmeyen, kendi sınırlarının farkında, sessiz ve ağır başlı bir şiir, ama bu şiir de kendi dar sahasının geniş yüzeyine yayılarak kendi asude savaşını veren bir şiir: “Devrimci olmayan, öyle görünmeyen şairin de devrimcilerin varmak istedikleri insan gerçeğine varmadığını nasıl söyleyebiliriz?”4
1 Orhan Koçak, “Necatigil’de Arzu ve Teknik”, Kopuk Zincir: Modern Şiir Üzerine Denemeler, İstanbul: Metis Yayınları, 2012, s. 121-140.
2 Cemal Süreya, “Camgözde Tikler”, Şapkam Dolu Çiçekle: Toplu Yazılar 1, İstanbul: YKY, s. 251-253.
3 Behçet Necatigil, Bile / Yazdı, İstanbul: YKY, 2015, s. 47.
4 Behçet Necatigil, a.g.e., s. 98.