TBMM’nin 100. yılı üzerine yazılacak bir yazının, bir kutlama yazısı olması maalesef oldukça zor. Bugün 100. yılını kutlayan bir TBMM, evet var; bu TBMM’nin üyelerinin, yani milletvekillerinin statüsü de kırmızı pasaport, trafik cezasından muaf olma ve özlük haklarındaki çeşitli iyileştirmelerle yükseltilmiş durumda. Fakat bu kurumun ve üyelerinin ulusu temsil etme ve yönetme bakımından bir siyasi işlevi maalesef yok denecek kadar az.
Geçmişte Kurtuluş Savaşı’nı yönetmiş, Milli Egemenlik ilkesini hâkim kılmış, Cumhuriyet’i ilan etmiş olan TBMM, bugünkü siyasi statüsü ve rolü itibarıyla marjinalleşmiş durumda. Bu marjinalleşme birden bire olmadı ve çeşitli faktörlerden kaynaklandı, fakat “medeniyetimiz,” “yerli ve milli,” “Türk usulü” gibi ifadelerle savunulan bir hükümet sistemi değişikliğiyle geçtiğimiz yıllarda perçinlendi.
Meclis/parlamento, temsil gibi siyasi kurumların, medeniyetimizin kurum ve değerleri olup olmadığı kendi tarihimize nasıl baktığımızla alakalıdır. Fakat bunun bir adım ötesinde, daha derin bir analiz düzeyinde; mesele biraz da medeniyetin ya da medeniliğin her insan ve toplum için geçerli, yani evrensel ilkelerinin olup olamayacağı ile ilgilidir. Bu ikinci, daha felsefi ve normatif konuyu sizlere emanet edip, tarihimizde Meclis/parlamento kurumunun gelişimine odaklanacak ve günümüzde Meclis’in konumuna dair kısa bir değerlendirmede bulunacağım.
Temsil kavramı ve parlamento kurumu kökenlerini feodalizme kadar götürebileceğimiz ve modern anlamını mutlakiyetçiliğe karşı kazanmış, kavram ve kurumlardır. Zira temsilcilerden oluşan bir parlamento Pitkin’den aktararak söylersek kralın, krallığın ta kendisi olduğu (mutlakıyetçi) iddiasını boşa çıkarır. Buradaki temsil, sunum, tasvir veya tiyatro oyunu sahneleme anlamında temsil değil, vekâlet anlamında temsildir. Vekâlet, temsilcilerin temsil ettikleri adına hareket etmesini, temsilcilerin temsil ettiklerini bağlayıcı kararlar alabilmesini ifade eder. Vekâlet sahibi temsilcilerden, yani vekillerden oluşan bir parlamento, krallığın krala mülk olmadığını, onun yönetiminin artık mutlak değil meşruti, yani şartlara bağlı olduğuna işaret eder. Bu şartlardan en kritik olanı, yönetime dair kararların ortaklaşa alınmasıdır. Burada kralın otoritesinin sınırlandırıldığı açıktır. Vekillerden oluşan ve temsil ettikleri adına temsil ettiklerini de bağlayan kararlar alan bir parlamento, kraliyet olduğu sürece kralla birlikte, yoksa tek başına, ülkeyi/kraliyeti simgeler, ya da simgeleme anlamında temsil eder.
Geçmişimizde feodalizm olmadığı için durumumuz biraz daha faklıdır. Feodalizm özerk güç merkezlerinden oluşan parçalanmış otorite yapısını ifade eder. Klasik Osmanlı’da böyle parçalanmış bir otorite yapısı yoktur. Tımar sistemi sayesinde, toprak ve onun üzerinde yaşayan insanlar, varlığını doğrudan merkeze, merkezde padişahın iradesine borçlu olan ve “askeri” denilen, kul statüsündeki yönetici sınıf tarafından kontrol edilmiştir. Padişah böylece karşısında hiçbir özerk gücün olmadığı mutlak güç olabilmiştir.
Osmanlı’da padişahın mutlak otoritesi tımar sisteminin bozulması, varlığını padişahın iradesine borçlu olmayan, dolayısıyla kul statüsünde olmayan ve ayan denilen yerel güç odaklarının vergi toplama dâhil çeşitli idari roller almasıyla özellikle 17. yüzyıldan itibaren sarsılmıştır. Osmanlı, bu yerel güç odaklarıyla parlamento gibi temsil mekanizmaları içinde bütünleşme yerine, onları yok ederek yeniden merkezileşmeyi amaçlamıştır. Bütün Osmanlı modernleşmesinin amacı merkezî otoriteyi yeniden hâkim kılmaktır. Dolayısıyla, -padişahın mutlak iradesini sarsan- parlamento/Meclis gibi kurumlar, bizde farklı motivasyonlarla, farklı güçlerin etkisi altında ve farklı süreçlerde şekillenmiştir. Farklı motivasyon, karar alma süreçlerini paylaşmaktan ziyade devlet mekanizmasını iyileştirmek, kendi içinde tutarlı ve rasyonel bir idare kurmaktır; farklı güçlerden kastım daha çok bürokrasinin etkisi altında gelişmesidir; farklı süreç ise meselenin devlet içi bir çekişme süreci içinde gelişmesidir.
Osmanlı’da konumuz açısından dikkate değer ilk meclisler, özellikle II. Mahmud döneminde kurulan Dar-ı Şurayı Askeri, Dar-ı Şurayı Bab-ı Ali, Meclis-i Vala-yı Ahkâm-ı Adliye[1] gibi bir dizi daimi danışma meclisidir. Bu daimi danışma meclislerinin III. Selim ve hatta I. Abdülhamid dönemine kadar uzatabileceğimiz başlangıçları olduğu söylenebilir. Adı üstünde bu meclisler danışma meclisidir, temsilciler meclisi değil. Bu meclislerin üyeleri de devletin üst düzey yöneticilerinden oluşur ve amacı üst yönetimde eşgüdümü ve ortak sorumluluğu sağlamaktır. Danışma usulü aslında padişahların geçmişte de önemli kararlar alırken başvurduğu bir yöntemdir. Yeni olan, danışma meclislerinin daimi olmasıdır. Bu durum, Bülent Tanör’e göre padişahın kendi kendini sınırlaması anlamına gelir. Bu meclislerin bir başka öngörülemeyen sonucu, kul statüsünün kaldırılması gibi başka faktörlerin de etkisiyle padişah ve devletin ayrışmasıdır. Artık, kendilerini padişahın kulu olarak değil, devletin görevlisi olarak gören; padişaha değil devlete hizmet eden yeni bir bürokrasinin oluşması söz konusudur. Üstelik bu bürokrasi özellikle Tanzimat döneminde iktidarın toplandığı odak durumundadır.
Nitekim Meşrutiyet/Anayasa ve dolayısıyla temsilciler meclisi fikirleri, esas olarak padişahın mutlak otoritesini şartlara bağlamak amacıyla gelişmiş fikirler değildir. Zira bu fikirler geliştiğinde padişah zaten iktidar odağı değil. Meşrutiyet fikri, Namık Kemal, Ziya Paşa gibi Genç Osmanlılar tarafından Tanzimat bürokrasisine karşı savunulmuş bir fikirdir. Fikir, Tanzimat bürokrasisine karşı savunulmuş olmakla birlikte, 1876’da Meşrutiyet’in ilanı Genç Osmanlılar ve Tanzimat bürokrasisinin işbirliğinin sonucudur. Onları bu işbirliğine sevk eden Padişah Abdülaziz’in 1871’den itibaren sarayı tekrar iktidar odağı haline getirme çabalarıdır.
Meşrutiyet esasen gerçek anlamda bir meşrutiyet, yani şartlara bağlanmış bir yönetim getirmemiştir. Belçika Anayasası’nı model alarak, Sadrazam Mithat Paşa başkanlığında 28 kişilik bir komisyon tarafından hazırlanan Anayasa taslağına Padişah II. Abdülhamid bolca müdahale etmiş, nihayetinde bir ferman niteliğinde olan 1876 Kanun-i Esasi’si esasen padişahın mutlak otoritesini anayasallaştırmıştır. 1876 Anayasası’nda; saltanat ve padişah devletin asli organıdır, padişah tek yürütme organıdır ve sürgün yetkisine sahiptir, Meclis başkanlarını ve toplantı sürelerini padişah belirler, padişah Meclis’i fesih edebilir ve vekiller padişaha sadakat yemini etmek zorundadır. Yine de padişah tarafından atanmış bir Heyet-i Ayan ve erkek tebaa tarafından seçilmiş bir Heyet-i Mebusan olmak üzere çift kamaradan oluşan bir meclis ilk defa bu Anayasa sayesinde 13 Mart 1877 tarihinde açılmış ve Osmanlı-Rus Savaşı nedeniyle kapatıldığı 13 Şubat 1878 tarihine kadar faaliyet gösterebilmiştir. Yürütme organını tek başına temsil eden padişah karşısındaki bütün dezavantajlarına ve devlet iktidarına ortak olması söz konusu olmamasına rağmen, Meclis’in idarenin ve memurların hukuk kurallarına uygun hareket etmesini, halka zulmetmemesini sağlamak doğrultusunda faaliyette bulunabilmesi mümkün olmuştur.
1878’de Anayasa’nın askıya alınmasından 1908’de II. Meşrutiyet’in ilan edilmesine kadar geçen sürede iktidarın odağı tekrar Saray, dolayısıyla dönemin padişahı II. Abdülhamit olmuştur. II. Meşrutiyet teknik olarak yeni bir anayasa yapmamıştır, fakat 1876 Anayasası’nda 1909 yılında yapılan değişiklikler yeni bir anayasa niteliğindedir. 1909 değişiklikleri padişahın gerçekten sınırlandırıldığının ve yasama üstünlüğüne dayanan bir parlamenter rejime geçişin habercisidir. Nitekim kabine/yürütme Meclis’e karşı sorumlu ve Meclis tarafından düşürülebilir hale getirilmiş, böylece padişahın kabinenin oluşumuna etkide bulunma kapasitesi sınırlandırılmıştır. Vekiller artık sadece Anayasa’ya sadakat yemini eder; üstelik padişah da Anayasa’ya sadakat yemini etmek zorundadır. Ayrıca, Meclis’in toplanması için padişahın çağrıda bulunması gerekmemektedir ki bu Meclis’in varlığının padişahın iradesinden bağımsızlaşması demektir.
Bununla beraber, meşrutiyeti yeniden ilan ettiren temel güç olan İttihat ve Terakki (İT), Meclis’in muhalefet için de bir platform sunuyor olmasından rahatsız olmuş, yürütmeyi yasama karşısında tekrar güçlendirmek istemiş, ancak çoğunluğuna sahipse Meclis’in her şeye kadir olduğunu iddia etmiştir. 1912 Sopalı Seçimleri’nde olduğu gibi Meclis çoğunluğunu elde etmek için de hiçbir “fedakârlıktan” kaçınmamıştır. 1908 II. Meşrutiyet’in ilanından 1918 savaş sonuna kadar geçen süre İT dönemi olarak değerlendirilebilir. Bu dönemde Meclis toplam dört buçuk yıl açık kalmış, Meclis’in kapalı olduğu dönemlerde İT toplam sayısı 1000 civarında olan Geçici Kanunlar (Kanun-i Muvakkat) yapmıştır. İlk yılları hariç II. Meşrutiyet döneminde, I. Dünya Savaşı bitene kadar (1918) İT’nin bir tek parti rejimi veya bazı yorumculara göre bir parti-ordu diktatoryası kurduğunu söyleyebiliriz.
Meşrutiyet döneminde Meclis-i Mebusan için 1908, 1912, 1913/14 ve 1919 olmak üzere dört kez seçim yapılmıştır. I. Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında yapılan ve bir ucu bu yıl 100. yılını kutladığımız Ankara’da açılan BMM’ye dokunan 1919 seçimleri, hem hemen savaş sonrasında, dolayısıyla Osmanlı işgal atında iken yapılabilmesi bakımından, hem de sonuçları açısından kritiktir. Aralık 1919’da seçimlerin yapılabilmesi Osmanlı modernleşmesinin demokratik mirasına işaret eder. Sonuçları ise çeşitlidir. Her şeyden önce, bu son Meşrutiyet Meclisi direnişçi bir meclistir ve Kurtuluş Savaşı’nın temel örgütleyici ilkesi olan Misak-ı Milli’yi Şubat 1920’de kabul etmiştir. İstanbul bunun üzerine resmen işgal edilmiştir. Meclis ise başkalarının kendisini kapatmasına fırsat vermeden, 18 Mart 1920’de toplantılarını süresiz ertelemiştir. Bunun üzerine, Anadolu’da başlayan yerel direniş hareketlerini ulusal kurtuluş mücadelesine çevirme çabasında olan Mustafa Kemal 19 Mart’ta, yani hemen ertesi gün, “milletin istiklalini ve devletin tahlisini temin edecek salahiyet-i fevkaladeye haiz/malik bir Meclis’in Ankara’da toplanmasını” istemiştir.[2] İkincisi, 23 Nisan 1920 tarihinde Ankara’da açılan BMM[3] bir açıdan bu son Meşrutiyet Meclisi’nin taşınmış, sürgünde toplanmış halidir. Yeni seçimle gelenler olmakla birlikte, İstanbul MM üyeleri Ankara BMM doğal üyeleridir ve Ankara’ya geçebilen vekiller toplantılara katılmıştır. BMM’nin İçtüzüğü MM’nin İçtüzüğüdür. 1876 Kanun-i Esasi’si, 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu yapıldıktan sonra dahi yürürlüktedir. Bu nedenle, Mahmut Goloğlu gibi bazı yorumcular Cumhuriyet’in ilanına kadar geçen süreyi 3. Meşrutiyet olarak değerlendirir. Nitekim Ankara’da toplanan BMM bir Osmanlı kurumu olarak değerlendirilebilir niteliktedir ve bu niteliği itibarıyla İstanbul’a/Saray’a karşı elini anayasal/hukuki zeminde güçlendirmiş durumdadır.
Üçüncüsü, BMM, Tanör’ün ifadesiyle “Türkleri Anadolu’nun içine hapsedilmiş, yarı-sömürge bir köylü devletine mahkûm etmek isteyenlere” karşı, meşruluk ve hukukilik zemininde bir Milli Mücadele verilmesini mümkün kılmıştır. TBMM’ye Gazi Meclis denmesinin nedeni Milli Mücadele’nin Meclis tarafından, içinde kayda değer bir muhalefet[4] barındıran Meclis içinden yönetilmiş olmasıdır. Başkomutan Mustafa Kemal aynı zamanda Meclis Başkanı’dır, ordu Meclis’in ordusudur, hükümet Meclis’in hükümetidir, hükümet üyelerini tek tek Meclis seçer, hükümet başkanı Meclis başkanıdır. Meclis ise milletle özdeştir. Milletin iradesidir, milletin temsilcisidir, millet adına egemenliği kullanır ve o egemenliği kullanarak Cumhuriyet’i ilan etmiştir. Dolayısıyla, bütün iktidarın Meclis’te toplandığı, kuvvetler ayrılığı diye bir ilkenin henüz söz konusu olmadığını söyleyebiliriz. Meclis kendi yetkileri konusunda o kadar hassastır ki 1924 Anayasası yapılırken gelen, çift meclis, Cumhurbaşkanı’na veto yetkisi, Cumhurbaşkanı’nın yedi yıl için seçilmesi, Cumhurbaşkanı’nın kanunları duyurmak yerine onaylaması gibi önerileri reddetmiştir. Üstelik bunların bir kısmı son derece güçlü ve prestijli bir figür olan Mustafa Kemal’in desteklediği önerilerdir.
Öyleyse soru şu: Milli Mücadele’yi yürüten ve Cumhuriyet’i ilan eden Gazi ve kurucu Meclis nasıl oluyor da bugün ülke yönetimi ve halkı temsil açısından marjinal hale gelebiliyor? Meclisin by-pass edilmediği, parlamenter prosedürlerin çiğnenmediği bir dönem olduğunu not ederek tek parti dönemini hariç tutarsak, ilk akla gelen birkaç neden şöyle sıralanabilir:
Birincisi, Meclis, Türkiye’deki istikrarsız demokrasinin ilk kurbanlarındandır. Hem istikrar üretilen bir siyasi platform olarak işleyemediği için “prestij ve güvenilirlik” kazanamamış, hem de istikrarsızlık sonucu gerçekleşen askeri darbelerde ağır yara almıştır. Meclisler kapatılmış; üyeleri tutuklanmış, darbelerden, siyasi istikrarsızlıktan sorumlu tutulmuş ve olağanüstü şartlarda yapılan gösteri mahkemelerinde yargılanmıştır. Üstelik oyunun temel kurallarını, yani yasal-anayasal altyapıyı, meclisler değil, darbe yönetimleri belirlemiştir. Bu müthiş bir prestij ve statü kaybıdır.
İkincisi, özellikle 1980 darbe yönetiminin yaptığı Anayasa ve Siyasi Partiler Yasası gibi bir dizi yasa, yasama organı olarak Meclis’i yürütme karşısında, yasama organının üyeleri olarak milletvekillerini siyasi partiler karşısında zayıflatmıştır. Bunlardan birincisi Meclis’in etkinliğini, ikincisi millet(in)vekillerinin toplumla bağını, temsil kabiliyet ve sorumluluğunu kısıtlayan hususlardır. Nitekim 1980 darbesinin demokrasimizi istikrarlı kılmak için yaptığı genel tasarım, demokratik-temsili siyaset karşıtı bir tasarımdır ki bu temsil siyasetinin geleneksel kurumu olan Meclis aleyhine olmuştur.
Üçüncüsü, 1980’lerden itibaren global düzeyde hâkim paradigma haline gelen neo-liberalizmin alamet-i farikası, doğru politikanın ancak ilgili tarafların temsil edildiği katılımcı süreçlerde oluşturulabileceği anlayışına karşı çıkmaktır. Neo-liberal mantık, “doğru” politika geliştirmenin, “doğru” politikaları tespit etmenin bir uzmanlık meselesi olduğunu iddia eder ki bu, meclisler başta olmak üzere tüm temsil siyaseti mekanizmalarının aleyhinedir.
Dördüncü ve sonuncusu, temsil siyasetinin epeyce törpülendiği son 30-40 yılda duyulmayan, görülmeyen, unutulan toplum kesimleri son yıllarda popülist lider siyasetinin ana kaynağını oluşturmaya başlamıştır. Yükselen popülist lider siyaseti, popülist liderin milletin yalnızca ve ta kendisi olduğunu iddia etmesi bakımından mutlakıyetçilik eğilimli bir siyasettir. O kadar ki popülist lider siyaseti, sadece toplumun farklı kesimlerini ve onların temsilini gereksizleştirmez, bizzat kendisinin “otantik,” “gerçek” toplum saydığı toplum kesimlerinin temsilini de gereksiz bulur. Bu bakımdan, popülist lider siyaseti temsil siyasetine, temsil siyaseti vasıtasıyla toplumun özneleşmesine, dolayısıyla bunun en temel kanalı olan Meclis gibi kurumların sembolik-ötesi, etken varlığına kökten ters ve karşıdır. Nihayetinde, mücadelenin hayali bir düşmana karşı verildiğine yönelik “İkinci Kurtuluş Savaşı” gibi metaforik çağrışımlar ile betimlenen çeşitli toplumsal/siyasal gelişmeler, bu karşıtlıklarını göstermek/gerçekleştirmek açısından popülist-mutlakıyetçi liderlere büyük fırsatlar sunar.
[1] Sonradan Şuray-ı Devlet olarak anılan Meclis-i Vala-yı Ahkâm-ı Adliye II. Mahmud’dan sonra başlayan Tanzimat döneminde çıkan yasa ve tüzükleri hazırlamıştır ki Tanzimat döneminde, Tanzimat’ı bir yasama/yasa yapma hareketi olarak değerlendirebilecek kadar çok yasa çıkarılmıştır.
[2] Mustafa Kemal 17 Mart’ta “bir Meclis-i Müessisan” kurulması çağrısında bulunmuş, fakat Karabekir’in tepkisi üzerine 19 Mart’taki ikinci telgrafı çekmiştir.
[3] Mustafa Kemal’in önerisiyle aldığı ilk kararlardan biri “BMM’nin fevkinde bir kuvvet mevcut değildir” şeklindedir. BMM’nin çıkardığı ilk kanunlardan biri ise BMM’ye muhalefeti vatana ihanet kapsamına alan bir Vatana İhanet Kanunu’dur.
[4] Bu muhalefet hem bir ayağı 1919 seçimleri olan Birinci Meclis’te, hem de Kurtuluş Savaşı kazanıldıktan hemen sonra, 1923 yılında yapılan seçimler sonucu oluşan ve Cumhuriyet’i ilan eden İkinci Meclis’te etkilidir. Üstelik 1923 seçimlerinde Birinci Meclis’teki muhaliflerin hemen hiçbiri yer almamaktadır. Birinci Meclis’teki ayrışma noktaları şu sorularla ifade edilebilir: BMM geçici mi, kalıcı mı? BMM, Meclis-i Mebusan’ın devamı mı, değil mi? BMM kurucu bir Meclis mi? 1876 Kanun-i Esasisi geçerli mi? Geçerli ise “egemenliğin kayıtsız şartsız milletin” olduğunu belirten 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun konumu ne? Egemenlik kayıtsız şartsız milletinse, Saltanat ne olacak? 1923 seçimleriyle oluşan İkinci Meclis’te esas olarak Mustafa Kemal’in parti kurması, dolayısıyla tek taraflı hareket etmesi ayrışma noktasıdır.