Otorite
Tanıl Bora

İsveç’te –evet, Emrullah Gülüşken’in celp edildiği şu ülke!– hükümet tamamen Halk Sağlığı Kurumu’nun söylediklerine göre davranıyor ilke olarak. Söz-kararı bu kuruma bırakmış gibi... Kurum, “devlet epidemologu” (salgın bilimcisi) denen yöneticisi Anders Tegnell’in ağzından ayrıntılı, açık bilgi vererek ve önlemleri insanların duyarlılığına emanet ederek, görece gevşek bir mücadele stratejisi kurdu. Kurum sözcüsünün vukufu, hali tavrı ve üslûbuyla insanlara verdiği güven, önlemlerin gönüllü ve etkin bir şekilde uygulanmasını sağlamış, görünüyor. İşte buna, otorite deniyor. Güven verici saygın hal-tavır ve üslûpla pekişen, bilimsel otorite.

Almanya’da Şansölye Merkel, Robert Koch Ensitüsü’nün yol göstericiliğinde davrandıklarını açıkça söylüyor zaman zaman. Orada, siyasî otorite kendisini halk sağlığı otoritesine dayanarak meşrulaştırıyor ama önde gayet devletlû haliyle duruyor yine.

Türkiye’de, iktidara güvenmeyen ve güvenmemek için haklı sebepleri olanlar arasında, siyasî otoritenin bilimsel otoriteye itaat etmesi gerektiği ve etmesi gerektiği halde etmediği (en azından yeterince etmediği) kanaati hayli yaygın. Bilim Kurulu’nun tavsiye kararlarının doğrudan ve aynen siyasî-idarî karara yansıması gerekir, buna göre. “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” ise bittabi, söz konusu olan Dicle kenarında (hele orada!) kurdun kaptığı koyunun postmortem bakteriyolojik deri analizi bile olsa kendinden başka otorite tanımama eğiliminde. ABD’de de, siyasî otorite ile bilimsel otorite arasındaki ‘fark,’ hararetle ihtilâf konusu oldu.

***

İki otorite kavramının hayatî bir ciddiyetle karşı karşıya geldiği salgından çok önceleri, otoriter rejimler üzerine konuşulurken Nilgün Toker, –tabii şifâhen,– aklımızı genişleten ikazlarından birini yapmış, otoritenin tahakkümden farklı bir şey olduğunu hatırlatmıştı.

Bizi Hannah Arendt’in 1957 tarihli  “Otorite nedir?” başlıklı uzun makalesine gönderen bir hatırlatma, bu.[1] Arendt, bu yazıda otorite kavramının Antik Yunan’da ve Roma’daki şeceresine bakar. Kalıcı siyasî egemenlik kavramını ‘tanımayan’ Antik Yunan felsefesinde, otoriteyi temellendiren ilişki biçimlerinin siyaset dışından, özel alandan (ve “doğal” olarak eşitsiz ilişkilerden; ebeveyn-çocuk, hasta-hekim gibi…) nispet edildiğini gösterir. Oradan çıkan kavram, ‘yapma’ ustalığının ve işe yararlığın, iş görürlüğün otoritesidir; bir-şey-için-iyi, bir-şeye-uygun olmak anlamında pragmatik İyi’nin otoritesidir. Roma’da ise otoritenin kaynağı, kuruluş edimi olur. Kelimenin kökündeki auctor, kurucu, müellif demek.[2] Roma’da meclis siyasî erki, senato kurucu iradeye dayanan otoriteyi temsil ediyordu. Arendt, –Roma’nın ‘formda’ zamanında, diyelim,– senatonun sözünün “tavsiyeden fazla, emirden az” olduğunu söyler. Emretmeyi ve zoru gerektirmeden, dikkate alınması gerekiyor, gereği yapılıyordur.

Arendt, bu çerçeve içinde bir siyasî erdem olan otoritenin, –sınırsız olamayacak– özgürlüğü sınırlayarak korumak, gerçekleştirmek olduğunu söylüyordu. Özgürlüğü bertaraf eden totaliter yönetim, otoriter olamazdı, ona tiranlık diyecektik. Güç kullanılan yerde, otorite akamete uğramış demekti. Otorite, iktidar erkinin dışında ve yukarısındaki bir kaynağa dayanmalıydı. Arendt, otorite kaybının, özgürlük kaybına tekabül ettiği kanısındaydı. Bu kaybın sadece siyasette değil, toplumsal alanda da yaşandığı kanısındaydı. Mesela ebeveyn-çocuk ilişkisindeki otoritenin yitimi; anne babanın çocuğu dünyaya hazırlama sorumluluğundan, dolayısıyla “dünya için taşıdıkları sorumluluktan”  feragat etmesi anlamına geliyordu.

Arendt’in meselesi, şu veya bu otoritenin değil, otorite diye bir şeyin mutlak olarak meşruiyetini kaybetmesiydi. Otoriteyi tahakküm ilişkisi kurarak geri getirmeye kalkmaksa, otorite kavramının ruhuna tersti ona göre; zaten dikkat çektiği tehdit, böyle bir Ersatz-otoritenin, yani gerçek anlamıyla otoriteyi ikame etmeye kalkan bir otorite yanılsamasının hâkimiyeti idi.

***

Otorite kavramının otoritesini kaybetmesini, “otoriter rejimler”e indirgenmesini (böylece de çarpılmasını), modernliğin evrensellik iddiasının çözülmesiyle veya zayıflamasıyla açıklayanlar boş konuşmuyorlar.

70’lerde, 80’lerde de hâlâ “sanat otoritelerinden”, “spor otoritelerinden” dem vurulduğunu hatırlayanlar vardır. Liyakate, konuya vakıf olmaya, uzmanlığa, formasyona/müktesebata önem veren, bu “yetkeyi” veren referanslara değer verilen bir tasavvur dünyası, Arendt’in ikazından yirmi yıl sonra, hâlâ soluk alıyordu. 

Modernizm eleştirisinin fanatik bir ifrata varması, görececiliğin canının çıkarılması, bu zemini erozyona uğrattı. Ulus Baker’in, düşüncenin yerini kanaatlerin alması diye özetlediği hal: ‘güncel’ çerçeve içine kıstırılmış ‘belli’ sorulara ‘belli’ cevaplar veren, düşünceyi ilerletmeyip aksine yüzeyselleştiren, herkesin bir anket formunu işaretlercesine ‘katılabileceği’ kanaatler rejimi…

Arkasından beteri geldi: post-truth, hakikat-sonrası. Bırakın “gerçeği,” malûmatın dahi tamamen ve sadece yarayışlılığına tabi hale geldiği bir rejim. Manipülasyonun muteber ‘bilgi üretimi’ makamına kurulduğu, propagandanın kendinden menkul bir anlam ifade eder hale geldiği, komplo zihniyetinin bizatihî teori ikamesine dönüştüğü bir rejim. [3]

Corona virusunun daha kötü etkileyeceği risk grubunun zaten mevcut bir süreğen hastalığı olanlar, yani  “alt hastalığı olanlar” olduğu söyleniyor ya… İşte, salgın gelip çattığında dünya çapında toplumsal alt-hastalığımız post-truth idi. Bilimcilerin tespitinin, uzman fikrinin, bir popülist liderin “bence yoktur” beyanından ya da mikrofon tutulan ibadullah kanaat söyleyicilerden birisinin komplocu ‘kestirimlerinden’ daha önemli olmayabildiği bir insanlık durumu.[4]

***

Salgın sonrası (bu salgının sonrasındaki) dünyada, Arendt’in kastettiği sahih otoritenin değil, galat-ı meşhur otoritenin, yani tahakkümün, ceberut idarenin, denetimci-güvenlikçi ‘sözde’-otoritenin ihyâ olacağına dair haklı endişeler var, bunun açık işaretleri var.

Buna mukabil, bilimi fani sayanların bile virologların ağzının içine baktıklarını görerek, bilimsel otoritenin ihyâ olacağını düşünenler de var. Hatta “ufukta gücünü bilimden alan uzmanın otoritesinin geleneksel otoritenin, siyasi otoritenin önüne geçeceği yeni bir Aydınlanma” görenler var.[5]

Siyasî tahakkümün, bilimsel otoriteyi yedekleme kabiliyetini küçümsememek gerektiğini düşünüyorum. Arendt’in kavramsal çerçevesi içinde, tiranlığın, sahih anlamıyla otoriteyi asimile etmesi zor değildir. Yani, bizi bilim kurtarmayacak!

***

Otorite talebinin güçlendiğini de görmüyor muyuz? Hayatî tehdit altında insanlar, sadece yetkisi değil yetkesiyle (otorite) çare, çözüm bulacak bir fail olsun istiyor. İnsanlar, her zamandan fazla, kime inanacağını bilmek istiyor.

Bu ihtiyaç, tiranlığın galatı haline gelmiş otoriterliğe güç verebilir, kesin. Buna mukabil, post-truth surlarında bir gedik açabilir, bu yazıda tartıştığım, sahih anlamıyla otoriteye bir zemin oluşturabilir.

1968’in anti-otoriter hareketine can-ı gönülden destek veren, “özgürlük, otoriteye hayır demektir!” sözünü düsturlaştıran pisikaytr-düşünür Erich Fromm da, sahih veya ‘olumlu’ otoriteyi ayırt etmişti. Otorite, birinin “sahip” olacağı, birisinde “olacak” bir özellik değildir ona göre, ilişkiseldir. Birisinin diğerinin üstünlüğünü tanımasıyla kurulan bir ilişkidir. Fromm, rasyonel otorite ilişkisi ile irrasyonel otorite ilişkisinin çok farklı olduklarını düşünür. İrrasyonel otorite, korkutma ve duygusal tahakküme dayanır, kör itaat ister, köstekleyicidir. Rasyonel otorite, bilgi ve vukufa dayanır, eleştiriye açıktır ve tabi kılmaya değil aksine kendini ‘azaltmaya,’ sönümlenmeye eğilimlidir.[6]

Demokratik siyasetin böyle bir derdi olmalı galiba: Tiranlığa karşı bir otorite kurmanın, otorite kazanmanın yolunu yordamını aramak. Otorite kurma aracı olarak otorite gösterisinden kaçınmak gibi, tek kelimeyle rasyonel otorite inşa etmek gibi ilkeler açık. Peki başka? Herhalde –Arendt’in Roma’sını hatırlayalım–, kurmanın, yapmanın, pragmatik İyi’nin tecrübesine muhtacız öncelikle. Belâgate dayanan otorizasyon, yani söylenenin içeriğinden öte konuşma sanatıyla otorite edinmek/kurmak da, günümüz söz karambolunda hâlâ mümkün olabilecekse, ancak öyle bir tecrübeyle birleşerek, hayatiyet bulabilir.


[1] http://gellhardt.de/arendt_bluecher/6_Was_ist_Autoritaet.pdf

Türkçesi: Geçmişle Gelecek Arasında içinde, çev. Bahadır Sina Şener, İletişim Yayınları, 1996, s. 127-193.

[2] Latince Auctor. Bir eserin müellifi, yaratıcısı. “Yazar” da buradan geliyor. Auctum: yetiştirmek, çoğaltmak, teşvik etmek, büyütmek, yükseltmek.

[3] https://www.birikimdergisi.com/haftalik/9970/propaganda, https://www.birikimdergisi.com/haftalik/9750/komplo

[4] Asım Karaömerlioğlu, bu yapısal “akıl tutulmasının” salgında insanlığa nasıl bedel ödettiğini haklı bir kızgınlıkla yazdı. https://t24.com.tr/yazarlar/asim-karaomerlioglu/akil-tutulmasi-caginda-komploculuk,26129

[5] https://t24.com.tr/haber/prof-sencer-ayata-ufukta-gucunu-bilimden-alan-uzman-otoritesinin-siyasi-otoritenin-onune-gececegi-yeni-bir-aydinlanma-gorunuyor,870641

[6] Erich Fromm, Gesamtausgabe, cilt IX, DAV 1999, s. 321 vd. Yeni eğitim teorilerinde de, mesafe açan ve denetim kuran keyfî geleneksel otoriteden farklı olarak, alış veriş içinde bağ kurarak şeffaflık temelinde öz denetimi geliştirmeye dayanan, ilişkisel otoriteden söz ediyorlar. Bu konuştuğumuz, Arendt’inkinden farklı, alternatif bir otorite. Arendt’in hatırlattığı otoritede, argümanla iknaya yer ve hacet yoktur.