Küresel Covid-19 salgını, nerdeyse başlar başlamaz, dünyanın yorum camiasının da şu türden sorulara üşüşmesine yol açtı: “bildiğimiz şekliyle insan hayatı” artık geri gelmemek üzere geçmişte mi kalıyor; salgın geçtikten sonra (veya sürerken) bir “yeni normal” şekillenebilir mi, yoksa üst üste sarsıntılar ve hep yeni “uyarlanma” çabalarıyla mı geçecek bundan sonra toplumsal hayat? Böyle tartışmaların kızışmasında iki etken rol oynamış gibidir. Birincisi, bilimcilerin işaret ettikleri belirsizlik: virüsün hareketi (mutasyonu), insanların onu anlama ve durdurma çabalarından çok daha hızlı ve öngörülmez çıkabilir. İkincisi ve bence daha önemlisi, düşünce hayatının en kadim, en alt katmanlarından birini oluşturan o “binyılcı” veya “mahşerci” eğilimin böyle bunalım anlarında hemen yüze çıkabilmesi: aynı anda hem değişme isteğini (veya korkusunu) hem de dengelenme/istikrar/ödeşme beklentisini kendinde toplayan “milat” fikrine duyduğumuz ihtiyaç. Eski salgınların miladi etkilerine işaret edildi bu bağlam içinde: mesela 14. yüzyılın vebası Avrupa’da “feodalizmin sonunu getirmişti” ya da Birinci Dünya Savaşı daha da uzayabilecekken “İspanyol nezlesi” yüzünden 1918’de apar topar bitirilmişti.
Beklenti ve karşı-beklenti dizileri bu kez de peş peşe geldi, çoğu zaman tahlil kılığına bürünmüş temenniler halinde. Kapitalizm gidebilirdi, “otoritaryenizm” güçlenebilirdi, insan soyu doğanın efendisi olmaktan vazgeçip uyumlu bir parçası olmayı seçebilirdi. Ama daha büyük ihtimalle de her şey hiçbir şey değişmemiş gibi devam edebilir, güneş yine biraz doğudan doğar, iliştirilmiş tarihçi iliştirildiği yer ve tarihte kalabilirdi.[1]
Daha mutedil bir “öngörü”, salgının ilk evresinde, muhafazakâr İngiliz siyaset filozofu John Gray’den geldi. Bu şahsiyeti nasıl tanımlamalı? Muhafazakâr partide değil; yazısı İşçi Partisi'yle gevşek bir bağı olan New Statesman’da çıktı 1 Nisan 2020’de; evet, muhafazakâr, ama modern hayatla bir alıp veremediği yok; liberalizme karşı ama kapitalizmden söz etmiyor; bir ekonomik pratik olarak neo-liberalizmle de pek bir hırgürü yok. Asıl derdi enternasyonalizmle, kozmopolitizmle, milli sınırların belirsizleşmesiyle. Ve bu bağlamda AB projesiyle. “Öngörüyor” ki Covid-19, AB türünden ulus-devlet-üstü tasarıların inandırıcılık kaybına uğramasını, ulus-devletlerin yeniden kurtarıcı (hem sosyal hem de tıbbi anlamda) olarak sahneye çıkmasını ve mümkünse bizi bu belanın en yıkıcı etkilerinden korumasını sağlayacak. Şüphesiz başka şeyler de olacak devletlerin kanatları altındaki bu yeni hayatta: ilişkilerin büyük kısmı internet ortamına göç edecek, insanlar uzaktan çalışırken uzaktan sevişmeye alışacak. (Öte yandan, şuna girmeyecek kadar da ölçülü ve ağırbaşlı bir yazar John Gray: evin, kendi evimizin, kendi metrekaremizin, kendi santimetrekaremizin küçük ama büyüleyici erdemlerini ilk kez keşfetmeye başlayalım. Hayır, böyle demiyor. Ama belki bir gün ona da dedirtirler.)
Gray’in makalesinden bir hafta sonra, Hindistan’da çıkan The Telegraph gazetesinin internet sitesinde (20/4/2020), bir tarihçi, Mukul Kesavan, ona bir cevap verdi. Telegraph, o ülkede soldan liberalizme ve ılımlı milliyetçiliğe uzanan bir fikir yelpazesini barındıran bir mecra; en azından köşe yazarlarının hapsi, Modi denilen kişinin neo-liberalizmle Hindu milliyetçiliğini kaynaştıran otoriter sağ-popülist yönetim tarzına muhalif yazarlar olarak beliriyorlar (Nehru döneminin kalıntıları?). Ama Kesavan’ın yazısından bir bölüm aktaracağım:
İklim değişmesi diye bir şeyin çok iyi farkında olan ama enternasyonalizmin onunla baş edebileceğine inanmayan Gray, ulus-devletlerin kendi yurttaşlarını korumak için ekonomik büyüme fetişinden gönüllü olarak vazgeçeceklerini ve o yurttaşların da güvenlik bulma karşılığında daha düşük hayat standartlarına razı olacağını düşünüyor. Bunun son derece eşitsiz bir dünyada gerçekleşmesinin olasılığı, piyasanın görünmez elinin en fazla sayıda insan için en büyük iyiliği sağlaması veya sosyalizm altında devletin sönümlenmesi kadardır. Yine de, bir kez ulus-devleti dünyanın süregiden kahramanı olarak benimsedikten sonra, artık Gray’in şuna inanmaktan başka seçimi kalmıyor: o ulus-devletin sırf kendi çıkarını gözeten politikaları, nasıl oluyorsa küresel ısınmayı önlemekte ve gezegeni kurtarmaktadır.
Anlaşılan, salgının bizim toplumsal rutinlerimizi nasıl değiştireceğine dair spekülasyonun da belli bir bilim-kurgusal frisson’u var (ürperişi, heyecanı). Gray, insan toplumsallaşmasının büyük hacmiyle “online”a kayabileceğini düşünüyor ve şunu cesaretle söylemekten de çekinmiyor: sanal seks, fiziksel çiftleşmenin makul bir alternatifi veya ikamesi haline gelebilir. Ben kendim, daha yaşlı bir kişi olaraktan, kızışmış genç insanların gelecekte bu bakımdan ne yapacaklarını öngörmekte tereddüt ederim, ama bir tarih öğretmeni olarak şu genel noktaya işaret etmenin yararsız olmayacağını düşünüyorum: bu salgının 20. yüzyıldaki önceli, pandemilerin dünyayı ve hatta o dünya hakkındaki düşünme tarzımızı değiştirebileceğine ilişkin pek az dayanak sunmaktadır bize.
Yazarın sözünü ettiği öncel 1918 “İspanyol” gribidir, ABD’nin bir garnizon şehrinde başlayıp sonra ülkenin savaşa girmesiyle Avrupa’ya gelen askerler tarafından her yere yayıldığı sanılan “nezle”. Mukul Kesavan’ın bence daha tartışmalı önermeleri de bu noktada başlıyor.
1918’de “İspanyol” gribi dünya nüfusunun üçte birine bulaştı ve en az elli milyon insan öldürdü. Gezegenin tarihindeki en tahripkar savaş olan Birinci Dünya Savaşında yirmi milyon insan ölmüştü. Demek dört yıllık kitlesel harp, gribin bir yılda öldürdüğünün yarısından daha az insan hayatına mal olmuştu. Ama kütüphanelerin rafları Büyük Savaşla ilgili kitaplarla tıklım tıklımdır. Popüler kültürün parçası olmuştur o savaş, kolektif belleğin, çok-satar tarih kitaplarının, gişe filimlerinin. Oysa 1918 nezlesini hatırlayan yoktur. Aradan geçen 102 yıl boyunca, yüz binde bir kişi bile bu konuda düşünmemiştir. Epidemiyologların dışında, ortalama tahsilli insan, böyle bir salgının meydana geldiğini bile bilmiyordu. Delhi’de büyüdüm ben, okulu bitirdiğimde (1966) 1917 tarihinin mühim olduğunu biliyordum, çünkü o yıl Rus devrimi olmuştu, Ama 1918, Birinci Dünya Savaşının bitiş yılı olmasının ötesinde hiçbir şey ifade etmiyordu bana. Bu tuhaftır, çünkü 1918’de gripten gidenlerin en büyük kısmı Hindistan’da ölmüştü, on milyondan fazla insan. Hindistan’da her öğrenci 1943’teki Bengal kıtlığını bilir; ama Covid-19 çıkana kadar, İspanyol gribinin tarihini sorduğunuzda sınıfların hiçbirinden doğru bir cevap almanız mümkün değildi.
Peki bellek boşluğu neyle açıklanabilir? “Bu unutkanlığın basit bir sebebi,” diyor yazar, “insan toplumlarının pandemileri doğal afetler olarak görmesidir; bu yüzden insan-ürünü dehşetleri kolektif belleğe kazıyan asit burada işlemiyordur. Virüsün çıkışından beş ay sonra Covid-19 kaynaklı ölüm sayısı dünya ölçeğinde 100.000 civarında [bugün 300.000’e yaklaşıyor – o.k.]. Hastalık yayıldıkça bu rakam da elbet çok artacak, ama 2020 sonuna gelindiğinde öldürdüğü insan sayısı herhalde 1918’dekinden daha az olacak.” Buna da amenna. Ama şunu tartışmalıyız: “Görünüşe bakılırsa, 1918’in büyük dehşeti bu kadar gamsızca unutulmuşken, insan toplumlarının bu şimdiki trajediyi yürekten hissedeceğine inanmamızı gerektiren hiçbir sebep yoktur. Hiçbir sebep – ‘son olay’ denilen şeye düşkünlüğümüzün veya yaşanan ânın narsisizmi dışında.” Ne demek istiyor yazar? Bu da geçecek ve biz hiçbir şey hatırlamayacağız mı? Bir “ânın” içindeyken o ânın oyuncağıyız, tutkunuyuz, kölesiyiz ama “an” bittiğinde biz de gözlerimizi kırpıştırarak bellek-silen güneşe mi çıkıyoruz?
***
Feza Kürkçüoğlu, K24’te çıkan yazısında (23 Mart 2020) Türk edebiyatında 1918-20 salgınının bıraktığı izleri, kayıtları sergiliyor. Griple birlikte tifüs ve son bir kez daha başını kaldıran veba bulaşları da olmuştur o dönemde, çoğu İstanbul ve çevresinde. Fecr-i Ati grubunun kurucularından Şahabettin Süleyman’ın, tıpkı arkadaşı Yakup Kadri gibi daha önce yakalandığı akciğer hastalığından ötürü gittiği İsviçre’de (Davos) bu kez de gribe tutulup öldüğünü öğreniyoruz. Kaynak, Yakup Kadri’nin Gençlik ve Edebiyat Hatıraları; o da tedavi için gittiği Davos’ta hastalığa yakalanmış ama sağ çıkmıştır. Hüseyin Rahmi’nin Hakka Sığındık romanı, Refik Halit’in Sakın Aldanma, Kanma, İnanma kitabındaki bir deneme, Cahit Uçuk’un anıları ve şüphesiz Nâzım Hikmet’in Memleketimden İnsan Manzaraları’dan şu unutulmaz dizeler:
“Biz ki İstanbul şehriyiz, / Seferberliği görmüşüz: / Kafkas, Galiçya, Çanakkale, Filistin, / vagon ticareti, tifüs ve İspanyol nezlesi / bir de İttihatçılar, / bir de uzun konçlu Alman çizmesi / 914'ten 18'e kadar / yedi bitirdi bizi.”
Ama titiz arşivciliğini yakından bildiğim Kürkçüoğlu’nun sunabildiği kayıtlar bu kadar; diş macunu tüpünü daha da sıkarsak belki üç-beş iz daha… Az değil midir, sırf “İspanyol nezlesi” yüzünden iki yılda bir milyona yakın insan yitirdiği tahmin edilen bir toplumun kültür hayatı için? Nâzım Hikmet’in cümleleri aslında bu izsizliğin bir yönünü açıklıyor: salgın, o dönemin peş peşe veya eşzamanlı belalar dizisinin sadece bir öğesidir ve bu öğelerden hiçbiri ötekilerden daha önemli, daha baskın değildir. Sarıkamış’ta iki gecede yüz bine yakın askerin soğuka ve açlığa teslim edildiği bir ortamda “İspanyol nezlesi” de olsa olsa bütün bu musibetlerin bir analoğu, bir istiaresi olabilir. Alman çizmesi veya savaş vurguncularıdır nezlenin işaret ettiği. Galiçya da gribe benzer.
Burada bir Thomas Mann durumu var. Son iki ayda çıkan “salgın ve edebiyat” konulu yazılarda şüphesiz hemen Venedik’te Ölüm’e değinildi. Sanatoryumu anlattığı asıl kitap Büyülü Dağ’dır (1924). O da Yakup Kadri ve Şahabettin Süleyman’la aynı yıllarda tedavi için Davos’taydı. Şimdi izninizle ben de Mukul Kesavan gibi biraz kişiselleşeyim: gençliğimde hakkında pek bir şey bilmeden okuduğum bu kitapta, hemşirelerin her gün ölçtüğü ateşler (38,5 derece, 39, 40…) değil, liberal aydınlanmacı Settembrini ile proto-faşist/komünist/diyalektisyen Naphta arasındaki sonu gelmez tartışmalar ilgimi çekmişti. Zaten romanın arka kapak notunda da, büyük yazarın bu yapıtının aslında hastaneyle ilgili olmaktan çok, savaşa ve öz-yıkıma doğru uyurgezer şaşmazlığıyla yönelen “Avrupa uygarlığı” üzerine bir alegorik “tefekkür” olduğu belirtiliyordu. İlk yüz sayfayı güç bela aştıktan sonra çaresiz ben de inandım. Hastalık, adam gibi bir hastalıksa eğer, anlamlı olmak zorundaydı, hastalıktan daha fazla bir şey olmak.
Peki “adam gibi" değil de kadın olarak anlatınca bu “metaforizasyondan” uzak durulabiliyor mu, bu aşırı anlam yüklemesinden kaçınılabiliyor mu? Belli bir materyalizme, anlam dediğimiz şey karşısında belli bir şüpheciliğe izin oluyor mu? Olayın anlamı yerine sebepleri ve muhtemel evrimiyle daha çok ilgilenme imkânı doğuyor mu? Bildiğim kadarıyla 1918-20 gribini doğrudan konu alan tek edebi metin, kendisi de yakalanıp kurtulan ABD’li romancı Katherine Anne Porter’ındır. Pale Horse, Pale Rider (1939, “Solgun At, Solgun Binici”[2]) kitabındaki ilgili hikâyenin sonu şöyle (hemşire, taburcu olan genç kadın için hastanenin kapısına araba çağırmıştır):
“--‘Taksin bekliyor tatlım.’ […] Artık harp yok, artık veba yok, ağır topların susmasını izleyen sersemlemiş sessizlik sadece; perdeleri kapalı gürültüsüz evler, boş sokaklar, yarının ölü soğuk ışığı. Artık her şey için vakit olacak.”
***
Aktardığım Hindistanlı yazar ne diyordu: yüzyıl önceki iz bırakmadı, ancak şimdi hatırlandı ve yine unutulacak, bu yenisi de çok geçmeden unutulacak: John Gray tarzı bilim-kurgusal tasavvurlara şüpheyle bakalım. Öngörünün şu yönüne katılmamak zor: “deneyim” (erfahrung) çok abartılmış bir kavramdır: ders almadık, almayacağız. Öyleyse bir tarihselleştirme gerekiyor, iki salgının koşullarını karşılaştırmak.
1918-20 gribi, daha önce başlamış bir musibetin (savaşın) uzantısıydı; ayırt etmek, ayrı ve bağımsız anlam izafe etmek zordu. Ancak büyük dizinin bir epizodu olarak akılda tutulabilirdi. Büyük savaş, herhangi bir doğal veya insan-ürünü faciaya yüklenebilecek “anlamları” (öyküleri, düşleri, tasarıları, hırsları, arzuları) çoktan bir mıknatıs gibi kendi üstünde toplamış, böylece mitleştirilme/romanlaştırılma/şarkılaştırılma bahsinde gribe pek yer kalmamıştı. “Babam harbi umumide öldü” demekle “seferberlikten dönünce öldü” demek arasında bir maddi fark da var: salgın kurbanlarının arkada bıraktıkları, devletlerden üç kuruş şehit maaşı bile alamıyorlardı. Bazen değinilen ama kolay unutulan şu etken de büyük rol oynamıştır bu unutkanlıkta: o dönemde haberleşme vardı ama bugün kullandığımız anlamda “iletişim” yoktu. TV yoktu; gazete vardı ama okuryazar azdı. Gezegenin çeşitli noktalarında yaşayan insanlar saatlerce aynı görüntüye beraberce maruz kalmıyorlardı (bu ancak II. Dünya Savaşı yıllarında başladı, o da kısmen ve çok kontrollü biçimde). Bugün kaç kişi, kaç yazar, kaç sinemacı, kaç tarihçi biliyor, ilk kimyasal serpintinin Winston Churchill’in emriyle 1921’de “Irak” Kürtleri üzerine yağdığını? Bir yerde bir şey oluyor, bir yıkım yaşanıyor, anlık bir erlebnis (deneyim) – ve bir erfahrung’a (deneyim) terfi edemeden orada gömülüyor. Ve zaten siz hiç “meçhul grip-kurbanı anıtı” gördünüz mü, Gelibolu’da veya Dieppe’te?
Bugün farklı. Bugün yerkürenin çeşitli noktalarından insanlar olarak (henüz hastaneye kaldırılmamış insanlar olarak) sadece aynı görüntülere saat saat, gün gün, hafta hafta, ay ay beraberce bakmakla kalmıyoruz, bunlara beraberce baktığımızı da karşılıklı biliyoruz. Hep birlikte oraya bakarken, aslında birbirimize, birbirimizin tasalarına, korkularına, umutlarına (?) da bakıyoruz, aslında asıl birbirimize bakıyoruz. Zehirli iletişim durmuyor, bilinç eşiğinin gerisinde bile, belki özellikle orada. Öyle ya da böyle, durumu unutmamıza fırsat verilmiyor, bu dünyanın AVM-sever Ahmet Hakanlarına rağmen. Bu noktada birbirimizin sert vicdanıyız, insafsız “süperegosu”: dünyanın öbür ucundaki benzerim salgını unutacak olsa, benim ayıplayıcı bakışımı sezerek utanacak ve tekrar o görüntüleri izlemeye dönecek. Murat Belge ya burada ya da T24’te, üstelik pandemi görece tazeyken, çok güzel ve içten bir yazı yazmıştı: diyordu ki kendimi dört duvarında da “COVİD” yazan bir hücreye kapatılmış hissediyorum, başka şey konuşulmuyor. Bu sıkıntıyla kendi eski temalarına (popülizm, gabi milliyetçilik) döndü ama daha sonra hükümetin salgını yönetme tarzından da söz etme zorunluluğunu hissetti. Beraberce güncel hastalığa bakıyoruz, bakmayanı da uyarıyoruz.
John Gray’in bilim-kurgusal çıkarımlarıyla dalga geçen Hindistanlı yorumcunun gözünden kaçan önemli bir nokta da şu: “biz” bu pandemiyi zaten en az kırk-elli yıldır konuşuyoruz. Bir “dünya-sonu” motifi, bazen özgül olarak virüslerle gelen bir facia düşüncesi, son yarım yüzyılın bazı en kötü ve en iyi filimlerini, romanlarını yakalamış durumdaydı. Biz sinemacılar kör değildik, sıkıntılı fokları ve beyaz ayıları elbet görüyorduk, Nisan sonunda Yalova’da sıcaklığın 43 dereceye çıkması gözümüzden kaçmıyordu. Denebilirse zecri konular düşüyordu önümüze, ilgilenmediğimizde kendimizi biraz ahlaksız hissedeceğimiz konular, kısmen bizim dışımızda ambalajlanmış olarak. (Ama yapabilmek diye bir şey de var: Don DeLillo bazı en iyi işlerini kapısına paketlenmiş olarak bırakılan “konulardan” çıkardı: Libra (Kennedy suikastı ve CIA’nın Küba fiyaskosu), Beyaz Gürültü (ilaçlar ve çevre kirlenmesi) ve son olarak da -2016- Zero K (bu şimdiki salgın ve zenginlerin “dünya sonuna sahip olma” teşebbüsleri). Bilimciler ne yaparsa yapsın, biz gazeteciler, biz deneme yazarları, avukatlar ve stand-up’çılar, en az otuz beş yıldır bu konuyu zaten konuşuyorduk. (Şairler 18. Yüzyıl sonundan beri.)
İşte bu noktada insanın içine bir şüphe düşüyor ve yukardaki Mukul Kesavan’ın rahatlatıcı karamsarlığına farklı bir yönden gelerek hak verme ihtiyacı duyuyoruz. Ama mesele insanların ezeli-ebedi unutkanlığına indirgenemez: “onu unutmuştuk, bunu da hatırlamaz olacağız.” Hayır, bütün veriler, en azından şimdilik bütün yeni veriler, bu delişmen virüsün kendini kolayca unutturmayacağını gösteriyor. Virüse ve TV’deki izdüşümlerine bakmaya devam edeceğiz. Ama o görsel izdüşümler sahiden bir iz bırakacak mı? Garcia Marquez’in deyimiyle “önceden yazılmış” bir felaket, fiili gerçekleşmesinden çok önce anlatılmış bir felaket, herhangi bir bellek izi bırakabilir mi? Konuşma, sonu gelmez iletişim, çoktan olayı yerinden etmiş olmasın sakın? Belki “yeni normal” denen halin bir boyutu da budur: ne bilmiyor olacağız, ne de hatırlıyor olacağız. Yazının bulunmasına ve unutulmasına nasıl alıştıysak buna da öyle alışacağız, Turgut Özal’ın belirttiği gibi.
[1] “Televizyonlarda yapılan [salgın konulu] programlar mutlaka faydalıdır. An şart ki [?], kendi ilmi hesaplarınıza uygun olsa dahi her doğrunun her an, her yerde, herkese söylenmeyeceği düsturunu unutmayınız. Bizim Küçük Asyamız tarihte salgını ilk defa görmüyor. Türkiye tarihinde veba salgını da var, difteri gibi şeyler de var [… ama] bizim halk aslında büyük vurgunlara alışık değildir. Garip rakamları, daha doğrusu fahiş [?] şeyleri telaffuz etmenin manası yok. Her doğru her zaman her yerde söylenmez. Allah göstermesin daha fazlası muhtemel olsa bile. Kaldı ki sırf matematik işlemlerle bazı şeylerin anlaşılacağına inanmak da zor” (Hürriyet, 29 Mart 2020). Bu, hükümetin rakam açıklamaya karar vermesinden bir iki gün önceydi. Belki önümüzdeki Pazar yazılarında Ortaylı’dan “sırf matematik” dediği şeyle ilgili farklı değerlendirmeler de gelir; kitaplığını bağışladığını ilan ettiği külliyede bile bazı “ilmi” modellemeler yapılıyor olabilir. Hızlı uyarlanma yeteneğini yıllar içinde kanıtlamıştır.
[2] “Solgun At”, İncil’in son rezalet kısmındaki “Mahşerin dört atlısından” ölümü temsil edendir. Öbürleri, kıtlık, hastalık, savaş.