Marx, aklımda doğru kaldıysa “Kapital”de, ilginç bir gözlemini aktarır. Vaktiyle belirli bir işi bir hayvana yaptırıyormuşuz; ama sonra o işi yapacak bir makina icat edilmiş. Uzun zaman, sözkonusu makinaya sözkonusu hayvanın biçimini vermeye çalışmışlar. Örneğin ata benzetmişler.
Bir tür “zihni muhafazakarlık” mı diyeceğiz? Makinanın o hayvana benzemesini gerektiren herhangi bir etken yok. Belki tersine, o biçimi vermeye çalışmakla, makinanın verimini azaltıyorlardır. Ama belirli bir imge zihne yerleşmiş. O işi vaktiyle yapan bir hayvan olduğunu unutup yapılacak işi makinanın en iyi biçimde yapmasını sağlamayı düşünmeye başlamamız hemen olmuyor. O imgenin oradan silinmesi de zaman alıyor.
İnsan, durmadan çalışan bir varlık. Her işi yapmanın da kendine göre bir yolu, yordamı var. Yalnız “iş” değil, yaşamanın, bu dünyada varolmanın “yolu, yordamı” var. Bunlar bizim “rutinler”imizi meydana getiriyor. “Rutin” kelimesi tabii “alışılmış olan” çağrışımı yapıyor. Bu “yan-anlamı” da ona “sıkıcı”, hatta isterseniz “bıktırıcı” gibi semantik açılımlar veriyor. Ama sonuç olarak rutinlerimiz var, olmak zorunda, sıkıcılıklarıyla birlikte kabul etmemiz —ve uygulamamız— gerekiyor.
Bunları böyle aklımdan geçirmeme yol açan şey, tahmin edeceğiniz üzere, “koronavirüs”. Bu illet zuhur etti ve daha şimdiden hayatımızın gidişini değiştirdi. Daha da neleri değiştirecek, bilmiyoruz.
Örneğin, Aristoteles’ten beri “zoon politikon” kavramıyla yaşamaya alışmışız: insan, “toplumsal hayvan” (burada “politikon”, politikten çok toplumsal anlamında). Tarih boyunca karşılaştığımız sorunlar kural olarak bizi bir araya getiren etkenler olmuş. Onun için de her dilde bizim mahut “birlik ve beraberlik” klişesine paralel kalıplar oluşmuş. Oysa bu yeni durum bizi “izole bireyler” halinde davranmaya davet ediyor. Bunu atlatmak için birbirimizle teması mümkün olduğu kadar azaltmamızı emrediyor. Ama tabii bunu toplumsallığın daha ileri bir biçimi olarak yorumlamamız da mümkün. Birbirimize karşı sorumluluğumuz (umarım geçici bir süreyle) birbirimizden uzak durmamızı gerektiriyor!
Virüs belasından kurtuluşun yolu izolasyondan geçer. Şu anda egemen görüş sayabileceğimiz görüş bu, ama tersini savunanlar da var. Onlar da kendimizi izole ederek bağışıklık sistemimizi zayıflattığımızı ileri sürüyorlar. Daha uzun zaman bu tartışmaların devam edeceğini tahmin ediyorum.
Ancak, böyle büyük çaplı, sarsıcı olayların yukarıda değindiğim “rutinler” üzerinde etkisi olduğunu biliyoruz. Bu etki olumlu olabilir ve sırf öyle alıştığımız için sürdürdüğümüz birtakım kalıpları kırabilir.
Nitekim bu gibi konular gündeme geldi. “Toplumsal hayvan”ız ya, çalışma bir türlü, eğlenme bir başka türlü, başkalarıyla birlikte olmaya olmaya çağırıyor bizi. Çalışmanın “mavi yakalısı” fabrikada, imalathanede toplu bulunmayı, “beyaz yakalısı” da ofiste sıkış tıkış oturmayı gerektiriyor. Alışmışız buna; “çalışma hayatı” denince akla gelen bu.
Örneğin bir zamanlar üniversitede reform gibi konular konuşulduğunda, “full time” kavramına başvurulurdu. Öğretim üyeleri “tam vakit” üniversitede bulunacaklar. Bulunmalılar. Yani mesai günlerinde dokuzdan beşe (ya da “mesai” süresi her ne kadarsa) işyerinde oturulacak. “İşyeri” de üniversite.
Ben kendi hesabıma evden başka yerde çalışamam. Kitaplarım, “çalışma araçlarım” evde. Orada, istediğim koşulları yaratmak da benim elimde. Yani insanların “full time”dan anladığı şeyi ofiste değil, evde yapabiliyorum. “Evdeyim” diye bezik mi oynasam ya da salıncakta mı sallansam hesabı yapacak halim yok. Ama gel de bunu anlat. Devlet üniversitelerinde herhalde bu tip bir düzen kurmuşlardır.
Öte yandan, okula gelme zorunluğunun kalkmasını çalışmamanın vesilesi yapacaklar da eksik değildir.
Evet, koronavirüs “kalabalık işyeri” alışkanlığını da sarstı. Çok sürmedi, “home-office” diye bir kavram ortaya atıldı. Çalışmaya evde çalışarak katılmanın “teorisi” yanında, pratiği de başladı. İlk tepkiler olumlu. Genel olarak, “Yahu, böyle de oluyormuş!” havasında. Tabii şu kadarcık zamanda bunların ne kadar kalıcı olacağını bilemeyiz, ama bir şeylerin değişmesi de muhtemeldir.
Örneğin, üniversitede “online ders” diye bir şeye başladık. Üniversitede öğretenle öğrenenin yüzyüze iletişimlerinin çok önemli olduğuna inanırım, onun için de her şeyi “online” yöntemine bağlamak anlamlı gelmiyor. Ama “online” yapılabilir etkinliklerin alanını genişletmek hem mümkün, hem de yararlı görünüyor. Üniversite öğrencisi dediğimiz kişi bizim burada kendisine verileni bozmadan tutmakla yükümlü kişi— bilgiyi kendisi arayıp bulan değil. Öncelikle bu edilgen ilişkiye bir son vermek gerekiyor. Bunun yolu da herhalde öğrenciye daha fazla “lecture” dinletmek değil.
Üniversite tabii çok özel bir alan. “Evden çalışma”nın geçerli ve yararlı olacağı dünya kadar alan olmalı.
Tarihte birçok şey (ve bunların bir kısmı çok önemli şeyler) rastlantıyla ortaya çıkabiliyor —Portekizli kaptan Cabral’in Hindistan’a sefere çıkmışken Brezilya’yı bulması gibi olayları kastediyorum. Bu yakınlarda buna benzer bir olay oldu ama bazı anlaşılır nedenlerle kimse üstünde durmadı, hala da durmuyor. Belçika’nın hükümetsiz kalma olayından söz ediyorum (birkaç kere daha yazmıştım). Belçika’da hükümet kurulamadı da kurulamadı. Aylar böyle geçti. Peki, kurulamadı da ne oldu? Hiç! Ciddi bir sorun çıkmadı. İşler yürümesi gerektiği gibi yürüdü.
Böyle bir olay bize bir şeyler düşündürtmüyor mu? Bence pekâlâ düşündürtüyor. “Demek onsuz da olabiliyormuş” dedirtiyor, öncelikle. Ve tabii öncelikle, siyaset adamları bu konuda fazlaca kafa yorulmasını istemiyorlar. Onlar istemese de, düşünenler vardır ve vardıkları sonuçları paylaşacaklardır.
“Korona günleri” de bazı rutinlerin hiç de zorunlu olmadığını bize gösterebilir.