10 Nisan 2020’de geçerli olan, pandemi nedeniyle iki günlük ilk sokağa çıkma yasağının saatler kala ilan edilmesinden itibaren sokaklarda kargaşa, kavga, izdiham gören birinin aklına ilk önce insanların iş bilmezliği, görgüsüzlüğü, kınanacak komikliği, hatta medeniyetsizliğin gelmesi ne tür bir akıl yürütmenin sonucu olabilir? Olağan koşullarda yanıt, insanların sorumsuzluğu olabilirdi.
Ama koşullar olağan değil(di), herkes bunu biliyor(du).
İnsanların marketlere hücum edip makarna/ekmek almalarını -makarnanın/ekmeğin virüse karşı önleyici bir etkisinin olmamasını hayretler içerisinde vurgulayarak- eleştiren biri vardı. Bu bakışın yanıtını aradığım soruyla bir akrabalığı olabilir mi?
***
AKP’li yazar çizerler, bugünlere kadar demokratik ufuksuzluklarını ve anti-demokratik siyasi tahayyüllerini muhaliflerinin halk kesimlerine, millete, adına ne dersek diyelim, “sokaktaki insana” uzaklığı iddiasıyla kapatabiliyordu. Onlara göre muhalifler ağızlarını her açtıklarında halkı aşağılıyor, siyasi tasarılarını “halksız” öne sürüyordu. Hizmetleri, sosyal yardımları, halkı gözeten, onu koruyan kollayan siyasi tercihleri görmüyorlar, eleştiriyorlar, bu yönüyle de gayri milli yollara sapıyorlardı. Halkın gündelik sorunlarına, taleplerine, ekmek kavgasına sırt çeviriyor, laiklik, kuvvetler ayrılığı, demokratik anayasa gibi “suni” gündemlerle aslında demokratik bir iktidarın meşruluğunu sorguluyorlardı. Dolayısıyla halk da gereken cevabı sandıkta veriyor, bu yorumları haklı çıkarıyor, “bir kez daha AK Parti” diyordu.
Bu güçlü siyasi anlatının çatırdaması bir yerel seçime baktı. “Halk plaja indi, vatandaş denize giremiyor” çıkışını mumla aratacak hakaretler havada uçuştu; “bundan sonra nah hizmet alırsınız nankörler” diyen bile çıkmıştı yanlış hatırlamıyorsam. Halk sandıktan sandığa verdiği onayı biraz olsun esirgediğinde, külahlar değişildi; halk halk olmaktan çıktı, millet olma vasfını yitirdi.
Neyse ki halk/millet diye tanımlananların istendiği gibi onay vermediğinde, hareket etmediğinde nasıl bir nefret nesnesine ve yargı dağıtım zincirinin bir halkasına dönüştüğünün tarihi bizimle ve şu son on sekiz seneyle sınırlı değil. Halk sevgisi, tıpkı halk nefreti gibi, her zaman politik bağlama tabi. Hep böyleydi, siyasi anlatılar böyle değilmiş gibi yapar; söylemeye gerek yok, en çok da “millet(in)e âşık” sağcıların girişimidir bu.
Arıza çıkaran lümpenproletaryadır
James C. Scott devletten kaçan toplulukların, zayıfın hayata bağlanma biçimlerinin, güçsüzün hayatla baş etme yöntemlerinin anlatıcısıdır. Açık saçık kendini dışavuranın değil, görünmeyenin, gizil olanın keşfine çıkar. “Alt-siyaset”in anlam dünyasında gezinir, kendini pankartla/bayrakla/dövizle/sloganla ifade etmeyenlerin ve edemeyenlerin dünyasına sızar. Orada politik olan ne, onu önemser. Eylemliliği kalite-nitelik testinde boğmaz; sınırlılıklarıyla, zaaflarıyla, potansiyelleriyle, en basitte, en gündelikte olanı anlamaya çalışır.[1] Anlamlı soruların pedantik yanıtlardan daha kıymetli olduğunu hissettirir.
Bu anlama çabasının ufku, devlet gibi görenin düşünce vasatını darmadağın eder; yeri gelir halk yardakçılığıyla, yeri gelir saflık ve naiflikle damgalanır; uç sınırda, harcıâlem bir “kitle/yığın” analizinin zayıflığını tasdik edercesine, tahammül edilemez bir vizyonsuzluğa sahip olmakla eleştirilir. Devlet gibi görmenin darmadağın oluşu ve toplumsal olaylar tarafından sıklıkla kesintiye uğraması nadir değildir ama 10 Nisan gecesi ve takip eden günlerde bu iyiden iyiye belirginleşti. “Halka koyun dediler, koydu” ucuzluğundan “geri zekâlılar, lümperler”e geçişteki hız, sıradan insanın başını döndürüyor!
Örneğin, Mehmet Barlas, “sokağı dolduranlara” şöyle seslendi: “Yasak başlamadan önce gece yarısı sokakları, meydanları, marketleri dolduranları ise büyük çoğunluk ‘Koronavirüs salgınını umursamadıklarına göre bunlar zeka özürlü olmalılar’ diyerek televizyon haberlerinden izledi.”[2]
Engin Ardıç, elbette daha aleni hakaret etti: “Şimdi de, yasağı çiğneyen ayıları televizyondan gülerek izlemiyor muyuz? ‘Marketlere’ hücum edenleri, ekmek kuyruğunda tekme tokat birbirine girenleri... (…) Küçük burjuva yasaklara büyük ölçüde uyum sağladı. Yüksek sosyete, Şeyma hariç, olgun davranıyor. Ama onların evleri de geniştir. Arıza çıkaran lumpenproletaryadır.”[3] Kumarsız ve mangalsız da yapamıyordu lümpenproletarya: “Lumpenproletaryaya ben de çok acıyorum. Kumarsız ve mangalsız kaldılar! Kumar oynamadan yaşayamazlar. Her cahile imlayı yanlış öğreten ‘iddaa’ iki seksen yattı, iddiası kalmadı. Eh, evde okey oynayıp hanımı ve çocukları "ütecek" halin de yok... Futbol da yok tabii. Mangal da yok.”[4]
Lümpenproletarya, bizde genellikle “lümpen” diye karşılanır; “lümpen” gündelik kullanımımızda hem alt sınıfları, ama hem de alt sınıfların bayağı tercihlerini, beğenilerini, değerlerini, tutumlarını nitelendirir: “lümpenleşme lütfen”, denir örneğin, pejoratif bir imayla. Lümpenproletaryanın ise bu gündelik kullanımının ötesinde, sınıf-bilinç ilişkisini tartışmaya imkân veren bir işlevi vardır esasen. İşçi sınıfından onu ayırt eden toplumsal ilişkileri de ima eder.
Burada kuşkusuz bu gündelik pejoratif ima dikkat değerdir; serseri, ele gelmez, “vatana millete” faydasız aylakların gösterenidir o. Muktedirin ağzında hizaya gelmeyen ama mutlaka gelmesi gerekeni işaretler.
Bir diğer örnekte ise Beyaz TV’de Tahir Sarıkaya “Uyan Türkiyem” programında daha sadede gelir konuştu:
Kola almasanız ölür müsünüz? O krakerlerden, çikolatalardan almasanız ölür müsünüz? Ekmeği bayat yeseniz ne olur? Bizim ülkemizi rezil etmeye hakkınız yok. Sonra da “siyasi iktidar suçlu”. İktidar kararı gece 10’da değil farklı saatte alsaydı, manzara değişecek miydi? Aç gözünüzü doyurun. Özür diliyorum, bunu yapanlara diyorum. Yoksa medeni bir şekilde evinde oturanlara lafım yok (vurgular bana ait).
“Sınıf nefreti” hesabına yazılabilecek bu tutumların bu kadar görünür olması ve “medeni” kavramına atfedilen nitelikler (bu arada, mangala giden kıllı adam, Kemalistlerin gözünde en belirgin muhafazakâr stereotipti, nasıl hemen yeni muktedirin ağzına sakız oldu!) hadiselerin sınıf atlayanların gözünden kavranması açısından öğreticidir herhalde.
Peki bu aşağılamaları haklı çıkarır bir veri var mıydı elimizde?
IPSOS tarafından yapılan bir araştırmaya göre, o iki saatte, 31 ilde sokağa çıkanların oranı %18. Alınanlar da temel ihtiyaçlar, yani AVM kapılarında sabahlamamışlar!
Arıza çıkaran sorumsuzlardır
Sosyal medya muhalifleri arasında ise Luppo ve Coca Cola alan bir adam üzerinden somutlaştı “tepkiler”. Sokağa çıkanlara sorumsuzluk atfedildi; tamamen devletin itibarını zedeleme potansiyeli üzerinden değil, daha ziyade ihtiyaçlar hiyerarşisi üzerinden sorgulandılar. Sadece kendilerini değil, abur cubur almak için etrafındakileri ve yakınlarını, “hepimizi” tehlikeye atıyorlardı.
Biri şöyle bir kurgu diyalog ile “toplumsal gerçekliğe” direnmiş!
-Niye öldün?
-Coca Cola almak için gittiğim markette virüs bulaştı, sen niye öldün?
-ben de luppo alıyordum.
Sosyal medyanın gitgide “en asil duyguların insanları” için bir benlik sunumu ve temsil performansı sahası olmasının sosyal medyayı kamusal tartışma platformu olabilme potansiyeliyle değerlendiren teknolojik iyimserliğin beklentilerini sorgulamaya açacak düzeye ulaşıp ulaşmadığı ayrı bir soru. Ancak her halükarda, asıl can sıkıcı olan, hemen her toplumsal sorunun nihayetinde bir yargıda bulunmaya imkân verip vermediği ölçeğinden süzülerek kavranması ve problemleştirilmesidir -örneğimizden ilerlersek, Luppo alan adamın başlı başına, koşullardan fazlasıyla münezzeh, acilen kavranabileceği ve kavranması gerektiği yanılgısı, anlamayı dumur eden, refleksçi bir açıklama arzusu; başka türlü söylersek, ille bir laf etme, bir şey söyleme takıntısı (“adamcağız belki yoksuldur, önüne ne çıkarsa kapmış, ne var yani, belki de çocuklarına almıştır” çıkışı da hemen hemen aynı kavrama sorunlarından mustarip) ve bunun benlik performansının kıymetli bir aracı olması. Dahası, bunun sıklıkla kabullenilmesi ve sözden sayılması…
Arıza çıkaranın lümpen proletarya olması ile arıza çıkaranın sorumsuz ihlalciler olması yargısı arasında denklik yok ama bir akrabalık var. Bu akrabalık hiç sorun edilmeyebilir, ikisinin zaten aynı şey olmadığı söylenebilir.[5]
Ama iki saat kala ilan edilen sokağa çıkma yasağının sonucunda oluşan kargaşanın sorumlusunu, bir siyasi tercihin asıl faillerinde değil de, henüz yasak başlamamışken, her ne sebeple olursa olsun, dışarı çıkan insanlarda da aramak, en iyi ihtimalle bu akrabalığın farklı tezahürleri olarak okunabilir. Medeniyetsizler vardır ve onlar, hepimizi tehlikeye atarlar. Lümpenler, medeniyetin olumlanmasının “kurucu dışarısı”dır.
Oysa onca insanın, hepitopu iki gün için, kıtlık koşulları da söz konusu değilken, “sosyal mesafe”yi hiçe sayarak marketlere koşturmasının psikolojik ve ahlâki olmayan açıklamaları olması gerekirdi. Başka vesilelerle mesnetsiz bağlamsız ortaya saçılıveren o Foucaultgil iktidar teknikleri, idare vasıtaları, yönetimsellik analizlerinden niye istifade edilmedi?
İşte… nereden gördüğünüze bağlı.
[1] Lafı açılmışken, yazarın şu iki kitabını önermek isterim: James C. Scott, Toplum Gibi Görmek, çev. Soner Torlak, Zoom Kitap, 2016; Weapons of the Weak, Yale University Press, 1987.
[2] “Cumartesi ve pazar günleri hava açacağı için sokağa çıkma yasağı geldi”, Sabah, 12 Nisan 2020, https://www.sabah.com.tr/yazarlar/barlas/2020/04/12/cumartesi-ve-pazar-gunleri-hava-acacagi-icin-sokaga-cikma-yasagi-geldi
[3] “Dizginlemek”, Sabah, 12 Nisan 2020, https://www.sabah.com.tr/yazarlar/ardic/2020/04/12/dizginlemek
[4] “Kumarsız ve mangalsız”, Sabah, 13 Nisan 2020, https://www.sabah.com.tr/yazarlar/ardic/2020/04/13/kumarsiz-ve-mangalsiz
[5] Ki değildir; birinde hep aksi iddia edilse de bariz bir “kitle nefreti”, diğerinde kibirli bir anti-politika söz konusudur.