Dünyanın sağlığını düşünenler, Coronavirus salgının zorladığı kapanma rejiminin çevreye kısa vadeli olumlu etkilerini buruk bir memnuniyetle kaydettiler. 260 bin nüfusun üzerine yılda 20-30 milyon turistin bindiği Venedik’te mesela, su biraz berraklaşmış, kimbilir ne zaman sonra kanallarda balıklar görülmüş. Salgının merkez üslerinden Kuzey İtalya ve Vuhan/Çin’de, zararlı gaz salınımı %25 kadar düşmüş. Bu yıl karbondioksit salınımının dünya çapında %5 düşebileceğini söylüyorlar. Bazı yerlerde toprağın biraz nefes aldığından söz ediyorlar.
Dedim ya, buruk bir memnuniyet bu. Zorunluluktan, geçici bir kısılma gibi görünüyor. “Tüketim ekonomisi” (veya: kapitalist ekonomi) ‘ric’at’ ettiği yerde “normale” dönme arzusuyla eşiniyor. 2008 malî krizinde de karbondioksit salınımının ciddi biçimde düşüp akabinde zıpladığını hatırlatanlar, yine öyle bir “ribaunt etkisinden” çekiniyorlar.
İnsanlar bu kapanma ve kısılma tecrübesinde hayat tarzları üzerine, “lüzumsuz tüketimleri” üzerine düşünmüş olabilir ki, kendilerini sorgulayıp da tüketim ‘neşvesinden’ uzaklaşmaya yönelir mi? O insancıklar, endüstriye, “sistem”e… kapitalizme meydan okuyacak bir güç teşkil edebilir mi? Trafiğin elektrifikasyonu, binaların ekolojik ölçütlere göre renovasyonu, sanayide yeşil hidrojiene geçiş gibi reformist öneriler, -sosyal devletin ihyası ‘iyi-ihtimaline’ paralel-, karşılık bulabilir mi?
***
Dünyanın ve insanların esenliğini dert edenler, Corona salgınıyla iklim krizi arasında bariz benzerlikler görüyorlar. İkisi de, global meseleler; bir şey ancak bu kadar global olabilir. İkisi de, koca “sistem”lerimizin, kurumsal alet edevatımızın nasıl kırılgan olabileceğini gösteriyor. İkisinde de, sonuçların hemen görünür olmayışına, ağır ağır, ‘ısındıra ısındıra’ gelmesine aldanmanın gafleti var. İkisi de “yok yahu, bence yoktur” diye ciddiye almamanın, ayak sürümenin, gecikmenin bedelini ödetiyor. Salgındaki haftalar veya aylardı, iklimdeki, onyıllara uzanan, üstelik de fren mesafesi çok daha uzun bir gecikme.
***
İklim “değişiminin,” birçok hastalığın oluşum kaynağı veya yayıcısı, taşıyıcısı olduğuna dair ikazları gözden kaçırmayalım. Isı (yükselen ısı), zaten mikro organizmaların gelişmesinde ve hayatta kalmasında kilit bir etken. Isı değişimleri, taşıyıcıların ‘sefere’ çıkmalarında doğrudan etkili. Sadece tropik koşullarda yaşayan sivrinek türlerinin ‘globalleşmesi,’ bunun bilinen örneği. İklim koşullarıyla ilişkisi bariz olan sıtma, zaten haliazırda birçok ülkenin derdi. Ekosistemlerin her türlü kaynaklarının istismarı, aşırı kullanımı, virüs ve bakteri nüfusunu da ‘azdırıyor’. Orman tahribatı, bazı maymun türlerini yaşama alanlarından sürerken, onlarla birlikte sarı humma taşıyıcısı virüsler de sürülmüş oluyor. Salgın bilimcilerin en geç 19. yüzyılda saptadığı gibi, enfeksiyon ve salgınlardan korunmanın ön koşulu, ekosistemlere ‘iyi’ davranmak.
***
Geçen cuma, 15’i, dünya iklim günüydü. Ekoloji ya da “çevre” meselelerinin hülasası, esası, uzun süredir artık iklim krizidir. Bir dizi ekolojik felâketle beraber bir dizi toplumsal krizin düğümü olması bakımından, “çoklu kriz” diye tanımlanıyor iklim krizi.
Geçtiğimiz yaz iki kritik eşiğin geçildiği söyleniyor. 2019 Haziran ortasında, Kuzey kutbundaki donmuş kara parçaları, korkulandan yetmiş yıl önce, erimeye başladı. Temmuz’da, Grönland buzulunun erimesi 24 saat içinde 12 milyar tona varacak hıza erişti. Uzmanlar, bu iki eşiğin, bir üst (aslında en üst) alarm seviyesi anlamına geldiğini söylüyorlar.
***
Bruno Latour, salgın vesilesiyle, üretimci paradigmaya karşı çıkacak bir sosyalizme çağrı çıkardı.[1] İktisadî krizden, “daralmadan” korkarken, söylemesi zor ama asıl radikal öneri, bu. Latour, epeydir, ekolojiyi yeniden politize etme ihtiyacını diye getiriyor – aslında kastettiği, başka türlü bir politizasyon. Onun tabiriyle varoluşumuzu “yeniden yerselleştirecek,” “yeniden yeryüzüne yerleştirecek” bir politizasyon.
Ta 1990’ların sonunda, dünyanın bütün sakinlerinin (okyanuslar, insanlar, bitkiler…) müşterek “parlamentosu” fikrini dile getirmişti Latour. Doğaya dışsal bir şey muamelesi yapmayı ilk sorgulayan o değil kuşkusuz.[2] İnsanın doğadaki kudretini ilk sorunsallaştıran da o değil, fakat bunu özellikle güçlü yapıyor.[3] İnsanı doğanın azameti karşısında ufacık, güçsüz bir varlık olarak görmek; buna karşılık insana ahlâken üstün, yüce bir varlık mevkii atfetmek… Temel düşünsel arıza burada, Latour’a göre. Oysa insan olarak yaptıklarımız, dünyanın fiziğini-kimyasını değiştiren büyük kudretimiz ortada. Malûm, Antroposen’deyiz; insanın jeolojik değişimin ana faili olduğu bir çağ. Buna karşılık, o manevî ‘yücelikten’ eser yok; yaptıklarımızın, kudretimizin idrakinden ve ahlâkî sorumluluğundan uzağız. Latour, modern rasyonellik iddiası hilâfına, açıkça “benden sonra tufan” bencilliği, dar kafalılığı içinde yaşayıp gittiğimiz kanısında. Bu dirençli dar kafalılığı, keza mahşerci bilincin köklü düşünsel mirasını,[4] iklim inkârcılığının esas kaynağı olarak görüyor.
***
Bruno Latour, koruyucu tabiat ana imgesini bırakmak gerektiği kanısında; dünyayı kırılgan, tepkisel hassasiyetleri olan karmaşık bir ağ olarak düşünmemiz gerekiyor. Tek bir iradesi olan bir bütün değil, envai çeşit türün ve geri iletim kayışının, düğümlerin oluşturduğu bir ağ. Sadece insan değil, diğer canlılar da, -en ‘küçük’, görünmez olanları dahil; işte mesela şu virus tayfası!-, çevrelerini, dünyayı değiştiriyor. Hiçbiri pasif değil. Hepsinin bir “kültürü” var, deyim yerindeyse.
İklim kelimesi, Arapça kaynağında, yeryüzünün bölündüğü yedi kuşağın her birini anlatır. Dünya yedi iklimdir, geleneksel anlatılarda. Kelimenin kendisi, bize çokluk, çoğulluk telkin ediyor.
***
Dünyada bu çoğulculuğu idrak edenler var, tek tük. 2025’e kadar atmosfere zarar veren gaz salınımını sıfırlamayı yükümlenen Yeni Zelanda, 2017’de yerli Maori halkının itikadını benimseyerek, Whanganui nehrine yasal olarak “canlı” statüsü verdi. Bolivya ve Ekvator da doğal varlıkları hak öznesi olarak tanıyorlar.
***
İklim krizinin Latour’un anlattığı gibi yapısal bir inkârı var fakat ayrıca iradî bir inkâr mesaisi de var. Tıpkı Corona salgınındaki gibi, geçiştiren, küçümseyen, önlemi (iyi ihtimalle) geciktiren bir inkâr. “Sistemin” direnci. Özel olarak anti-kapitalist kızgınlıklar hissetmeyen ekolojistler de, “fosil kapitalizm” kavramını kullanıyorlar; kapitalizmin esas dinamiğinin ve esas cürmünün fosil yakıt tüketimi olduğunu belirtmek için. Kapitalizm, hem bu düz, hem de mecazî anlamıyla fosildir, doğru. Kendisi tarihsel olarak artıkken, insanları ve dünyayı artığa dönüştürmeye gidiyor. Ama nasıl anlatacaksınız, nasıl anlatacağız? Nasıl değişecek?
Kimi, “iklim değişikliği” hüsnütabirini bırakıp, hatta “iklim krizi”ni bile geçip, “iklim âcil durumu” “iklim yıkımı,” “iklim felâketi” demek gerektiğini söylüyor. Kimi, insanlığın dead-line’ının geldiğinden, bir B planı veya “B gezegeni” olmadığından söz ederek, ekolojik bir kıyametçilik diliyle konuşuyor. “Bu dünyaya çocuk getirmeyi” reddeden bir “doğurma grevi” kampanyası çıkıyor. Birçokları, “kurtarıcı kahramanlar”a (Greta!) sempati desteği verip küçük tasarruf tedbirleriyle vicdanını rahatlatan popüler iklim koruma veya kurtarma söylemine kızıyor.
Ekolojist muhitlerinde, iklim felâketinin önüne geçecek değişimin gerçekleşmesi ihtimaline, tarihte köleliğin kaldırılması olayını emsal gösterenler var. Hem mücadeleyle, hem bizzat imtiyazlıların, sömürenlerin bunun kendi aleyhlerine olduğu kanaatine varmasıyla gerçekleşecek bir değişim, onlara göre. Latour, “eski iklim rejiminin” yıkılması ihtimalini, 17. yüzyıldaki din savaşlarının modern dünyanın ortaya çıkışına zemin oluşturmasına benzetiyor. O da, meselenin azameti karşısında çaresizlik ve güçsüzlük hissettiğini saklamayarak.
Latour gibi, insan türünün sahip olduğu kudret ile o kudretiyle yol açtıkları hakkındaki şuursuzluğunu ve ahlâksızlığını mesele eden bir başka filozofa, Günther Anders’e daha önce selâm vermiştik.[5] O, bu durumu korkunç (kıyamet şiddetinde korkunç) buluyor ve korkunun hakkını vermeye çağırıyordu. Başka bir yerde, korkunun üç boyutunu tarif etmişti, onunla bağlayalım: 1. Bizi korkaklıkla suçlayanların alaylarına karşı, korkusuz bir korku. 2. Eyleme sevk edecek, canlandırıcı bir korku. 3. Sadece kendi başımıza gelecekleri değil, dünyayı dert eden, sevgi dolu bir korku - seven bir korku.[6]
[1] https://medyascope.tv/2020/04/22/bruno-latour-artik-uretime-itiraz-eden-bir-sosyalizm-icat-etmenin-zamani/
[2] İnsanların, döngüselliğiyle onlara istikrar, devamlılık ve korunup kollanma hissi veren doğanın özerk varoluşunu ve o ‘güven ilişkisini’ ortadan kaldırdığını, dolayısıyla doğanın fiilen bittiğini, geriye sadece biz insanların kaldığını düşünen de var. Yani doğanın dışsalken, artık öyle olmadığını. Bill McKibben: Doğanın Sonu. Çev. İlksen Mavituna, Everest 2015.
[3] Bruno Latour: Kampf um Gaia, Suhrkamp 2017.
[4] Belleğin bir “fonksiyonu” da bu! https://www.birikimdergisi.com/haftalik/10100/salgin-ve-bellek
[5] https://www.birikimdergisi.com/haftalik/10019/korku
[6] Günther Anders: Die atomare Drohung. Radikale Überlegungen zum Atomzeitalter. C.H. Beck, Münih 2003, s. 98.